Yağmurlu Bir Gün (Aklıma Gelenler-3)

Yağmurlu Bir Gün (Aklıma Gelenler-3)

 

Nusret Onur AKPEK

Gayet
normal başlayan bir akşamın gecesinde nezarethanedeyim. Hatırladığım kadarıyla
bende uyunan ilk duygunun ciddiyetsizlik olduğunu söyleyebilirim. Yaşanan olayı
ciddiye almama ya da alamama hali yakaladı önce beni. Başıma gelenler komik
geliyordu bana. Gülesim vardı. Bu biraz da olaya herhangi bir anlam veremememden
kaynaklıydı belki de.

Olay
sebep sonuç ilişkisinden kopuk ve tuhaf bir şekilde seyrediyordu. Her gün sinekkaydı
tıraşı ve yıllardır giyele giyele üzerine yapışan takım elbisesi ile arzı endam
eden ben, bugün bir farklı görünüyordum. Sanki üzerimde birdenbire bir palyaço
kostümü bulmuş gibiydim. Evet, evet! Bu “yaman çelişki” ancak böyle izah
edilebilir. Sinekkaydı tıraşımın yerine abartılı ve rengârenk bir makyaj; takım
elbisemin yerine de bir palyaço kostümü vardı bende. Bu kostüm neden
üzerimdeydi, neden böyle bir makyaj? Hiçbir fikrim yoktu ama, üzerimde komik
duruyordu. Gülümsüyordum. Fakat bunu sadece ben fark ediyor olacağım ki, bu halim
sadece bana gülünç geliyordu. Örneğin polis memurları, bende az önce cinayet
işlemiş ve maktulden sıçrayan kanlarla elbisesinde suça ait izler bulunan bir
katil görüyorlardı. Onlar gayet ciddi görünüyorlardı.

Bendeki
ciddiyetsizlik halinin bir başka nedeni ise o zaman halen safça yargıya olan
güvenimin devam etmesiydi. Daha açık yazmak gerekirse, ortamlarda haktan
hukuktan söz açılınca mangalda kül bırakmayan meslektaşlarım beni yanıltmıştı
aslında. Onlara olan güvenim beni ciddiyetsizleştiriyordu. Nasıl olsa onlar göz
göre, ortada hiçbir şey yokken bizi mağdur edecek değildi. Her gün birlikte çay
kahve içtiğimiz, yemekhanede yemek yediğimiz, karşılıklı ziyaretlerde
bulunduğumuz bu hâkimler ve savcılar bir adaletsizliğin gerçekleşmesine izin
vermezlerdi, diye düşündüm. Ne bileyim, en azından halı sahada fena
oynamıyorlardı. Palandöken’de iyi de kayak yapıyorlardı. Erzurum’da nerde, ne
yenir konusuna da hâkimlerdi. Mutlaka mesleklerine de hâkim olmalıydılar.

Nezaretin
ilk gününde beni saran bu ciddiyetsizlik, biraz da koğuş arkadaşlarımın etkisi
ile yerini endişeye bırakmaya başladı. Kafamı karıştırdılar yani. Ben ne güzel,
ifademi verdikten sonra evin yolunu tutarım, diyordum. Ah! Ne safmışım. Ya
meslektaşlarım gerçekten dosyadaki delil durumuna değil de, dışardaki havaya,
siyasilerin ağzına bakarlarsa! Neyse yine de şimdilik evrene pozitif enerji
yaymalı, olumlu düşünmeliydim. Düşünmeliydim ama karamsarlık da bazen kara
bulutlar gibi üzerime çöküyordu.

Benimle
birlikte gözaltına alınan meslektaşlarımla birlikte nezarethanede üç gece
kaldık. Sabahında emniyette ifadelerimiz alınmadan doğrudan adliyeye sevk
edilecektik. Emniyetin önünde bizi bekleyen transporter tipi araçlara
bindirildik. Bencillik yaparak, çocukluğumdan beri gelen deneyimim ile kendimi
cam kenarına attım. Etrafta bizleri bekleyen eşlerimiz (benim eşim değil tabi,
onu biraz daha önce adliyeye götürmüşler), ailelerimiz, dostlarımız vardı.
Herkes bir yakını ile göz göze gelmeye çalışıyor, bir el sallayışlarına
karşılık vermek istiyordu. Ağlayanlar vardı, gülenler vardı. Onlar bize, biz
onlara bir şekilde iyi olduğumuzu ifade etmeye çalışıyorduk. Aracın pencere camının
iki üç parmak genişliğindeki aradan “iyiyiz” diye sesleniyorduk, sesimiz
yettiğince. Sesimizin yetmediği yerde işaret diliyle bir şeyler anlatmaya
çalışıyorduk. Her iki tarafta birbirini iyi olduklarına ikna etmeye
çalışıyordu. Annemi, babamı gördüm. Annem kucağında 10 aylık bebeğimi, torununu
tutuyordu ve bana gösteriyordu. Nezaretin ilerleyen günlerinde, eşimden bebeği
alıp anneme vermişler. Ben cam kenarında vaktimi doldurmuştum. Cam kenarını
daha fazla işgal etmemin yanımda oturan gözaltındaki diğer meslektaşlara
haksızlık olacağını düşünerek, yanımdakine yer verdim.

İşte
o an bir yağmur yağdı ama ne yağmur! Bir Temmuz günü, bu yağmuru, hele böylesi
şiddetli bir yağmuru kimse beklemiyordu. Kimse de şemsiye yoktu. Bizlere
yapılan bu haksızlığa gök ağlıyordu diyesim var ama abartmayayım şimdi. Aracın
içinden yakınlarımıza “gidin, ıslanmayın, beklemeyin” diyorduk. Onlar bizleri
dinlemiyor, yağmura aldırış etmeden bekliyorlardı. Gözaltındaki yakınlarını
yalnız bırakmayan yakınlarımızın bu onurlu duruşuna kadar, ben gözyaşlarımı gözaltına
almış, güçlü görünme niyetiyle, gözyaşlarımın dışarı çıkmasına izin
vermemiştim. Ama artık gözyaşlarımı tutamıyordum. Onlar yağmurda ıslanırken,
ben de firar eden gözyaşlarımla ıslanıyordum. Açık görüşlerde kız çocuklarının mahpus
babalarından görüş sonunda ayrılırken hüngür hüngür ağlamalarından ve attıkları
çığlıklarından sonra, geride bıraktığım bu döneme ait bende en derin izler
bırakan an bu andı. Yağmur altında sırılsıklam kalan ve yakınlarına bir an önce
kavuşmak için dudakları dualarla kıpır kıpır olan ailelere ait o kare…

Derler
ki, yağmur yağarken yapılan dualar kabul olurmuş. Yağmur yağarken ben de dua
ettim. O an adliyede olan eşim ve o an karşımda yağmur altında bekleyen annem
de dua etmiş. Sonra bu anları aramızda konuştuğumuzda şunu öğrendim: Üçümüzün
de ortak duası, eşimin tutuklanmaması olmuş. Annem demiş ki, “Allah’ım, bizim
oğlan tutuklansa da, en azından kızımı(gelinimi) bize bağışla”. Eşim demiş ki,
“birimiz tutuklanacaksak, o eşim olsun, o daha dayanıklı, çocuklara ben daha
iyi bakarım”. Ben de, “Allah’ım bu işin sonunda tutukluluk varsa, ben
tutuklanayım. Eşim kalsın” dedim. Peki, ne mi oldu? Tabi ki yağmur yağarken
yapılan dualar kabul oldu. Niye o dualarda, sonsuz hazineleri olan ve ummadık
yerlerden ummadık kapılar açan Yüce Rabbimizden azı talep ettik, bilmiyorum.
Acemilik mi dersin, panik hali mi? Oldu işte bir kere! O yağmuru
kaçırmayacaktık.

[ad_2]

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir