NUSRET ONUR AKPEK, Hukuk Penceresi sitesinin yazarı https://hukukpenceresi.com/author/nusretonurakpek/ Zulüm karanlığına ışık saçan pencere Sat, 22 Oct 2022 12:55:15 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hukukpenceresi.com/wp-content/uploads/2022/06/indir-150x150.jpeg NUSRET ONUR AKPEK, Hukuk Penceresi sitesinin yazarı https://hukukpenceresi.com/author/nusretonurakpek/ 32 32 Şeytanın Masumiyeti https://hukukpenceresi.com/seytanin-masumiyeti/ https://hukukpenceresi.com/seytanin-masumiyeti/#respond Sat, 22 Oct 2022 12:48:33 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=8913 Sanık Şeytan, savunmasının sonuna gelmişti. Son sözlerini söylemeden önce arkasını dönerek hınca hınç dolu mahkeme salonuna baktı. Dünyanın dört bir yanından birçok şeytan orada toplanmıştı. Kimisi onun masumiyetine inanıyordu, kimisi onun suçluluğuna. Kiminin de kafası karışık, sadece gerçeğin ortaya çıkması temennisi ile merakla verilecek kararı bekliyordu. Sanık Şeytan, Başşeytana döndü ve sözlerine devam etti: Melek […]

Şeytanın Masumiyeti yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Sanık Şeytan, savunmasının sonuna gelmişti. Son sözlerini söylemeden önce arkasını dönerek hınca hınç dolu mahkeme salonuna baktı. Dünyanın dört bir yanından birçok şeytan orada toplanmıştı. Kimisi onun masumiyetine inanıyordu, kimisi onun suçluluğuna. Kiminin de kafası karışık, sadece gerçeğin ortaya çıkması temennisi ile merakla verilecek kararı bekliyordu. Sanık Şeytan, Başşeytana döndü ve sözlerine devam etti:

Melek olayım, ben böyle bir şey yapmadım. Olay öncesinde maddi yardımda bulunmak isteyenlere sağdan soldan yaklaşarak onları geçim sıkıntısı ile korkuttum. Parasız kalacaklarını, çocuklarının rızkını tanımadığı kişilere vermenin aptalca olduğunu, bu görevin şahıslara değil, sosyal devlete ait olduğunu söyledim. Daha sonrasına ilişkin herhangi bir dahlim yoktur. İyiliğin tamamen kökünü kesmek, Şeytanlığımızı işlevsiz hale getirecektir. Daha başka iyilik yapmak isteyenleri caydıracaktır. Bu da şeytanlığımızın varlığını anlamsız hale getirecek ve hepimizi işsiz bırakacaktır. Bilirkişi raporu da benim söylediklerimi desteklemektedir. Beraatimi talep ediyorum, Başşeytanım, efendim.

Şeytanın avukatı Başşeytan`dan izin alarak bilirkişi raporunun ilgili kısmını okumaya başladı: “Sonuç olarak yukarıda açıklandığı üzere eylemin işleniş biçimi basit bir vesvesenin ötesinde olup, Şeytanlık Örgütünün ve şeytanların eylem tipine benzememektedir.”

Şeytan, bir adamı kötülük yapması için ikna ediyor; Deccal Şeytan (1501), Luca Signorelli tarafından

Başşeytan, Yanşeytanlarla fısıldaşarak durumu müzakere etti. Salon buz kesilmiş, nefesler tutulmuştu. Dava tarihi bir davaydı, karar tarihi bir karar olacaktı. Sanık sandalyesinde bir şeytanlık haini mi vardı, yoksa masum bir şeytan mı? Savcı Şeytan mütalaasının hazır olduğunu söyledi. Başşeytan mütalaaya müsaade eder bir hava ile kafasını öne doğru hafifçe eğdi. Savcı Şeytan, delil yetersizliğinden sanık şeytanın üzerine atılı “şeytanlığa ihanet ve vesveseyi alenen ortadan kaldırma” suçlarından beraatini istiyordu. Başşeytan, Yanşeytanlar ile fikir birliği içinde mütalaa yönünde sanık hakkında beraat kararı verdi. Sanık Şeytan sevinçten ağlıyor, salondan alkış sesleri yükseliyordu. “Şeytanın işi vesvese, iyiliği imha safsata” sloganları duruşma salonunu inletiyordu. Başşeytan, beraat kararına ek olarak Şeytanlık İdaresine olaya ilişkin basın açıklaması yapılması yönünde acil kodlu bir müzekkere yazdı. Çok geçmeden Şeytanlık Örgütü olaya ilişkin basın açıklamasını halka duyurdu:

“Ankara’da KHK’lı kişilere maddi yardım yaptıkları suçlamasıyla 704 gözaltı kararı verilmek suretiyle 59 ilde eş zamanlı olarak başlatılan operasyon ile ilgili olarak basında çıkan haberler nedeniyle Şeytani Örgütlenme olarak açıklama yapılması ihtiyacı doğmuştur. Yapılan operasyon öncesinde tabiatımız gereği iyilik sahiplerine vesvese verilmek suretiyle iyiliğin önlenmesi, en azından geciktirilmesi çabamız olsa da, toplumun tüm fertlerini iyilik yapmaktan caydıracak vahamette iyiliğin tamamen ortadan kaldırılmasına yönelik operasyonda dahlimiz yoktur. Yapılan gözaltı ve tutuklamalar Şeytanlığımızdan tamamen bağımsız gerçekleşmiştir. Aksi durum Şeytanlığımızın işlevselliğinin yitirilmesi ve varlığımızın anlamsızlığına hizmet edeceğinden, bu duruma bizzat örgütlenmemizin neden olması akla ve mantığa aykırıdır. İyilik var oldukça varlığımız anlam kazanacaktır. Bizler bu kadar kötü değiliz.

Kamuoyuna saygıyla duyurulur.”

 

 

Şeytanın Masumiyeti yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/seytanin-masumiyeti/feed/ 0
FREMDSEIN https://hukukpenceresi.com/fremdsein/ https://hukukpenceresi.com/fremdsein/#respond Wed, 22 Jun 2022 06:24:37 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=8327   Ich nehme euch als fremd wahr und ihr nehmt mich als fremd wahr. Das ist uns ein komisches Gefühl. Um dieses Gefühl loszuwerden, machen wir immer wieder mit einer Begrüssung und Vorstellung vertraut. So laufen unsere Gespräche gelassen und locker. Mit dieser Vertrautheit erreichen wir Sicherheit und fühlen uns wohl. Da dies auch den […]

FREMDSEIN yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
 

Ich nehme euch als fremd wahr und ihr nehmt mich als fremd wahr. Das ist uns ein komisches Gefühl. Um dieses Gefühl loszuwerden, machen wir immer wieder mit einer Begrüssung und Vorstellung vertraut. So laufen unsere Gespräche gelassen und locker. Mit dieser Vertrautheit erreichen wir Sicherheit und fühlen uns wohl.

Da dies auch den Despoten bewusst ist, benutzen sie beispielsweise Exil als eine Strafe. Egal, ob es freiwilliges Exil oder Zwangsexil ist. Die natürliche Vertrautheit des Opfers von Unterdrückung wird von Despoten abgeschnitten, die Vertrautheit mit allem, Vertrautheit mit Familie, Arbeit, Natur oder Alltag. Deswegen kann man in Exil sagen, ich bin ungerecht bestraft, bestraft von Despoten, bestraft mit Fremdwerden.

Fremdsein fängt im Heimatland an, sogar in der Familie oder im Freundeskreis. Zuerst verlassen sie das Opfer, bevor Opfer sie verlasse. Alleinheit, Isolation oder Verlassenheit sind die ersten Zeichen vom Fremdsein. Man sieht sich gezwungen, wegzugehen. Man denkt naiv, dass Weggehen nutzen kann. Aber nein!

Fremdsein ist unheilbar. Wenn man fremd ist, bleibt man immer fremd. Einmal fremd, immer fremd. Weggehen bringt genau aus diesem Grund nichts. Man bleibt in seiner Heimat fremd und auch im Ausland fremd. Man versucht, sich zu integrieren und sogar neue Identität aufzubauen. Aber ohne Erfolg. Sein Gesicht, seine Hauptfarbe, sein Akzent stellen stets ein Problem dar. Die anderen bemerken es und sagen, «sie sprechen aber gut Deutsch, woher kommen sie», denn wir dürfen nicht einheimisch sein. Höchstens ein guter Fremd.

Fremdsein ist leider erblich. Die Kinder dürfen oder können dieses verfluchte Erbe nicht ausschlagen. Sie müssen damit leben. Manche Kinder verstecken zwar sich, lehnen die Vergangenheit oder die Vorfahren ab, aber Fremdsein lässt sich nicht ausschalten😊Man bemerkt es.

Das schlimmste ist, dass man sich selbst fremd wird. Das Leben verwandelt sich plötzlich von einem Traum in einen Albtraum. Es ist fast unmöglich, mit dieser Änderung Schritt zu halten. Man muss den vertrauten Alltag ablegen. In diesem Albtraum hat man völlig andere Bedürfnisse, Bedingungen, Erwartungen, Anliegen und Ziele. Man wünscht sich dann keine Ferien am Strand, sondern nicht im Gefängnis zu sein oder einfach Freiheit; keine Beförderung auf der Arbeit, kein Auto, kein Luxus, sondern nur Ruhe.  Man fragt sich; wo bin ich, was ist aus mir geworden. Im Spiegel sieht man nicht sich selbst, sondern eine andere Person.

Fremdsein ist ein Produkt der Diskriminierung oder sozialen Ausgrenzung. Es ist ein Mord ohne Blutvergiessen oder ein sozialer Tod oder jemanden lebendig zu begraben. Das alte Ich, das seine Mutter besucht und einen schwarzen Tee neben einem leckeren Kuchen geniesst, ist tot. Nun gibt es ein neues Ich, das nicht einmal seine Mutter besuchen und nicht ihre Hände und Wangen küssen darf. Das alte ich, der Jurist, die für die Justiz tätig war, ist tot. Nun gibt es ein neues Ich, der seine Heimat wie ein Verbrecher verlassen musste. Wer bin ich?

Ist die Situation wirklich so schlimm? Yunus Emre, ein anatolischer Dichter und Mystiker, bietet uns ein zauberndes Gegenmittel an. Lasst uns von ihm hören:

„Komm, wir wollen uns kennenlernen

Uns das Leben erleichtern

Lasst uns lieben und geliebt werden

Diese Welt bleibt doch keinem“

Wir benötigen ein neues Kennenlernen, ohne Vorurteile, ohne Stereotype. Das schaffen wir.

Auch das folgende Zitat von Martin Buber ist für mich, für uns wegweisend:

„Der Mensch wird am Du zum Ich.“

Deswegen sind wir hier.

FREMDSEIN yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/fremdsein/feed/ 0
Çikolata kokulu torun ve dedesi https://hukukpenceresi.com/cikolata-kokulu-torun-ve-dedesi/ https://hukukpenceresi.com/cikolata-kokulu-torun-ve-dedesi/#respond Sat, 28 May 2022 20:13:39 +0000 https://hukukpenceresi.com/cikolata-kokulu-torun-ve-dedesi/   Bakkalın en sadık müşterisi dedesi ile birlikte içeri girer. “Hoş geldin, erkek” der, bakkal Neco`ya. Neco, hiç bakkal ile ilgilenmeden çikolataların olduğu bölüme doğru yönelir. Dedesi de o sırada müşterisi olmayan bakkalla ayak üstü sohbete başlar. “Dava ne durumda, mahkeme ne zaman” diye sorar bakkal. Dede, “haftaya” der, içinden geçirdiği tahliye duaları ile. Bir […]

Çikolata kokulu torun ve dedesi yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
 

Bakkalın en sadık müşterisi dedesi ile birlikte içeri girer. “Hoş geldin, erkek” der, bakkal Neco`ya. Neco, hiç bakkal ile ilgilenmeden çikolataların olduğu bölüme doğru yönelir. Dedesi de o sırada müşterisi olmayan bakkalla ayak üstü sohbete başlar. “Dava ne durumda, mahkeme ne zaman” diye sorar bakkal. Dede, “haftaya” der, içinden geçirdiği tahliye duaları ile. Bir dua da bakkal eder: “İnşallah, bu sefer çıkar ya”. Sonrasında karşılıklı inşallahlar duyulur, her iki ağızdan. Bir süre sonra favori çikolatası ile gelir, Neco, rafların arasından.

Neco için hayat çikolatanın etrafında döner, kişiler çikolata üzerinden hayat bulur onda. Çikolata alan dede, çikolata satan bakkal, çikolatasını paylaşmayan cimri çocuk veya çikolatasız çocuk onun hayal dünyasından sadece birkaç figürdür.  Kardeşleri ona “çikolata kokulu çocuk” der. Çikolata kokusu onun sürekli çikolata lekeleri bulunan ağzından mı, yoksa çikolata lekeleri bulunan kıyafetlerinden mi geliyordu? Ya da aşırı miktarda çikolata tükettiği için teni çikolata mı kokuyordu? Bilinmez.

Dedesi parayı bakkala uzatırken, Necdet çoktan her gün geldiği bakkaldan çıkmıştı bile. Dünyaya çikolata yemek için gelen bu çocuğun, cezaevinde olan babasının yokluğundan haberi yoktu. Henüz babasının elinden akılda kalacak kadar çok çikolata yememişti Neco. Bu nedenle baba Neco`nun hayatında değer atfedilecek kadar güçlü bir figür olamamıştı. Öyle ya ne kadar çikolata, o kadar iltifat! Açık görüşlerde verilen bir parça çikolata Necdet`in dünyasında yer etmek için yeterli değildi. Onu da zaten ablası ve abisi ile paylaşıyordu. Babası ile dedesi arasında tercih yapsa kazanan kesinlikle çikolata avantajı ile dede olurdu. Henüz on aylık iken babası 15 Temmuz tarihli iftira ile tutuklanmış ve cezaevine alınmıştı. Sonrasında arada duvarlar ve demir parmaklıklar… Neyse ki babasından uzakta ona çikolata alan bir dedesi vardı, Neco`nun. Ve neyse ki hiç çikolatası bitmeyen bir bakkal.

Duruşmaya kadar o bir hafta, içeride bekleyen ve dışarda içerdekini bekleyenler için bir yıl gibi geçer. Duruşma sonunda tahliye kararı sevindiricidir. Necdet bu sefer bakkala babası ile girer. Necdet çikolataları için yeni bir finansör bulmuştur. Bakkal tanır, Necdet`in yanındaki kişiyi. “Geçmiş olsun, hoş geldiniz” der, babaya. Baba, yanında bulunan çikolata kokulu çocuk sayesinde bakkal tarafından bilindiğini anlar ve bir teşekkür sonrasında çikolatanın parasını uzatır. Bakkal, “bu sefer bizden olsun, yeğenimize hediye, siz beni tanımazsınız ama, ben sizi tanıyorum, lütfen, kabul edin” der. Baba kabul etmez, para gider gelir. Baba direnmenin faydasız olduğunu anlar ve bakkalın ikramını kabul eder.

Günler sonra bakkalın önünden yalnız geçmektedir dede. Bakkal dayanamaz laf atar dedeye: “Nerede bizim sağlam müşterimiz, bir süredir kayıpsınız, bir müşterimizi daha mı büyük marketlere kaptırdık yoksa?”. Dede için zor bir sorudur bu. Cevaplanması hiç de kolay olmayan bir soru, nice tatlı hatıraları bir bir geri çağıran bir soru, her hatıranın şimdi bir diken gibi batmasına neden olan bir soru, dedenin canını acıtan bir soru… Dedenin çikolata kokulu torunu yoktur artık yanında çünkü. Babası onu içinde -Allah korusun- ölüm ihtimalinin de bulunduğu bir bilinmeze götürmüştür. Baba yurdu onlara düşman olmuştur. Onlara yeni bir yer gerektir. Dede kaygılıdır, korkuludur, yorgundur, ne yapacağını bilememektedir. Bakkal bu sorusu ile dedenin günlerdir bastırmaya çalıştığı gözyaşı pınarlarının kapağını açmıştır. Ne desin dede? Önce susmuştur ve gözyaşları konuşmuştur, dilin yerine. Sonrasında dil “onlar çok uzaklara gitti, babası onu çikolata kokulu bir ülkeye, çikolataların ülkesine götürmek için yola çıktı, buraların çikolatası onlara yaramıyormuş, acı geliyormuş.” der acı acı. Yaşlı gözleriyle oradan kaçar gibi ayrılır dede. Torununu hatırlatan o bakkalın önünden geçmeyecektir artık. Torununu, torununun üzerine sinen çikolata kokusunu bir daha duyamayacağı korkusu kaplar dedeyi. Bu korkuyla yoluna devam eder dede. Bakkal da öylece arkadan bakakalır. Anlam veremez olan bitene.

Önce susmuştur ve gözyaşları konuşmuştur, dilin yerine. Sonrasında dil “onlar çok uzaklara gitti, babası onu çikolata kokulu bir ülkeye götürmek için yola çıktı, buraların çikolatası onlara yaramıyormuş, acı geliyormuş.” der acı acı.

Çikolata kokulu torun ve dedesi yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/cikolata-kokulu-torun-ve-dedesi/feed/ 0
Adalet Hanım’ın İronik Hikayesi https://hukukpenceresi.com/adalet-hanimin-ironik-hikayesi/ https://hukukpenceresi.com/adalet-hanimin-ironik-hikayesi/#respond Wed, 02 Dec 2020 22:50:28 +0000 https://hukukpenceresi.com/adalet-hanimin-ironik-hikayesi/   Nihayet yasa meclisten tüm partilerin desteğiyle geçmişti. Getirilen yeni düzenlemeyle hâkimlik mesleği ve bu meslek dahilinde gerçekleştirilen tüm eylemler geriye dönük olarak suç kabul edilmişti. Yasanın en göze çarpan maddeleri arasında yer alan „öngörememe suçu“, „uyumluluk yükümlülüğünü ihlal suçu“ ve „pişmanlık ve sadakat anlaşması“ hukuk dünyasında büyük bir heyecan yaratmıştı. Bu yasa maddeleri ile […]

Adalet Hanım’ın İronik Hikayesi yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
 

Nihayet yasa meclisten tüm partilerin desteğiyle geçmişti. Getirilen yeni düzenlemeyle hâkimlik mesleği ve bu meslek dahilinde gerçekleştirilen tüm eylemler geriye dönük olarak suç kabul edilmişti. Yasanın en göze çarpan maddeleri arasında yer alan „öngörememe suçu“, „uyumluluk yükümlülüğünü ihlal suçu“ ve „pişmanlık ve sadakat anlaşması“ hukuk dünyasında büyük bir heyecan yaratmıştı. Bu yasa maddeleri ile „kanunların geriye yürümezliği“ ilkesi gibi sosyal ve ekonomik büyümenin önündeki en sorunlu alan çözüme kavuşturulmuş oluyordu.

Haklı olarak ülkede yasayla birlikte ciddi bir gurur yaşanıyordu. Toplumun tüm kesimlerinde artık daha refah ve daha huzurlu bir ülke olmanın inancı tamdı. İşin en önemli yanı ise, hâkimlerin çoğunun da yapılan düzenlemeyi yerinde buluyor olmasıydı. Hâkimler camiasından gelen açıklamalarda, hâkimlik mesleğinin en ilkel toplumlarda dahi yerinin olmadığı vurgulanarak, yapılan düzenlemenin çok geç kaldığı ifade ediliyordu. Birçok hâkimin de üyesi olduğu bir dernek yetkilisi bir gazeteye verdiği röportajda, çoğu hâkimin kaderin bir sillesiyle bu işin içine düştüğünü, çoluk çocuk aç kalmasın diye, eve bir lokma ekmek sokmak için zorunlu olarak çalıştıklarını, düzenleme ile sırtlarında bir kambur gibi taşıdıkları yükten kurtulduklarını belirterek, yapılan çalışma nedeniyle hükümete kabul buyrulursa minnet ve teşekkürünü iletiyordu.

Maalesef her hâkim bu görüşleri paylaşmıyordu. Bir an önce tasfiye edilmesi gereken bu güruh, hâkimlik mesleğinin hala gerekli ve yerinde olduğu görüşünü savunuyorlardı. Düzenlemenin yasalaşmasının hemen ardından hâkimlik mesleği lağvedilerek, yerine yasa gereği „hükümet hadimliği“ mesleği ikame ediliyordu.

Hadimlik mesleğinin onur ve vakarına yakışacağı şaşmaz şaşırmaz bir heyet tarafından tespit edilen hâkimler, özlük hakları korunarak hadim olarak yeni görevlerine atandılar. Şimdi sıra yasa öncesi dönemden kalma (artık) hâkimlere gelmişti.

İşte bu atmosferde yasanın kesinleşmesinin akşamı Hâkime Adalet Hanım, evinden gözaltına alındı. Hiç itiraz etmeksizin evine gelen hükümet polislerine teslim oldu. Belli ki yapmış olduğu hatanın farkındaydı ve itiraz dahi edemiyordu. Yıllarca karar yazan ellerini, kendisine uzanan hükümet kelepçelerine usulca bıraktı. Ağlıyordu. Demek ki, hala vicdanı ölmemişti ve sızlıyordu. Sızlayan vicdanından sızan gözyaşları onu bekleyen akıbetten kurtaramayacaktı, tabi ki. İki gün gözaltında kaldıktan sonra Hükümet Hadimliğine tutuklanması talebiyle sevk edildi.

Hadim Bey, kürsüden aşağıya aşağılarcasına Adalet Hanım’a baktı. Çünkü o sadece aşağılanmayı hak ediyordu. Hadim Bey, yasa gereği karşısında duran toplum düşmanına haklarını hatırlatmadı. Yine yasa gereği avukat da atamadı. Hadim Bey, yasa gereği şüpheliyi dinlemesine bile gerek olmadığı halde sırf meraktan Adalet Hanım’ı dinlemeye karar verdi. Bu tenezzül biraz da Hadim Bey’in mütevazı kişiliğinden kaynaklanıyordu.

-Haydi, anlat bakalım, neler yaptın böyle? Hadim Bey zeki biriydi. İlk soruyu ucu açık bir şekilde sorarak suç ile ilgili daha fazla ayrıntı almayı hedefliyordu.

  -Ben de bilmiyorum, Sayın Hâkim Bey, pardon Hadim Bey. Bu ne aymazlıktı. Edepsizin olandan, bitenden haberi dahi yoktu galiba. Hadim Bey, zeki olmasının ve mütevazı kişiliğinin yanında aynı zamanda sabırlıydı. Karşısındaki kişinin cahilliğine kızmadı ve lütfederek şüphelinin üzerine atılı suçu açıklamaya başladı.

– Hâkimlik Mesleği’nin Yasaklanmasına Dair Yasanın İhlali Suçu’ndan buradasın. Yıllardır hükümetin bu ülkede tamamen muktedir olacağı günlerin geleceğini öngörmeyerek „Öngörememe Suçu“nu işledin. Bu öngörüsüzlük döneminde, ayrıca hikmeti hükümete tam itaat göstermeyerek „Uyumluluk Yükümlülüğünü İhlal Suçu“nu işledin.

– Doğrudur, Hadim Bey. Öngörüsüzlüğümü ve uyumsuzluğumu kabul ediyorum. Suçu işlediğim dönemde sadece önüme gelen dosyalarla ilgilendim. Başka şeylerle ilgilenme fırsatım olmadı. Ne televizyon izledim ne de gazete okudum. Havayı koklayamadım. Yağmurun nereye yağacağını göremedim. Yani hâkim, fehim, müstakim, emin, mekin ve metin olamadım galiba.

  – Sadece fehim olup, kafanı çalıştırsan yeterdi. Fazlasına gerek yoktu. Neyse, suçunu kabul etmen güzel. O zaman son bir husus kaldı. Yasa gereği sana hatırlatmam gereken bir şey var: Pişmanlık ve Sadakat Anlaşması. Adından da anlaşılacağı üzere bu bir anlaşma. Sen de kazanacaksın, devletlu hükümetimiz de kazanacak. Win win yani. Eğer geçmiş dönemde adalete bağlı olduğunu itiraf, bu nedenle pişmanlığını ilan ve bundan sonra hükümetimize her şart altında bağlılığına dair yemin edersen, kurtulacaksın. Ne dersin?

– Sayın Hakem Bey, bana zaman ayırıp, beni buraya davet ettiğiniz ve dinlediğiniz için teşekkür ederim. Sizlerin zamanını çaldığım için özür dilerim. Ailem adımı, adaletli olayım diye adalet koydu. Bana ismimle her hitap edilişinde, şu kâinatı dengede tutan adalet aklıma geliyor. Ben adaletten ayrılırsam, kâinat başıma yıkılır. Bu göçük altında ezilmektense, zindan içinde hapsedilmeyi tercih ederim.

Bu sözler Hadim Bey’i çok sinirlendirmişti.

– Alın bunu, diye bağırdı Hadim Bey. Hâkimlik Mesleğinin Yasaklanmasına Dair Yasanın İhlali suçundan tutuklusun. Artık bu ülkede hâkimlik yapılmayacağı bilinsin. Sizin gibilerin yeri ya zindanlar ya da sürgünler. Yaşasın adaletsizlik, yaşasın hükümet!

Adalet Hanım, hak ettiği yere gönderildi. Ülke bir hâkimin varlığından daha kurtulmuştu. Şu dışardaki güzel havayı bir hâkim daha solumayacaktı. Ülkeyi ne de güzel günler bekliyordu. Dikensiz bahçeler ne de güzeldi.

Adalet Hanım, yine ağlıyordu. Bu sefer yüzünde bir gülümseme de vardı. Sanki suçluluk hissi duymuyordu. Sanki yaptığından pişman değildi. Sanki başka bir şeye ağlıyordu.

Acaba neden ağlıyordu?

Adalet Hanım’ın İronik Hikayesi yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/adalet-hanimin-ironik-hikayesi/feed/ 0
The Night Of The 16th of July, Me And My Children https://hukukpenceresi.com/the-night-of-the-16th-of-july-me-and-my-children/ https://hukukpenceresi.com/the-night-of-the-16th-of-july-me-and-my-children/#respond Wed, 22 Apr 2020 22:38:58 +0000 https://hukukpenceresi.com/the-night-of-the-16th-of-july-me-and-my-children/   * The picture was drawn by the writer’s daughter when he was in prison. To use the expression “knocked on the door” or even “hammered on the door” would be an understatement of the enthusiasm of the police gathered at the front door that night. In any case “knocked the door down” could be […]

The Night Of The 16th of July, Me And My Children yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
 

* The picture was drawn by the writer’s daughter when he was in prison.

To use the expression “knocked on the door” or even “hammered on the door” would be an understatement of the enthusiasm of the police gathered at the front door that night. In any case “knocked the door down” could be more appropriate for the police’s actions. The doors of the Erzurum Justice Residency are all like the doors of a castle and that night the police were like attacking Janissaries, but the door resisted as they thumped and pounded on it. Later I found out that there wasn’t a battering ram in their hands, put at that moment I mistakenly believed that there was.

Me, my wife and my three children were very alarmed by the crazy banging on the door. Why didn’t the people outside adopt a more practical and peaceful approach and ring the bell to tell the people inside that they were at the door and wanted to come in? At moments like this, the phrase that we have “banging on the door like a debt collector” might come to mind, but this did not apply to my situation. As far as I knew, neither my wife nor I owed a debt to anyone. Furthermore what kind of debt collector uses a battering ram? Or maybe it was another possibility. The people outside were telling the people inside that this was the last exit before entering the tunnel, they were saying “escape before we get there, before we get into the room”. So they were actually helping us out. Could this be what was going on? To imagine so much philanthropy on the night of the 16th of July could only be because of a ridiculous and inappropriate optimism. Anyway, even if the sound of the people outside came to our ears and told us “we are coming”, where could we go? If you are on the fifth floor, it’s impossible to jump. Also, for what reason are you running away? Most likely it is all a mistake. This violent and furious bashing on my door must have no connection with me and my life. This misunderstanding needed to be cleared up and a stop put to this outrageous disturbance that was distressing me and my family. Put a stop to it? How naive of me!

In the end I went to open the door. If I hadn’t, and had delayed for any longer they would have knocked the door down and come inside anyway. “The door is state property” I said, “don’t damage it”. I went to the door and opened it with confused emotions. A dozen police of different shapes and varying heights stood around the door. Male, female, fat, skinny, tall, short, bearded, clean shaven, long haired and short haired officers were all there and created a pleasing combination. The police officer amongst them who seemed to be enjoying things the most showed me a search warrant he was holding and they all came in together. There was no battering ram. Then they said that they had an arrest warrant as well. Because of my professional experience I understood from their glances that they meant it was for me. I asked about my wife, who was a member of the same profession as me. Unfortunately they also had an arrest warrant for her. I was aware that in Turkish politics people who annoyed the government tended to end up in jail. Despite this I could not hold my tongue and now and then I had criticised that politician whom no one is allowed to criticise. Yes, maybe I had it coming. Why had I criticised the President! But what did they want with my wife, who if you asked her could not give the names of even five politicians? What had she, a mother on unpaid maternity leave whose ten month old baby still needs her milk, done? Still, this was what had happened. This was not the time or place to discuss all this. The search warrant and the arrest warrant were based on the crime of violating the constitution, that is of being involved in the coup. The chief public prosecutor thought it was a big deal. The police had come with this huge accusation against us and were certainly not going to return empty handed.

In the case of a fire there are some things that need to be saved first. And on this occasion there were also those who needed to be protected first from harm. After telling the police that they could begin their search (as if I had the luxury of saying no) I went to our children. I said that the people who had come were friends, and that they were going to spray all around our house against pests. They seemed convinced. This was a white lie. I didn’t think the pure white souls of the beautiful children would be offended by this white lie. As a father I was always saying it was necessary not to depart from the truth, even when that is a difficult thing to do. And at the same time I was now saying this lie, and it hurt my conscience like ice.

Anyway, I won’t bore you. They sprayed every part of our home very thoroughly. To maintain the children’s illusion that the officers were friends I offered them soft drinks. They didn’t accept, but no matter. We did have some nice little chats here and there. As much as possible I acted calmly. Bravo to me, even though accused of being a coup plotter, I managed to give the appearance to the children that everything was fine. I would say this was a performance worthy of an Oscar. In this way my white lie was kept intact. By doing this I temporarily (I hope) protected the children from the effects of the first shock.

In the coming months I found that it wasn’t just me who used these type of white lies. In this period quite a few mothers and fathers faced with the frightening violence of all the organs of the state were motivated to shield their children and you could say manipulated the children’s perceptions to achieve this. During my stay in prison I got to know people who in the eyes of their children were supposedly being trained, teaching a course, doing an apprenticeship or on holiday there behind bars. We made it seem like the knife at our throats was actually an olive branch being extended to us. Of course traces of these fictions still remain with us to some extent. Recently my daughter asked me, “That spraying for pests wasn’t true, was it Papa?” I was able to say no, and left it at that. She didn’t insist. I didn’t say anything more either. The subject was left there.

*Translator’s note – On the 15th of July 2016, there was an unsuccessful military coup attempt in Turkey against the government. The authorities responded immediately with a program of mass arrests of people considered opponents of the government. The story was originally written by a former Public Prosecutor in Turkey. His wife is a former judge. A short time after the coup attempt they were without a valid reason dismissed.  

Yazının Türkçe orjinal metnine buradan ulaşabilirsiniz: https://hukukpenceresi.com/16-temmuz-gecesi-ben-ve-cocuklarim

The Night Of The 16th of July, Me And My Children yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/the-night-of-the-16th-of-july-me-and-my-children/feed/ 0
Allah Kurtarsın (Aklıma Gelenler 7) https://hukukpenceresi.com/allah-kurtarsin-aklima-gelenler-7/ https://hukukpenceresi.com/allah-kurtarsin-aklima-gelenler-7/#respond Sun, 12 Apr 2020 00:00:00 +0000 https://hukukpenceresi.com/allah-kurtarsin-aklima-gelenler-7/   Cezaevindeyim artık. Sabahları kalktığımda, duvara yanaşık bir ranzanın alt katında buluyorum kendimi. Yanımda eşim yok, evin içinde koşturup duran çocuklar da. Yatağımın yanında bir sehpam ve üzerinde gelen mesajları ve gündeme düşen ilk haberleri takip edebileceğim akıllı bir telefonum da yok. Farklı bir manzara ile karşı karşıyayım. Yaşları 25 ile 50 arasında değişen pijamalı […]

Allah Kurtarsın (Aklıma Gelenler 7) yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
 

Cezaevindeyim artık. Sabahları kalktığımda, duvara yanaşık bir ranzanın alt katında buluyorum kendimi. Yanımda eşim yok, evin içinde koşturup duran çocuklar da. Yatağımın yanında bir sehpam ve üzerinde gelen mesajları ve gündeme düşen ilk haberleri takip edebileceğim akıllı bir telefonum da yok. Farklı bir manzara ile karşı karşıyayım. Yaşları 25 ile 50 arasında değişen pijamalı ve terlikli kişiler görüyorum. Daha öncesinde içlerinde en samimi olduğum kişi ile bile, gün içinde 15-20 dakikalığına bir çay bahanesi ile buluştuğum bu kişiler; benim meslektaşlarımdı. Şimdi onlar kader arkadaşlarım oldular ve onlarla yedi gün yirmi dört saat birlikteyiz. Bu insanlarla artık aynı tuvaleti kullanıyoruz, aynı yerde banyo yapıyoruz, aynı masada yemek yiyip, gün sonunda aynı odada uyuyoruz. Orada kader, hayatlarımızı avucunun içine alarak, bizi birbirimizle yoğuruyordu.

Bu insanları, sadece günlük halleri ile görmüyordum, tabi ki. Bir de onlar var, onlardan içeri. Cezaevinde insan ruhen çıplaktır. Duygularını saklamak istesen de orada, o küçücük yerde saklayamıyordun. Koğuş arkadaşlarımın en mahrem duygularını, o duygulara dokunabilecek kadar somut algılıyordum. Onların umutlarına, umutsuzluklarına, acılarına, sıkıntılarına, özlemlerine, sevinçlerine, öfkelerine ve de heyecanlarına tanıklık ediyordum. Bazen arkasında hasretin gizlendiği bir gözyaşına dokunuyor, bazen üzerine kavuşmanın hayalleri ile süslü bir gülümsemeyi tutuyor, bazen haksızlığa atarlanan kaşlarla karşılaşıyordum.

O ilk günlere dair ilk aklıma gelenleri 1M2D şeklinde formülize edebilirim: Mektup, dilekçe ve dua. Kapalı ve açık görüşmelere, o dönem izin verilmiyordu. O yüzden koğuştaki herkes mektupların gölgesine sığınmıştı. Orası öylesine hoş bir gölgeydi ki, kâğıttan bir sofranın üzerinde ailen ile bir güzel oturup, rahatsız edilmeden, annenin babanın elini öpebilir, hanımınla şakalaşabilir, çocuklarınla oyunlar oynayabilir, onlara masallar ve hikâyeler anlatabilirsin. O mektuplara, duygularımızı ve düşüncelerimizi suyun üzerine ebru yapar gibi resmediyor, bir zarfın içine sığdığı kadarını ailelerimize gönderiyorduk. Ama zarfların ağzını kapatmıyorduk. Cezaevi yönetimi, “siz zahmet etmeyin, onları biz kapatır, postaya veririz” deme inceliğini göstermişti çünkü. İlerleyen zamanlarda bu mektupların arasına “yıkılmadım, ayaktayım” içerikli fotoğraflarımızı da koyacaktık. En güzel pozlarımı göndermiştim aileme, arkadaşımdan bir pozluğuna ödünç aldığım gömlekle ya da 33’lük bir tespihle.

Bir de dilekçelerimiz vardı; hâkim ve savcıların kaldığı koğuştan, yine hâkim ve savcıların bulunduğu adliyelere giden sayfalarca dilekçeler. Tüm hukuki birikimimizi kullanarak, ne ince konulara değindik dilekçelerimizde, tahliyelerimizi umut ederek. Aramızda en vurdumduymaz olanımız, yani dilekçelerin hiçbir işe yaramayacağını düşünenler bile, dilekçelerini yazdılar, gönderdiler. Çoğumuzda kısa sürede tahliye olacağımıza dair bir umut vardı. Örneğin, tutuklandıktan sonra, yani 2016 yılı Temmuz sonu ve Ağustos ayı başlarında koğuşta, küçük bir anket yaptık. En karamsar olanımız, 2017 yılbaşısında herkesin tahliye olacağını söylemişti. Ben, öyle uçmuştum ki, 3. çocuğumun 28 Ağustos’taki doğum gününe yetişeceğimi düşünüyordum. Hatta “gelmeden kışın karı, göreceğim baharı” ifadesi ile tahliye umudumu bir mektubuma yazarak eşime göndermiştim. Dilekçelerle, umutlu bir bekleyişe geçilse de, sonradan yazışmalar bir masa tenisi oyununa dönüşerek sıradan bir hal aldı. Koğuşlardan adliyeye sayfalar dolusu argümanlarla, tahliye talepleri gidiyordu. Bir süre sonra ise, adliyelerden, koğuşlara gerekçesiz bir şekilde tahliye talebinin reddi kararları geliyordu. Hâkimlerin okuduklarından bile emin olamadığım o dilekçeler, adliyenin duvarlarına çarparak dönüyordu. Hele o dönem elime ulaşan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun ihraç kararı vardı ki, bu kararın hukuk dalında dünya gerekçesiz(veya gereksiz) karar tarihinin birincisi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

İkinci D ise, duaydı. Koğuşta, Allah’a bir yönelme gözlemliyordum. Başka ülkelerde var mı, bilmiyorum. Ama biz de, bilirsiniz, cezaevine düşene, “Allah kurtarsın” denir. Bu duada, belki yüzyıllardır bir türlü düzelmeyen adalet sistemimize halkımızın bir sitemi, bir eleştirisi varmış gibi gelir bana hep. Adil bir yargılamaya tabi tutulmadan cezaevine giren kişinin ve o kişinin yakınlarının adliyelerden bir beklentisi yoktur. İş, Allah’a kalmıştır. Hâkim ve savcılar, asla hukukun gereğini yapmayacaktır ve Allah dara düşen kulunu kurtaracaktır. Bence, tam da bu yüzden halkımız mahpusa, “Allah kurtarsın” der. Koğuşta yaşanan, o Allah’a yönelişte de sanki böyle bir saik vardı. Evet, dilekçeler yazıyorduk ama zamanla veya eşzamanlı esasen dilekçe gönderilmesi gereken merciin Allah olduğunu hissetmiştik sanki. “Allah’ım kurtar” diyorduk, kulunun bizi hapsettiği yerden. Daha önce dini olarak nasıl bir yaşantıya sahip olduğunu bilmediğim koğuş arkadaşlarım, avluda volta atarken elinde tesbih ile “Allah Allah” diyordu. Birçoğunun ellerini kaldırıp, samimi bir şekilde dua ettiğine şahitlik etmişimdir.

Ben de namaz kıldım, dualar ettim. Kendimce icatlar çıkardım. Mesela gece uyumak için yatağa girdiğimde, kendimce ailemin oturduğu istikamete doğru dönüyordum. Bildiğim Arapça ve Türkçe duaları okuyor ve o istikamete doğru üflüyordum. Rahatlıyordum, ailemi Allah’a emanet ediyordum. Kuranı Kerimi ve başkaca elime geçen dini kitapları okuyordum. Bela ve musibetlerin Allah’tan geldiğini, Allah’ın kulunu sınadığını, sonrasında kulunu sıkıntından kurtaracağını öğreniyordum. Peki, bunları daha önce bilmiyor muydum? Buna cevabım, “meğer bilmiyormuşum” olacak. Çünkü okumuşum, duymuşum ama anlamamışım.

Yine gözlemlediğim kadarıyla da zaten, cezaevine hâkim olan havada da Allah’a bir yönelme vardı. Koridorlarda veya revirde karşılaştığım, avludan diğer avluya konuştuğum herkes, her yaş ve meslek grubuna ait tutuklular umutlarını Allah’a bağlamıştı. Yargının çöktüğü, hâkim ve savcıların parti cübbesi giydiği, adaletin pul olduğu yerde kimsenin maalesef Türk yargısından ümidi yoktu. İlla da bir mahkemeden bahsedilecekse mahpuslar, bu diyarlardan çok uzakta dini, dili, ırkı bizden çok farklı olan hâkim ve savcılardan, AİHM’den karar bekliyorlardı. Evet, Allah kurtarsın, adaleti adaletsiz ellerden; hukuku, hukuksuz ellerden; mazlumu, zalimin elinden. Âmin.

Allah Kurtarsın (Aklıma Gelenler 7) yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/allah-kurtarsin-aklima-gelenler-7/feed/ 0
Yargının İpleri ve Alkışlar (Aklıma Gelenler 5) https://hukukpenceresi.com/yarginin-ipleri-ve-alkislar-aklima-gelenler-5/ https://hukukpenceresi.com/yarginin-ipleri-ve-alkislar-aklima-gelenler-5/#respond Sat, 07 Mar 2020 21:58:25 +0000 https://hukukpenceresi.com/yarginin-ipleri-ve-alkislar-aklima-gelenler-5/   Bir gece vakti Erzurum Adliyesi’nin koridorlarında Nöbetçi Sulh Ceza Hakimi’nin karşısına çıkmak için sıramı bekliyorum. Savcılık, ifadelerimizi aldıktan sonra tutuklanmamız talebiyle bizleri Sulh Ceza Hakimliği’ne sevk etmişti. Hâkim Bey, tutukluğa sevk edilen her şüpheliyi ayrı ayrı sorguya çekiyordu. Sorgusu biten kişiler, tutuklanıp tutuklanmadığını bilmeden duruşma salonundan çıkıyorlardı. Anlaşılan Hâkim Bey, her bir kişi ile […]

Yargının İpleri ve Alkışlar (Aklıma Gelenler 5) yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
 

Bir gece vakti Erzurum Adliyesi’nin koridorlarında Nöbetçi Sulh Ceza Hakimi’nin karşısına çıkmak için sıramı bekliyorum. Savcılık, ifadelerimizi aldıktan sonra tutuklanmamız talebiyle bizleri Sulh Ceza Hakimliği’ne sevk etmişti. Hâkim Bey, tutukluğa sevk edilen her şüpheliyi ayrı ayrı sorguya çekiyordu. Sorgusu biten kişiler, tutuklanıp tutuklanmadığını bilmeden duruşma salonundan çıkıyorlardı. Anlaşılan Hâkim Bey, her bir kişi ile ilgili kararını, herkesi dinledikten sonra toplu olarak verecekti.

Açıkçası savcının bana sorduğu
sorular, sürecin nasıl işleyeceğine dair fikir veriyordu zaten. O anlamsız sorular
sonrasında iki yol vardı. Ya benden vaktim çalındığı için özür dilenecekti ve
hayat kaldığı yerden devam edecekti. Ya da tutuklanıp cezaevine
gönderilecektim. O gece kimse benden özür dilemediğine ve üstüne tutukluluğa
sevk edildiğime göre ikinci seçenek daha olası görünüyordu. Sulh Ceza Hâkimi’nin
benden özür dilemesini beklemek de saflık olurdu.

Şaka bir yana hakkımda çoktan
karar verildiği belliydi aslında. Ben sadece cezaevi öncesi elindeki formu resmi
dairelerde dolaştıran bir vatandaş kıvamındaydım. Savcının imzasını aldıktan
sonra, bir de formu hâkime imzalatacaktım. O imza da tamamlandıktan sonra,
cezaevi müdürüne gidip belgeyi teslim edecektim. Kendimi hiçbir şekilde gerçek
bir yargılama faaliyetinin içinde hissetmiyordum.

Hakkımda karar verecek hâkim, eşimi serbest bırakan hâkimdi. Gariptir, eşimi serbest bırakan bu hâkime karşı minnet hissi taşıyordum. Kendisi hakkında büyük bir ihtimalle tutuklama kararı verecek bir hâkime karşı bir insan neden böyle şükran duyardı ki? Bu durumu “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” sözü açıklar herhâlde. Tutuklanma ihtimali bu nedenle beni çok korkutmuyordu. En azından eşim dışardaydı. Açıkçası, o sıralar içimde en fazla 5-10 gün yatar çıkarım rahatlığı da vardı.

Sonunda sıra bana geldi. Duruşma salonuna aldılar beni. Zaten öncesinde tanışıklığımız bulunan bu hâkimle selamlaştık. Eşim hakkında verdiği karar nedeniyle ona teşekkür ettim. Bu karar ona mı aitti, o da ayrı bir konu. Ama bu aşamada sahnede teşekkür edilecek o vardı en azından. Hâkim Bey mesleki kıdem olarak sadece benden değil, hakkında karar vereceği çoğu kişiden daha genç ve tecrübesizdi. Gayret etse de heyecanını ve mahcubiyetini saklayamıyordu. Kontrol onda değildi. Teşbihte hata olmaz. Kervan develerinin, bir sıra dâhilinde düzenli bir şekilde yol almaları için her birinin burnundan bir ip geçirilirmiş. Bu ipten çekildikçe, kervan ilerlermiş. Böylesi bir kervanda en arkadaki yavru deve önde ipi çeken annesine, “anne, ipi çok çekiyorsun, bilsen, burnum çok acıyor” demiş. Annesi de, “yavrum, burnunun acıdığını hiç bilmez olur muyum? Ama neylersin ki, ipin ucu bende değil”, demiş. Elbette, Hâkim Bey’in bir anne şefkati ile hareket ettiğini söyleyemem, ama bir haksızlık yaptığını, kendi burnundan geçen iple arkadakilerin canını yaktığını ve yakacağını biliyordu. Kendi canı da yanıyordu. Neylersin ki, ipin ucu onda değildi. Ben, o gün onun vicdanının sızladığını görebiliyordum. Kürsüde o an o, hür iradesi ile oturmuyordu. O benden önce zaten tutuklanmıştı adeta. Sanki burnuna veya vücudunun farklı yerlerine geçirilen görünmez iplerle yukardan bir kukla gibi hareket ettiriliyordu. Yüzü gülmüyordu, mutlu değildi. Ben savunmamı yaptım. Bir boşluğa seslendim yani. Sesime, ses yoktu. Hâkim, daha sonra kararını açıklayacağını söyledi. Duruşma salonundan çıktım.

Bir süre sonra, gözaltına alındığımız herkes ile birlikte hakkımızda kararın açıklanacağı duruşma salonuna alındık. Hâkim Bey, kara cübbesiyle kürsüde yerini almıştı. Ama yerinde duramıyordu. Bazen oturuyor, bazen kalkıyordu. Kararı açıklarken yaptığı konuşmada ilk şunu söyledi: “Siz dışarıdaki havayı bilmiyorsunuz”. Aslında başka bir şey demesine de gerek yoktu. Her şeyi bu giriş cümlesi ile açıklamıştı. Önündeki dosya içeriğine göre değil, dışardaki havaya göre karar verecekti. Öfkeli kalabalığın önüne bizlerin özgürlüğünü atarak onları sakinleştirecekti. Gerçekten sonradan anlıyorum ki o gün değil tutuklanmak, Erzurum meydanında yakılarak öldürülsek veya idam edilsek genel tablo içinde böylesi bir katliama kimse gıkını çıkarmazdı. Dışarda hava kötüydü. Sağlık kontrolüne bizim önümüzde giden başka bir araç içerisindeki meslektaşlara linç girişimi olmuştu.

Hakim Bey devam etti: “Hakkınızda tutuklama kararı veriyorum. HSYK yazısı var. Ama sizlerin dosyalarının bizzat takipçisi ben olacağım. Bir aya kadar bilgisayar gibi dijital veriler ile ilgili raporlar gelir. O zaman hepiniz serbest kalırsınız”. Henüz ortada olmayan bir raporun içindeki aleyhe delil ihtimaline ve HSYK yazısına istinaden tutuklanmıştık. Artık görünmez dediğim kuklanın ipleri görünür hale gelmişti. Hatta ip değil, bildiğin halatmış kürsüdekini hareket ettiren. Karar ona ait değil. İpi elinde tutan güce ait bir tasarruftu. O an film şeridi gibi gözaltına alındığım andan itibaren tüm adli işlemlerde karşılaştığım figürlerin hepsinin iplerini fark ediyordum şimdi. Aramada, gözaltında, ifadede ve sorguda… Yukardan sallanan ve karşılaştığım o figürleri hareket ettiren o kukla ipleri… Her şey şimdi daha net görülüyordu. Bir yargılama faaliyeti görünümlü, bir kukla gösterisi vardı. Hakim Bey de o an çocukça bizleri teselli etmeye çalışarak veya bizi çocuk yerine koyup avutarak gösteriye renk katıyordu.

İşte o an içimizden biri, bir hâkime
sorulabilecek en zor soruyu soruyordu: “Lütfen bize, bizi neden tutukladığınıza
dair somut bir delil gösterin”.  Zor bir
soruydu. Hâkim Bey sarsıldı, bir süre cevapsız kaldı. Kendisini tutan iplerin
ucundaki kişiler de dahi bir sarsılma oldu. Duruşma salonu ve kürsü sallandı.
Bütün dekor, mizansen ve sahne sallandı. Kuklanın ipleri, bir saatin sarkacı
gibi gidip geliyordu salonda artık. Gösteri tüm gerçekçiliğini yitirdi bu soru
karşısında. Ve Hâkim Bey, yapılabilecek en iyi ve tek şeyi yaptı. Topuk! Evet,
o kara cübbesi havada bir kavis yaptı o dönerken. Hızlıca arkasını döndü ve
kaçtı. Tek bir cevap bile vermeden, öylece arkasına bakmadan kaçtı. Aslında
kaçan o değildi tabi ki. Koca Yargı firar etmişti. Geride kalan bizler ise,
alkışladık. Bir kukla tiyatrosunun finalini alkışlayan izleyiciler gibi, bir
alkış tuttuk bu gösteriye. Giden Yargının ardından hüzünle alkış tuttuk bu
firara. Perde kapanmış ve bizler artık yeni evimiz olan mahpushanenin yolunu
tutuyoruz. Bu hüzünlü kukla gösterisinin ardından, firari Yargının bir gün geri
döneceğini umut ediyoruz.

Yargının İpleri ve Alkışlar (Aklıma Gelenler 5) yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/yarginin-ipleri-ve-alkislar-aklima-gelenler-5/feed/ 0
Yağmurlu Bir Gün (Aklıma Gelenler-3) https://hukukpenceresi.com/yagmurlu-bir-gun-aklima-gelenler-3/ https://hukukpenceresi.com/yagmurlu-bir-gun-aklima-gelenler-3/#respond Sun, 23 Feb 2020 11:24:46 +0000 https://hukukpenceresi.com/yagmurlu-bir-gun-aklima-gelenler-3/   Nusret Onur AKPEK Gayet normal başlayan bir akşamın gecesinde nezarethanedeyim. Hatırladığım kadarıyla bende uyunan ilk duygunun ciddiyetsizlik olduğunu söyleyebilirim. Yaşanan olayı ciddiye almama ya da alamama hali yakaladı önce beni. Başıma gelenler komik geliyordu bana. Gülesim vardı. Bu biraz da olaya herhangi bir anlam veremememden kaynaklıydı belki de. Olay sebep sonuç ilişkisinden kopuk ve […]

Yağmurlu Bir Gün (Aklıma Gelenler-3) yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
 

Nusret Onur AKPEK

Gayet
normal başlayan bir akşamın gecesinde nezarethanedeyim. Hatırladığım kadarıyla
bende uyunan ilk duygunun ciddiyetsizlik olduğunu söyleyebilirim. Yaşanan olayı
ciddiye almama ya da alamama hali yakaladı önce beni. Başıma gelenler komik
geliyordu bana. Gülesim vardı. Bu biraz da olaya herhangi bir anlam veremememden
kaynaklıydı belki de.

Olay
sebep sonuç ilişkisinden kopuk ve tuhaf bir şekilde seyrediyordu. Her gün sinekkaydı
tıraşı ve yıllardır giyele giyele üzerine yapışan takım elbisesi ile arzı endam
eden ben, bugün bir farklı görünüyordum. Sanki üzerimde birdenbire bir palyaço
kostümü bulmuş gibiydim. Evet, evet! Bu “yaman çelişki” ancak böyle izah
edilebilir. Sinekkaydı tıraşımın yerine abartılı ve rengârenk bir makyaj; takım
elbisemin yerine de bir palyaço kostümü vardı bende. Bu kostüm neden
üzerimdeydi, neden böyle bir makyaj? Hiçbir fikrim yoktu ama, üzerimde komik
duruyordu. Gülümsüyordum. Fakat bunu sadece ben fark ediyor olacağım ki, bu halim
sadece bana gülünç geliyordu. Örneğin polis memurları, bende az önce cinayet
işlemiş ve maktulden sıçrayan kanlarla elbisesinde suça ait izler bulunan bir
katil görüyorlardı. Onlar gayet ciddi görünüyorlardı.

Bendeki
ciddiyetsizlik halinin bir başka nedeni ise o zaman halen safça yargıya olan
güvenimin devam etmesiydi. Daha açık yazmak gerekirse, ortamlarda haktan
hukuktan söz açılınca mangalda kül bırakmayan meslektaşlarım beni yanıltmıştı
aslında. Onlara olan güvenim beni ciddiyetsizleştiriyordu. Nasıl olsa onlar göz
göre, ortada hiçbir şey yokken bizi mağdur edecek değildi. Her gün birlikte çay
kahve içtiğimiz, yemekhanede yemek yediğimiz, karşılıklı ziyaretlerde
bulunduğumuz bu hâkimler ve savcılar bir adaletsizliğin gerçekleşmesine izin
vermezlerdi, diye düşündüm. Ne bileyim, en azından halı sahada fena
oynamıyorlardı. Palandöken’de iyi de kayak yapıyorlardı. Erzurum’da nerde, ne
yenir konusuna da hâkimlerdi. Mutlaka mesleklerine de hâkim olmalıydılar.

Nezaretin
ilk gününde beni saran bu ciddiyetsizlik, biraz da koğuş arkadaşlarımın etkisi
ile yerini endişeye bırakmaya başladı. Kafamı karıştırdılar yani. Ben ne güzel,
ifademi verdikten sonra evin yolunu tutarım, diyordum. Ah! Ne safmışım. Ya
meslektaşlarım gerçekten dosyadaki delil durumuna değil de, dışardaki havaya,
siyasilerin ağzına bakarlarsa! Neyse yine de şimdilik evrene pozitif enerji
yaymalı, olumlu düşünmeliydim. Düşünmeliydim ama karamsarlık da bazen kara
bulutlar gibi üzerime çöküyordu.

Benimle
birlikte gözaltına alınan meslektaşlarımla birlikte nezarethanede üç gece
kaldık. Sabahında emniyette ifadelerimiz alınmadan doğrudan adliyeye sevk
edilecektik. Emniyetin önünde bizi bekleyen transporter tipi araçlara
bindirildik. Bencillik yaparak, çocukluğumdan beri gelen deneyimim ile kendimi
cam kenarına attım. Etrafta bizleri bekleyen eşlerimiz (benim eşim değil tabi,
onu biraz daha önce adliyeye götürmüşler), ailelerimiz, dostlarımız vardı.
Herkes bir yakını ile göz göze gelmeye çalışıyor, bir el sallayışlarına
karşılık vermek istiyordu. Ağlayanlar vardı, gülenler vardı. Onlar bize, biz
onlara bir şekilde iyi olduğumuzu ifade etmeye çalışıyorduk. Aracın pencere camının
iki üç parmak genişliğindeki aradan “iyiyiz” diye sesleniyorduk, sesimiz
yettiğince. Sesimizin yetmediği yerde işaret diliyle bir şeyler anlatmaya
çalışıyorduk. Her iki tarafta birbirini iyi olduklarına ikna etmeye
çalışıyordu. Annemi, babamı gördüm. Annem kucağında 10 aylık bebeğimi, torununu
tutuyordu ve bana gösteriyordu. Nezaretin ilerleyen günlerinde, eşimden bebeği
alıp anneme vermişler. Ben cam kenarında vaktimi doldurmuştum. Cam kenarını
daha fazla işgal etmemin yanımda oturan gözaltındaki diğer meslektaşlara
haksızlık olacağını düşünerek, yanımdakine yer verdim.

İşte
o an bir yağmur yağdı ama ne yağmur! Bir Temmuz günü, bu yağmuru, hele böylesi
şiddetli bir yağmuru kimse beklemiyordu. Kimse de şemsiye yoktu. Bizlere
yapılan bu haksızlığa gök ağlıyordu diyesim var ama abartmayayım şimdi. Aracın
içinden yakınlarımıza “gidin, ıslanmayın, beklemeyin” diyorduk. Onlar bizleri
dinlemiyor, yağmura aldırış etmeden bekliyorlardı. Gözaltındaki yakınlarını
yalnız bırakmayan yakınlarımızın bu onurlu duruşuna kadar, ben gözyaşlarımı gözaltına
almış, güçlü görünme niyetiyle, gözyaşlarımın dışarı çıkmasına izin
vermemiştim. Ama artık gözyaşlarımı tutamıyordum. Onlar yağmurda ıslanırken,
ben de firar eden gözyaşlarımla ıslanıyordum. Açık görüşlerde kız çocuklarının mahpus
babalarından görüş sonunda ayrılırken hüngür hüngür ağlamalarından ve attıkları
çığlıklarından sonra, geride bıraktığım bu döneme ait bende en derin izler
bırakan an bu andı. Yağmur altında sırılsıklam kalan ve yakınlarına bir an önce
kavuşmak için dudakları dualarla kıpır kıpır olan ailelere ait o kare…

Derler
ki, yağmur yağarken yapılan dualar kabul olurmuş. Yağmur yağarken ben de dua
ettim. O an adliyede olan eşim ve o an karşımda yağmur altında bekleyen annem
de dua etmiş. Sonra bu anları aramızda konuştuğumuzda şunu öğrendim: Üçümüzün
de ortak duası, eşimin tutuklanmaması olmuş. Annem demiş ki, “Allah’ım, bizim
oğlan tutuklansa da, en azından kızımı(gelinimi) bize bağışla”. Eşim demiş ki,
“birimiz tutuklanacaksak, o eşim olsun, o daha dayanıklı, çocuklara ben daha
iyi bakarım”. Ben de, “Allah’ım bu işin sonunda tutukluluk varsa, ben
tutuklanayım. Eşim kalsın” dedim. Peki, ne mi oldu? Tabi ki yağmur yağarken
yapılan dualar kabul oldu. Niye o dualarda, sonsuz hazineleri olan ve ummadık
yerlerden ummadık kapılar açan Yüce Rabbimizden azı talep ettik, bilmiyorum.
Acemilik mi dersin, panik hali mi? Oldu işte bir kere! O yağmuru
kaçırmayacaktık.

Yağmurlu Bir Gün (Aklıma Gelenler-3) yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/yagmurlu-bir-gun-aklima-gelenler-3/feed/ 0
16 Temmuz Gecesi, Ben Ve Çocuklarım https://hukukpenceresi.com/16-temmuz-gecesi-ben-ve-cocuklarim/ https://hukukpenceresi.com/16-temmuz-gecesi-ben-ve-cocuklarim/#respond Sat, 08 Feb 2020 01:04:21 +0000 https://hukukpenceresi.com/16-temmuz-gecesi-ben-ve-cocuklarim/   Nusret Onur Akpek “Kapı çalıyordu”, hatta “kapı dövülüyordu” ifadeleri, o gece kapıda bekleyen polislerin gayretlerini hafife almak olurdu. Herhâlde “kapı yıkılıyordu” ifadesi ile ancak polislerin hakkı layıkıyla teslim edilmiş olur. Erzurum Adliye Lojmanları’nın kale kapısı gibi kapılarına o gece yeniçeri askeri gibi polis dayanmıştı ve kapıyı adeta vura vura gümletiyorlardı. Sonradan ellerinde koçbaşları olmadığını […]

16 Temmuz Gecesi, Ben Ve Çocuklarım yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
 

Nusret Onur Akpek

“Kapı
çalıyordu”, hatta “kapı dövülüyordu” ifadeleri, o gece kapıda bekleyen
polislerin gayretlerini hafife almak olurdu. Herhâlde “kapı yıkılıyordu”
ifadesi ile ancak polislerin hakkı layıkıyla teslim edilmiş olur. Erzurum
Adliye Lojmanları’nın kale kapısı gibi kapılarına o gece yeniçeri askeri gibi
polis dayanmıştı ve kapıyı adeta vura vura gümletiyorlardı. Sonradan ellerinde
koçbaşları olmadığını zaten gördüm ama bende o an o hissi uyandırmışlardı.

Ben,
eşim ve üç çocuğum gerçekten kapımızın delicesine çalınması karşısında tedirgin
olmuştuk. Neden kapı ziline basmak gibi daha pratik ve daha barışçıl bir yöntem
ile dışardakiler, içerdekileri geldiklerinden ve içeri girmek istediklerinden
haberdar etmek istemedi? Bu anlarda insanın aklına gelebilecek “alacaklı gibi
kapıyı çalmak” sözümüz var ama bu benim durumuma uymazdı. Bildiğim kadarıyla ne
benim ne de eşimin kimseye borcu vardı. Ayrıca hangi alacaklının koçbaşı vardı
ki? Ya da şöyle bir ihtimal söz konusuydu. Dışardakiler, içerdekilere tünele
girmeden önceki son çıkıştan haber veriyor ve “biz gelmeden, içeri girmeden,
kaçın” diyorlardı. Yani bize iyilik yapıyorlardı. Evet, bu ihtimal söz konusu
olabilir miydi? Bu kadar iyilikseverlik, 16 Temmuz gecesi anlamsız ve yersiz
bir iyimserlik olurdu. Hem kaçın, biz geliyoruz diyen dışardakilerin sesine
kulak verip nereye gidecektik? Beşinci kattasın, atlasan olmaz. Bir de neden
kaçacaksın ki? Muhtemelen bir yanlışlık vardı. Kapımın bu şiddette ve bu hiddette
çalınmasını gerektirecek hiçbir işim ve ilişkim yoktu. Bu yanlışlığın
düzeltilmesi ve beni ve ailemi tedirgin eden bu kabalığın da tedip edilmesi
gerekti. Tedip mi? Ne safım!

Nihayet
kapıyı açmaya yöneldim. Yoksa zaten biraz daha geciksem kapıyı yıkıp içeri gireceklerdi.
Biraz da “kapı devlet malıdır, zarar gelmesin” diyerek ve arz ettiğim karışık
duygularla yetiştim kapıya, açtım kapıyı. Bir düzine farklı eşkâl ve boylarda
polis kapının önünde duruyordu. Erkek, kadın, kilolu, zayıf, uzun, kısa,
sakallı, traşlı, uzun saçlı, kısa saçlı tiplerle güzel bir kombin olmuşlardı.
İçlerinde yaptığı işi en keyifle yapan polis memuru elinde bulunan arama
kararını gösterdi ve hep birlikte içeri girdiler. Koçbaşı yokmuş. Sonrasında
ellerinde gözaltı kararı olduğunu söylediler. Meslek tecrübeme dayanarak polislerin
bakışlardan beni zaten gözlerine kestirdiklerini anlamıştım. Aynı mesleğe mensup
olduğum eşimi sordum. Maalesef onun da hakkında gözaltı kararı vardı. Siyasetin
gıcık olduğu tiplerin ensesine yapışmak gibi bir âdeti olduğu gerçeğinin
farkındaydım ve ben arada sırada dilimi tutamayıp zülfü yâre dokunuyordum.
Evet, belki ben hak etmiştim! Ne haddime onu bunu eleştirmek! Ama sorsan beş
tane bile siyasetçi adını sayamayacak eşimden ne istiyorlardı? Henüz anne
sütüne muhtaç 10 aylık bebeğiyle ücretsiz doğum iznini kullanan bir anne ne
yapmıştı? Evet, olan olmuştu. Bu mevzuyu tartışmak için zaman, zemin ve muhatap
sıkıntısı da vardı. Arama ve gözaltına dayanak yapılan suç Anayasayı İhlal,
yani darbe suçuydu. Başsavcılık, elini baya yüksek tutuyordu. Elinde bu koca
suçlama ile gelen polisler, elbette elleri boş dönmeyecekti?

Yangında
ilk kurtarılacaklar vardır. Yıkım etkisine neden olacak bu olayda da
kurtarılması gerekenler vardı. Yargı kararlarına sonsuz güvenle(!) polislere
aramaya tabi ki başlayacaklarını söyledikten sonra (sanki hayır arayamazsınız deme
lüksüm var gibi) doğruca çocuklara yöneldim. Gelenlerin arkadaşlarım olduğunu
ve evin her yerinde böcek ilaçlaması yapacaklarını söyledim. İkna olmuş
göründüler. Bu yalanın rengi beyazdı. Güzel çocukların o bembeyaz ruhları için
bu beyaz yalanın mahzuru olmadığını düşündüm. Bir baba olarak her şartta,
şartlar aleyhe olsa da doğrudan ayrılmamak gerektiğini söyleyen ben, vicdanımda
bir sızı ile bildiğin böylece buz gibi yalanı söyledim.

Neyse,
lafı uzatmayayım. Evin her yerini bir güzel ilaçladılar! Çocuklarda gelenlerin
arkadaşım oldukları izlenimini uyandıracak şekilde soda da ikram ettim. Kabul
etmediler ama olsun. Yer yer güzel kısa sohbetlerimiz de oldu. Mümkün olduğu
kadar sakin davrandım. Darbe suçlamasına maruz kalan biri olarak çocuklara “her
şey yolunda gidiyor” görüntüsü verdim ya, helal olsun bana. İşte buna “oskarlık
bir performans” derim. Böylece benim beyaz yalan tuttu. Geçici olarak bulduğum
bu tedbir ile o ilk darbede çocukların psikolojisini kurtardım(gibi).

İlerleyen
zamanlarda gördüm ki, böylesi beyaz yalanlara başvuran sadece ben değilim.
Birçok anne baba bu süreçte devletin tüm organları ile yönelttiği o korkunç şiddete
karşı bir perde, bir kalkan niyetiyle çocuklarını koruma güdüsüyle hareket
ederek, tabiri caizse “algı operasyonları” yapmış. Cezaevinde kaldığım dönemde
çocuğunun nazarında orada parmaklıklar ardında güya eğitim alan, eğitim veren,
staj yapan veya tatil yapan birçok kişi tanıdım. Boynumuza sallanan haksız bir
kılıcı, bize uzatılan zeytin dalı gibi göstermiştik. Tabi bu kurgu bir yere
kadar sürdü ve kızım geçenlerde bana sordu: “O ilaçlama yalandı, değil mi,
baba?” diye. Evet diyebildim. Orda bıraktım. O üstelemedi. Ben devam etmedim. Konu
öylece kaldı.

16 Temmuz Gecesi, Ben Ve Çocuklarım yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/16-temmuz-gecesi-ben-ve-cocuklarim/feed/ 0
Dostu Beklerken https://hukukpenceresi.com/dostu-beklerken/ https://hukukpenceresi.com/dostu-beklerken/#respond Tue, 28 Jan 2020 21:07:55 +0000 https://hukukpenceresi.com/dostu-beklerken/   Nusret Onur Akpek İçerde tutsak kaldı, dışarda yitik, Yarın gelir derken, yıllarca bekledik. Her gün rüyasını gördüğümüz vuslat, Avcumuzun içinde bir dua şimdilik. — Harama uzanmayan o ellerine, Mazgaldan bırakılır bir mektup yine. Zarfın birini aç, ötekini kapat! Yarin haberiyle avunur o sine. — Zemin kara beton, etraf yüksek duvar Cezaevi demişler, bildiğin mezar. […]

Dostu Beklerken yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
 

Nusret Onur Akpek

İçerde tutsak kaldı, dışarda yitik,

Yarın gelir derken, yıllarca bekledik.

Her gün rüyasını gördüğümüz vuslat,

Avcumuzun içinde bir dua şimdilik.

Harama uzanmayan o ellerine,

Mazgaldan bırakılır bir mektup yine.

Zarfın birini aç, ötekini kapat!

Yarin haberiyle avunur o sine.

Zemin kara beton, etraf yüksek duvar

Cezaevi demişler, bildiğin mezar.

Şimdi oradadır, bu günahsız hayat.

Yusuftur artık, Mısır’a ferman yazar.

Sayımda eksik yoksa, her şey tamamdır.

Avluya çıkış yasak, vakit akşamdır.

Yokluğunda her günümüz bir tokat,

Beklerken yollarını gülmek haramdır.

Sen çık da, gök mavi olsun, güneş sarı.

Çiçekler açsın, seyredelim baharı.

Sevinçle uçuşalım biz kanat kanat

Eteklerinden yakalayıp rüzgarı.

Dostu Beklerken yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/dostu-beklerken/feed/ 0