Hukuk Penceresi https://hukukpenceresi.com/ Zulüm karanlığına ışık saçan pencere Fri, 26 Apr 2024 22:07:21 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hukukpenceresi.com/wp-content/uploads/2022/06/indir-150x150.jpeg Hukuk Penceresi https://hukukpenceresi.com/ 32 32 Milletten Umut Kesilmez! https://hukukpenceresi.com/milletten-umut-kesilmez/ https://hukukpenceresi.com/milletten-umut-kesilmez/#respond Fri, 26 Apr 2024 22:05:43 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=9246 Türkiye’de 31 Mart seçimlerinde hiç kimsenin beklemediği bir sonuç ortaya çıktı. AKP ve Erdoğan adeta sandığa gömüldü. İşin ilginç yanı muhalefet de olayı şaşkınlıkla seyretti. Seçim sürecinde, meydanlarda veya ekranlarda muhalefet partileri yoktu. Sandık başından haber veren Oy ve Ötesi gibi gruplar yoktu. Bu yüzden seçim sonuçlarını kimse sahiplenemedi de! Seçim sonuçları ile ilgili olarak […]

Milletten Umut Kesilmez! yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Türkiye’de 31 Mart seçimlerinde hiç kimsenin beklemediği bir sonuç ortaya çıktı. AKP ve Erdoğan adeta sandığa gömüldü. İşin ilginç yanı muhalefet de olayı şaşkınlıkla seyretti. Seçim sürecinde, meydanlarda veya ekranlarda muhalefet partileri yoktu. Sandık başından haber veren Oy ve Ötesi gibi gruplar yoktu. Bu yüzden seçim sonuçlarını kimse sahiplenemedi de!

Seçim sonuçları ile ilgili olarak birçok şey yazıldı çizildi. Öne çıkan ortak vurgu “seçmenin menfaatçiliği(!)” oldu. Yani seçmen, yine kendini muhaliflere beğendiremedi. Önceki seçimlerde, muhalefetin kullandığı, yolsuzluk, hukuksuzluk ve adaletsizlik vurgusu, “vatan elden gidiyor”, “bu son şans” gibi korkutma propagandalarının hiçbirine değer vermemişti. Bu konuların seçmende makes bulmamasının temel sebebine dair ipuçlarını yazımızın sonunda bulabileceksiniz. Bu kez ise kendinden tamamen umut kesildiği, hiç umursanmadığı dönemde muhalefet partilerine oy verdi.

“Seçimin üzerinden bir ay geçti böyle bir girişe ne gerek var?” diye sorabilirsiniz. Hatta bazı okurlarımız ilk iki paragraftan sonra “Aynı lakırdıları, üstelik bir ay sonra niye okuyayım!” diyerek yazıyı tamamlamamış bile olabilirler.

Burada vurgu yapmak istediğimiz husus, demokrasi ile yönetilen ülkelerde en temel karar organı her halükarda millettir. Politikacıların çabası, halkları kendini desteklemek için ikna etmekten ibarettir. Yetkiyi alır, sonra o yetki süresince vaatlerini yerine getirmeye çalışır. Seçimi kaybedenler de gelecek seçimlerde başarı elde etmek için, ikna çabalarına yeni vaadler ve taktikler eklemeye çalışır. En azından teorik olarak bu böyledir.

Demokrasinin ilginç bir cilvesi şudur: toplumsal bünye ve kamu vicdanı bir şeyi benimsemediğinde eninde sonunda ondan kurtulacaktır. İnsanlık tarihi bu konuda örneklerle doludur. Bu bazen çok zor olur, bazen sadece zor olur.

Türkiye’de 15 Temmuz’dan bu yana yaşanan acılara dair korkunç istatistiki veriler var. Olup biteni soykırım veya insanlığa karşı suç olarak tanımlayanlar hiç de haksız değil. Durum bu iken sosyal medyada “milletin umursamazlığı”, “milletin duyarsızlığı” acımasızca eleştiriliyor. Hatta sorumlu olarak “umarsız millet(!)” gösteriliyor.

Peki toplum gerçekten umarsız mı? Yoksa arada başka bir şeyler mi var?

Türkiye toplumunu tanımlamak için kullanılan sıfatlardan öne çıkanı hiç şüphesiz “duygusal”dır. Türkiye’de yaşayan haklar “romantik”’tir. “Mağdur”un yanındadır. Bu mağdurun kadın, çocuk, yaşlı, hasta veya sadece öteki(!) olması tercih sebebidir. Hatta kediler, köpekler, leylekler bile bu “mağdur” merkezli romantizmden destek bulmuşlardır. Son örneklerden biri Kedi Eros için kitlelerin sosyal medyada ve duruşma salonu önünde gösterdiği tepkilerdi.

Kedi Eros için ortalığı yıkan halk ile ilgili haklı olarak şu soruları sorabilirsiniz:

AİHM Büyük Dairesinin emsal karar niteliğinde Yalçınkaya kararındaki kriterlere göre beraat etmesi muhakkak olan ağır engelli Şerife Sulukan’ın durumuna neden toplum sessiz kalıyor? Ya da down sendromlu %90 engelli ve 11 yaşında olmasına rağmen 8 kez böbrek ameliyatı olmuş Elif Sinem Sarıçicek’e yasal gereklilik ve Adli Tıp Kurumu raporlarına rağmen annesi neden verilmiyor, neden tahliye edilmiyor. Buna benzer onlarca mağduriyet sosyal medyada günlük olarak dönüyor.

Millet aynı millet, zulüm benzer zulüm, mağdurlar da kadın ve çocuklar. Peki bu sessizlik neden?

İşte mağduriyetleri duyurma, zulmü durdurma derdinde olanların öncelikle, bu “neden?” sorusunu sorması gerekir.

Biz burada bu soruya bir yönü ile cevap bulmaya çalışacağız. Kanaatimizce temel sorun nefret söylemleridir. Devleti yöneten siyasetçi ve bürokratlar kendi uydurdukları, içini kendilerinin doldurduğu, sınırlarını daha doğrusu sınırsızlığını kendilerinin belirlediği nefret söylemleri ile sürdürülebilir bir düzen kurmayı hedeflemektedirler.  Canlı tutulmak için bir servet harcanan, devlet gücünün tüm unsurlarının kullanıldığı nefret söylemleri mağdurların etrafını büyük surlarla çevirmektedir. Mağdurların sesleri toplumun geri kalanına ulaşamamaktadır. Ulaşsa bile bu mağduriyet muhatabına kodlanarak erişebilmektedir. Bu durum şuna benzer, masum bir mail mail programındaki spam ayarlarında yer alan özel kelime ve işaretler yüzünden gelen kutusu yerine spam kutusuna düşmektedir. Haliyle kişi uzun zaman sonra veya iş işten geçtikten sonra mailden haberdar olabilmektedir. İşte nefret söylemleri toplumun algılarını bozmaktadır, mağdurun yardım çığlıkları doğru bir şekilde anlaşılamamakta, muhataplar tarafından idrak edilememektedir, bu yüzden tesir oluşturmamaktadır.  

İktidar malum olduğu üzere muhalif herkese “Terörist”, “PKK’lı” veya “F.TÖ’cü” diyerek onları ötekileştirip, damgalamaktadır. Yandaş medyanın yanı sıra, %2’lik küçük bir alana sıkışmış olan muhalif medya da iktidarla aynı söylemi kullanma talihsizliğinin içindedir. Siyasi yargılamalar nedeniyle mağdur edilen insanlarla ilgili haberler şu şekilde servis edilmektedir: “F.TÖ’cü falancanın kızı intihar etti”, “F.TÖ’den tutuklu, falancanın eşi ziyaret yolunda trafik kazasında öldü.”, “Meriç’te ülkeden kaçmaya çalışan F.TÖ’cülerin botu alabora oldu”.

Yandaş ve muhalif medyanın nefret söylemini bu şekilde kullanması mağdurların yardım çığlıklarına virüsler bulaştırmakta, onları anlamsızlaştırmaktadır.  Kafalarda çelişkili bir mağduriyet oluşturmaktadır. Önyargılarla damgalanan mağdurlar hakkında  “amalı”, “fakatlı”  cümleler kurulmaktadır. Bu “amalar” ve “fakatlar”la işaretlenen mağduriyetler iktidar tarafından bilinç altlarında oluşturulan çekmecelere, dosyalara doldurulmaktadır. Halbuki ait oldukları yer “Kedi Eros”a ayrılan yerdir.

Peki bu şekilde mağduriyetlerin anlamsızlaştırılması tesadüfen mi gerçekleşti? Yoksa bir planın parçası mı?

Bu soruya en iyi cevap soykırım suçunu ve adımlarını tanımlayan metinlerde bulunabilecektir. Soykırımın 10 adımı şu şekilde sıralanabilecektir. Sınıflandırma, sembolleştirme, ayrımcılık, insandışılaştırma, organizasyon, kutuplaştırma, hazırlık, zulüm, imha ve inkardır. Görüldüğü ve yaşandığı üzere, nefret söylemleri bu aşamaların olmazsa olmazı olup bir plan dahilinde üretilip, içi doldurulup kullanılmaktadırlar.

Ruanda ve Almanya’daki soykırımlarda yok edilmeye maruz kalan insanlar nefret söylemleri ile toplumun geri kalanından koparılmıştır. Onların acıları “ama”lar barındıran cümlelerle muhataplarında etki doğuramamıştır. Ne zaman nefret söylemi beslenemez, insanların bedenlerinin ve ruhlarının içinde kaynatıldığı kazanların altına yeni odunlar atılamaz olmuş, o gün toplumun geri kalanında farkındalıklar oluşmaya başlamıştır. İnsanlar gözlerinin önünde gerçekleşen vahşete “biz bilmiyorduk”, “öyle miymiş” şeklinde tepki gösterebilmişlerdir. Soykırımlarda, nefret söylemleri ile birlikte kullanılan “güvenlik”, “mücadele”, “savunma” gibi kavramlar, kötülüğü kamu vicdanında yapay bir şekilde meşrulaştırmıştır(!). Bu yüzden insanlar rahat bir şekilde zulümlerden habersiz(!) olduklarını ifade edebilmişlerdir.

Türkiye’de de yaşanan durum Ruanda veya Almanya’dan farksızdır. Nefret söylemleri insanları duyarsızlaştırmaktadır. Hassasiyetler törpülenmektedir. Kötülük sıradanlaşmaktadır. Duygusal Türkiye toplumunun, bu duygusallığı farklı açılardan kamçılanmaktadır. Bir yandan güvenlik, korku, düşmanlık öne çıkarılırken, öte yandan mağdur “terörist”, “baği”, “kafir”, “münafık”, “hain” gibi nefret söylemini güçlendiren dini, ahlaki veya siyasi kavramların yardımı ile yok edilmesi gerekenler safına konulmaktadır. Bu durumda mağdurun kadın, hasta, yaşlı, hamile, bebekli ve çocuk olması ve hatta yıllarca alkışlanan milli sporcu olmasının bir önemi kalmamaktadır. İnsanlar onları “gerçek bir mağdur” olarak  algılayamamaktadır.

Soykırım yöntemlerindeki bir diğer hile ise, mağduru da toplumun geri kalanına karşı “öfkelendirmek”, “küstürmek”tir. Mağdur da duygusal olarak toplumdan koparılmalıdır. Böylece çok daha kolay aşırı uçlara sürüklenebilecek ve hatta terörize edilebilecektir. Mağdur bu öfkesinin etkisiyle, kendi elleriyle zalimin ilmeğini boğazına geçirmiş olacaktır. Eski bir başbakanın IŞID terör örgütü üyeleri hakkındaki “bir grup öfkeli genç” tanımlamasında yer alan “öfke” budur. Kirli siyaset için bu “öfke patlamaları” hem hedef hem de “Allah’ın lütfu” olacaktır. Siyaset terörü manipülasyon amacıyla kullanabilmenin yanı sıra sürdürülebilir bir istikrarsızlıktan beslenen sürdürülebilir bir iktidar sağlamış olacaktır.

Yapılması gereken nedir?

Öncelikle toplumun geri kalanından umut kesilmemelidir. Siyasetin ekmeğine yağ sürecek şekilde asla köprüler atılmamalıdır. Toplumun geri kalanına erişilmeli, diyalog güçlendirilmelidir. İkinci adım olarak ısrarla kötülükler anlatılmalıdır. Birilerinin görmemesi, herkesin görmediği anlamına gelmez. Kötülükler, resmi karar organlarında zulüm olarak, failler ise “zalim” olarak tescillenmelidir. Böylece zulmün ömrü kısalacaktır. Yeni gelen iktidarlar kendilerine “zalim” dedirmemek için zulmü sürdüremeyeceklerdir.

İktidar gücünü elinde bulunduran ve bu gücü soykırım yada insanlığa karşı suçlar işlemek için kullananların “nefret” söylemleri belirlenmelidir. Bu nefret söylemleri ile sadece Türkiye sınırları içinde değil, dışında da mücadele edilmelidir. Uluslararası kurum ve kuruluşlar ile sivil toplum örgütlerine bu nefret söylemlerinin verdiği hasarlar, aldığı canlar rapor edilmelidir. Nefret söylemleri ile mücadele eden sivil inisiyatifler oluşturulmalıdır.

Unutmayalım tiranlar halkları kolaylıkla yönetebilmek için araya duvarlar örer.  Bu görünmeyen duvarlar sosyal hapishanelerdir. Durun o kadar vahimdir ki baba bir hücrede, oğul ise bir başka hücrede yaşamını sürdürmek zorunda kalır. Ama her ikisi de ötekinin hapiste olduğunu zanneder! Yazımızın başında bahsettiğimiz, yıllardır muhalefetin hak, hukuk, adalet, vatan-millet-Sakarya söylemlerinin seçmende karşılığının olmamasının sebebi bu duvarlardır. Boş tencere ve boş mide ise söylemlerle dolmamaktadır. İnsanları hapishanelerde kontrol altında tutabilirsiniz ama aç bırakırsanız isyan ederler ve oranın duvarları bile işe yaramaz!

Türkiye’de toplum 31 Mart’ta bir duvarı yıkmış, diğer duvarların yıkılabileceğini ispatlamıştır. O zaman bizler de geri kalan duvarları yıkmak için mücadelemize devam edelim.

Milletten Umut Kesilmez! yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/milletten-umut-kesilmez/feed/ 0
İnsanın Anlam Arayışı: Ben Kimim https://hukukpenceresi.com/insanin-anlam-arayisi-ben-kimim/ https://hukukpenceresi.com/insanin-anlam-arayisi-ben-kimim/#respond Thu, 11 Apr 2024 23:25:43 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=9234 Felsefeciler ve felsefe severlerin mutlaka okunması gereken kitaplar sıralaması yaparken listelerinde muhakkak bulunan bir kitap “Sofi’nin Dünyası” dır.  Kitabın belki de en önemli ve can alıcı yeri hatta özeti ilk sayfada bir cümlededir . “Bir gün Sofi eve dönerken bahçesinde posta kutusunda üzerinde sadece Sofi Amundsen yazılı bir mektup buldu ve açtı. Mektupta tek bir […]

İnsanın Anlam Arayışı: Ben Kimim yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Felsefeciler ve felsefe severlerin mutlaka okunması gereken kitaplar sıralaması yaparken listelerinde muhakkak bulunan bir kitap “Sofi’nin Dünyası” dır.  Kitabın belki de en önemli ve can alıcı yeri hatta özeti ilk sayfada bir cümlededir .

Bir gün Sofi eve dönerken bahçesinde posta kutusunda üzerinde sadece Sofi Amundsen yazılı bir mektup buldu ve açtı. Mektupta tek bir kağıt ve tek bir cümle vardı: ‘Kimsin Sen?’  Şaşırdı sonra düşündü evet O, Sofi Amundsen idi, ama gerçekte kimdi Sofi Amundsen!”

Anlam arayışının kişisel doğası, bireyin kendi deneyimleri, inançları ve değerleriyle yakından ilişkilidir. Bu yolculuk, bireyin kendini tanıması ve kendi potansiyelini keşfetmesiyle başlar. Kendi iç dünyasına yaptığı bu yolculukta, birey hayatın karmaşasında sıkça göz ardı edilen sorularla yüzleşir: “Ben kimim?”, “Hayatın anlamı nedir?”

İşte bu bireysel soruda başlıyor, İnsanın anlam arayışı. Yaşadıklarımızı ve yasayacaklarımıza bir anlam yüklemek gerekiyor.

İnsanın anlam arayışı, tarihin her döneminde farklı şekillerde tecrübe edilmiş, ancak her zaman var olmuş evrensel bir sorgulamadır. Bu arayış, bireyin kendini ve çevresini anlama çabası kadar, yaşamın zorlukları karşısında direnç ve umut bulma gayretini de içerir.

İnsanlar büyük acılar çektiklerinde, büyük bedeller ödediklerinde, tamamen masum ve suçsuz olmalarına rağmen kolektif cezalandırılmaların kurbanı olduklarında hayata tutunacak bir anlam arayışına girerler.

Bütün bu yaşadıklarının, çektiklerinin bir anlamı olduğuna inanırlar, çekilen acılara değdiğine inanmak isterler ve bu, kişiyi ayakta tutar, güç verir, tutunacak dal olur.

İnsanın amacı bulunduğu yerdeki durumu olamaz. İnsan bulunduğu yerin dışında bir amaç için yaşar. Örneğin halı sahaya top oynamaya giden kitlenin amaçları kilo vermek, para kazanmak, saygı duyulmak, izlenmek ise bunlar halı saha içinde değil dışında şeylerdir. Demek ki insanın dünya zemininde yaptığı şeyler onun amacı olamaz. Nihai hedefi olamaz. O daha büyük ve daha nihai hedefin peşinde olmalıdır. Bu amaç uğruna çekilen çile ancak kutsal olabilir. Yoksa insanlık tarihi boyunca binlerce mağduriyet ve zulüm yaşanmıştır. Önemli olan ya da çekilen dertlerin ve mücadelenin bir amaç, bir arayışın bir hak ve adaletin tesisi için olmasıdır.

Frankl’ın vurguladığı gibi, anlam arayışı sırasında karşılaşılan zorluklar, bireyin yaşamına yeni bir yön verebilir. Türkiye’deki KHK mağdurları için de bu durum, yeni bir yaşam mücadelesinin başlangıcı olmuştur. İhraç edilenlerin bir kısmı, yaşadıkları haksızlıklara karşı hukuki ve sosyal mücadelelerini sürdürmektedirler.

Toplumsal çürümenin gün geçtikçe her alanda kendini gösterdiği bir ülkede hatta dünyada tabii ki ötekileştirilmiş bir ferdin ya da grubun hakkı ve adaleti ayağa kaldırması, toplumu uyandırması son derece zordur. Çünkü toplumun en hassas değerleri bile yozlaşmış ve düşünce, hassasiyet, ahlak, insaf ve adalet gibi değerler hatta dini değerler dahi çürütülmüştür. Üstelik bunu iktidar ile beraber değer verilen ya da saygınlığı olan tüm yapılar (bazısı için din adamları ) ne yazık ki birlikte el ele vererek yapmışlar yada neden olmuşlardır. Anadolu’da artık “kıyamet başımıza kopar” denilen tüm ahlak ve adalet dışı zulümler yine ahlak ve adalet hatta din kullanılarak yapılmıştır. Bunu görmeyen ve anlamayan kitleyi uyandırmak pek mümkün değildir. Her sert dönüşte dibe çakıldığını görmeyen insanlık yokuş aşağı düşüyor.  Bu yozlaşmayı fark etmeyenler er geç kaçınılmaz sona maalesef bilinci açılmadan ve görmezden gelerek uğrayacaktır.

50.kattan yere düşen biri her katta  kendine şunu tekrarlar, ‘hala hayattayım’ !!!

Ama bilmiyor ki, önemli olan düşüş değil yere çakılıştır.”

Bu süreçte, mağdurların ve ailelerinin yaşadığı zorluklar, toplumsal dayanışma ve adalet arayışının önemini bir kez daha ortaya koymaktadır. KHK mağdurlarının yaşadıkları, insanın anlam arayışının, bireysel olduğu kadar toplumsal bir boyutu da olduğunu gözler önüne sermektedir.

İnsan hayatı boyunca ölmek için yaşar. Demek asıl olan yaşamın bizatihi kendisi değil burada yapılanların yansımasıdır. Halı saha da top koşturmak gerekir ki asıl amaç olan kilo verebilme gerçekleşsin. Okulda ter dökülerek sınavlara çalışılır ama asıl hedef öğrenci olarak öğrenmek değil okul bittikten sonra bunun yansımasıdır. Bir Tıp Fakültesi öğrencisinin amacı tıp öğrenmek değil mezun olduktan sonra insan hayatına etkisidir.

Anlam arayışı, zaman zaman bireyi zorlayıcı bir mücadeleye sürükleyebilir. Hayatın zorlukları, kayıplar ve hayal kırıklıkları, bireyin bu arayışını daha da karmaşık hale getirebilir. Ancak bu mücadele, aynı zamanda bireyin kendini geliştirmesi ve olgunlaşması için bir fırsat sunar. Kabul ve anlayış, bu yolculuğun önemli adımlarındandır.

Kendimi aradığım ve anlamlandırmaya çalıştığım bu süreçte fazlaca merak ettiğim bu olağanüstü sürecin diğer tarafındakilerin anlamlandırmalarıdır. Bir kolluk devlet kuvveti nasıl işkenceci olabilir, bir Hâkim, masum birine ( yaşlılara kadına, bebeğe ve herkese) nasıl bilerek haksız hapis verir. Motivasyonu ne olabilir, hayatın bu saha dışında olduğu veya o koltuk ve kuvvetin de bir gün biteceği bu kadar açıkken. Yani Kötülük nasıl bu kadar sıradan olabilir.

Biliyorsunuz, Kötülüğün sıradanlığı, Hannah Arendt’in Adolf Eichmann’ın duruşmasını izledikten sonra geliştirdiği bir kavramdır. Arendt, Eichmann’ın sıradan bir bürokrat gibi göründüğünü ve kötülüğün, insanların düşünme ve muhakeme yeteneklerini kullanmamalarından kaynaklandığını ileri sürmüştür.

Kötülüğün sıradanlığı, Hannah Arendt tarafından, Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann’ın davasını takip ettikten sonra ortaya atılan bir tezdir. Arendt, Eichmann’ı gözlemlediğinde, onun beklediği şeytani bir figür yerine, sıradan bir insanla karşılaştığını fark etmiştir. Eichmann’ın yaptıkları, insanlık tarihinin en karanlık dönemlerinden birine ait olmasına rağmen, onun kişiliği ve davranışları, sıradan bir memurunkilerden farksızdı. Binlerce insanı yakmış, işkenceden geçirmiş biri bunu normal memurluk mantığı ile anlamlandırmaya çalışmıştı.

Bu bana Nazilerin toplama kampındaki (Auschwitz) bazı bilim adamlarının halini hatırlattı. Toplama kampına alınan yaşlı, kadın ve çocuklara önce duş yapacaksınız diye kandırıp gaz odalarına koyarlar ve camlı bir duvardan onlara gaz verilirken izlerler. Tek tek listeledikleri grupların davranışlarını not alırlar. Bilimsel bilgi üretmeye çalışırlar. Önlerinde yüzlerce insan gazdan zehirlenip birbirlerinin derilerini yüzerek, üstlerine çıkıp hava almaya çalışırken, davranışlarını not alıp bilim üretmeye uğraşan bu kişiler sonraları mahkemede sorgulanırken o kadar normal insanlardır ki , sıradan ve sağlıklıdırlar ve psikopat vs. de değillerdir. Bu insanları kötü yapan şey içinde yaşayan hikayenin iyiye hizmet ettiği inancı. Yani hayatı tanımladığı ve anlamlandırdığı şeyleri normal ve iyi kabullenmesi. Bu kötülüğün sıradanlaşmasıdır.

Toplumda egemen olanın toplumun bir kısmına yaptığı işkence, öldürme, baskı, dışlama olayının son versiyonu olan Türkiye’de KHK ile yapılan bu duruma  “sivil ölüm” adlandırılması yapılmaktadır.

İnsanın anlam arayışı ve KHK ile ihraç edilenlerin mağduriyeti, toplumsal ve bireysel düzeyde derin izler bırakan konulardır. İnsanın varoluşsal sorgulamaları, yaşamın zorlukları karşısında anlam ve amaç bulma çabası, Viktor E. Frankl’ın eserlerinde vurguladığı gibi, bizi biz yapan temel unsurlardandır. Öte yandan, Türkiye’de KHK ile yaşananlar, adaletin ve insan haklarının ne denli kırılgan olduğunu, toplumsal huzur ve bireylerin refahının devlet politikaları ve yasal düzenlemelerle ne kadar kolay sarsılabileceğini göstermiştir.

Sonuç olarak, insanın anlam arayışı ile KHK mağdurlarının yaşadığı haksızlıklar, bize yaşamın ve toplumun karmaşık yapısını, bireyin güçlü ve zayıf yönlerini, adalet ve vicdanın önemini hatırlatmaktadır. Bu iki konu, insan olmanın ve bir toplumda yaşamanın getirdiği sorumlulukları, zorlukları ve mücadeleleri yansıtmaktadır. Her bireyin ve toplumun, bu zorluklar karşısında dayanıklılık göstermesi, adalet ve anlam arayışını sürdürmesi, daha iyi bir dünya için elzemdir. İnsanlık tarihi boyunca süregelen bu arayış ve mücadele, geleceğe dair umudumuzu ve çabalarımızı şekillendirmeye devam edecektir.

İnsanın Anlam Arayışı: Ben Kimim yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/insanin-anlam-arayisi-ben-kimim/feed/ 0
Yanlı(ş) Tarih Okumaları https://hukukpenceresi.com/yanlis-tarih-okumalari/ https://hukukpenceresi.com/yanlis-tarih-okumalari/#respond Thu, 21 Mar 2024 00:07:05 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=9224 Taraflı tarih, bir tarihçinin sahiplendiği fikirleri, eğilimleri bilinçli bir şekilde tarihe dayatması, başka bir ifadeyle tarihi verileri bu düşünce ışığında yeniden harmanlaması yani gerçekte olmayan bir tarih inşa etmesidir. Günümüz yanlışlarının başında gelenlerden biri de tarihi, bugün üzerinden değerlendirmektir. Bir devletin, ırkın veya mezhebin bugünkü hali üzerinden o devletin, ırkın ve mezhebin tarihi değerlendiriliyor. Veya […]

Yanlı(ş) Tarih Okumaları yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Taraflı tarih, bir tarihçinin sahiplendiği fikirleri, eğilimleri bilinçli bir şekilde tarihe dayatması, başka bir ifadeyle tarihi verileri bu düşünce ışığında yeniden harmanlaması yani gerçekte olmayan bir tarih inşa etmesidir.

Günümüz yanlışlarının başında gelenlerden biri de tarihi, bugün üzerinden değerlendirmektir.

Bir devletin, ırkın veya mezhebin bugünkü hali üzerinden o devletin, ırkın ve mezhebin tarihi değerlendiriliyor. Veya bir dinin, tarikatın ve cemaatin bugünkü bağlıları üzerinden o din, tarikat ve cemaat değerlendiriliyor.

Çağımızda olgularla kurguların birbirine karıştığını, hatta kurgulara gerçeklikten daha fazla önem verildiğini söyleyebiliriz. Çünkü ekonomiden sanata her alanda olduğu gibi tarihte de her geçen gün gerçeklikle olan bağımız kopuyor.

Sonuçta insanların algıyı gerçek olarak kabul ettiği bir çağda yaşıyoruz. Algıyı gerçek olarak kabul eden bir insanın gözünde bir şey onun algısına göre gerçekse o şey ona göre gerçektir; gerçekte gerçek olmasa dahi!

Bugünün insafsız pozisyonları üzerinden geliştirilen günübirlik değişken siyasi hava, adeta her şeyimizi (dinî, sosyolojik, psikolojik ve tarihsel yorum ve hafızamızı) teslim aldı.

Bugün üzerinden geçmişi yorumluyoruz. Oysa tarihin resmi tanımında olayları ve durumları objektif (tarafsız) bir gözle değerlendirmek esastır. Tarihi olaylara o günün değer yargılarıyla bakmak daha objektif bir sonuç ortaya çıkaracaktır. Ama bu demek değildir ki tarihi değerlendirmek için o günün yargıları tek belirleyici olsun. Bugünün bakışı o günün yargıları ile daha nesnel olana ulaşılır. Örneğin “Hitler döneminde o günün yargılarında diktatörlük normaldi, insan kıyımı hatta toplu kıyımlar o günün devlet ve toplumunda sıradan idi” gibi bir tarih okuması yanlış olacaktır. Bu yüzden o günün anlayışını değerlendirmemizde bir köşeye koyarken bugünkü insanlığın geldiği düşünsel gelişimi de geri plana atamayız.

Bugün üzerinden tarihsel okumalar yapınca da, bugün düşman bellediğimizin tarihini sadece yanlışları üzerinden değerlendiriyoruz. Yanlışlar üzerinden bir ırkı, mezhebi ve tarihlerini toptan silebiliyoruz.

Bu, İslami bir yaklaşım olmadığı gibi insani bir yaklaşım da değildir. İslam bizden her konuda adil olmamızı ister ve bekler. Adalet, bugün düşman bildiklerimizin, tarihlerini; doğruları ve yanlışları, faydaları ve zararları ile olduğu gibi ortaya koymayı gerektirir.

Bugün ırkçılık ve mezhepçilik üzerine oluşmuş olan düşmanlıklar, tarihi yorumlamada koca koca insanları bahsettiğim insafsızlığa ve acımasızlığa sürükleyebiliyor.

Türk tarihine bakarsak belki de en karmaşık ve bilinmez olan uzak tarihimiz değil en yakın tarihimizdir. Cumhuriyetin kuruluş aşaması ve sonra yapılanlar kimine göre kahramanlık kimine göre ihanettir. Yani ortası yoktur. Tarafların bu kadar keskin kanaatlere sahip olması da tarihin ayrı bir cilvesi. Bu ikilikli tarihe farklı renkler ve düşünceler, zenginliğimizdir anlayışı ile bakamayız. Çünkü bu bir düşünceden ziyade pozitif bilimleri de yok saymaktır, değiştirmektir. Örneğin sabah önce uyananın darbe ile başa geçtiği ülkelerde dün suç sayılan bir fiil sonraki gün özgürlük kabul edilebilir diğer gün yine hainlik ile cezalandırılabilir. Darbe yapana göre, suyun kaldırma kuvveti değişmeyeceği gibi tarihin salt gerçekleri de değişmemelidir. Siz bu gerçeklerin içinde sebepler ve sonuçlarla farklı okumalar anlamalar çıkarabilirsiniz ama gerçek olan değişmez. Yani 19 Mayıs’ta M. Kemal’in Samsun’a gittiği gerçeğini değiştiremezsiniz. Ama bunun getirdiği olay ve arka plan hakkında yorumlar yapma hakkınız vardır.

Tarihe farklı bakmanın veya olayları kendimizce farklı okumanın ne zararı var, derseniz tarihin birbirinin devamı yani birinin diğerine etkisi ile bugünlere gelindiğini belirtmek isterim. Demokratik düzen bile tarihin içinde belirli merhaleler ile ortaya çıkmıştır. Krallık-Sultanlık dönemi yani Saltanat Dönemi, sonunda Meşruti çalışmalar, daha sonrası Saltanat yerini alan Saltanat olmayan Diktatörlük dönemi ile Tek Partili ya da kontrollü Muhalefetin olduğu danışıklı demokrasi donemi ve nihayetinde halkın bilinçlenmesi ile oluşabilecek Demokrasi dönemi. Bu gelişim ve değişimi dünyada değişik kereler gördük.

Libya’da Kral İdris’i deviren Subaylar ve Diktatör Kaddafi dönemi, Mısır’da Krallığın devrilip Baas tarzında tek adam askeri dönemi, aynı şekilde Ortadoğu’nun değişik yerlerinde belki de çoğu yerinde (Suriye’den İran’a) bu değişimleri görmek mümkün. Aynı durum Türkiye’de de yaşandı. Osmanlı hanedanı bitti yerine saltanatsız askeri diktatöryal tek adam devri başladı. Bu toplumsal ve yönetimsel dönüşümün halkta makes bulması da bir evrimin gerekliliği şeklinde oldu. Önce zorla yapılan toplumsal değişim, sonraları yeni taktik olarak toplumu değişik merhalelerle hazırlama, kıvama getirme şeklinde kendini gösterdi. Popülist sinema, gazete, film ile tarih ve gerçekler toplumda farklı algılanmaya ve iktidarın istediği yöne gitmeye başladı. Türkiye de 27 Mayıs sonrası güçlü Sol, 12 Eylül’e doğru Güçlü sağa evrilirken 12 Eylül sonrası Liberalizm, 90 larda ise önce totalizm (derin devletçilik) sonra Muhafazakar toplum oluşturuldu. Ve bunlar toplumda bilinçli şekilde oynanarak yapıldı. Siyasal İslam ile sözde Milliyetçiliğin etkisi ile oluşturulan Yeni İttihatçılığın şuan topluma empoze ediliyor. Bununla birbirine normalde zıt olan Abdülhamid -İttihatçılık (Erdoğanizm ile siyasi milliyetçi) ile harmanlanmış bir toplum yani zıt (omurgasız) bir halk oluşturulmaya çalışılmaktadır.

Tarihe bakışta, algının gerçek olarak kabul edilmesinde araç işlevi görmesinde modern devlet aygıtı hiç de masum değildir. Toplumu etkilemek için bilinçli bir şekilde neoOsmanlıcılık ile yapılan ve güncel siyasi gelişmeleri tarih havuzuna serpiştirip toplumu yönlendirme sevdası ülkemizde maalesef son 10 yılda hız kesmeden devam etmektedir. Bu minvalde milyonlarca Dolar harcayan (halkın vergisinden alıp) TRT de yapılan sözde tarihi dizileri örnek gösterebiliriz. Belki de bunun en tipik ya da uç örnek diyebileceğimiz Abdülhamid dizisidir. Tamamen kurgusal olan ama tarihte olmayan bir Osmanlı ve Abdülhamid ortaya konup onun üzerinden topluma Erdoğan ve popülizm yüklenmektedir. Abdülhamid‘in denge politikasını çevirip Erdoğan’ın yaptığı zikzaklı dış -iç siyasete kılıf ve referans yapmak da ancak İletişim Başkanlığının yerli Göbel’inin aklına gelebilir idi.

Bu konuda yıllardır en önemli başucu kitabı diyebileceğimiz George Orwell’ in distopik romanı 1984 de anlattığı gibi, devlet, toplumu etkilemek ve değiştirmek için sürekli bir çalışma halindedir. Bu yolda tarihi sürekli değiştirir. Yaptığı yanlış politikaları, iç- dış, düşman- dost algılarını, savaşları hep günceller. Tarihle oynamak için arşiv bakanlığı bile kurmuştur. (Bkn. Mısır’da Sisi ile olan dönüşümüne ya da İsrail’e en fazla ticaret hacmi yapan ve bunu savaşta da sürdüren anlayışın içteki popülist laflarına)

Kitleler, “hakikat ”ten çok algılarına güvendikleri için propagandanın onlar üzerindeki etkisi güçlüdür.

“Yalanı bir yaşam tarzı” haline getiren iktidar, ilkesel olarak yalan üzerine kuruludur. Böylesi yönetimlerde gerçekler, genel biçimde ve sürekli olarak reddedilirken bütün yalanların gerçek kabul edilebilir

Denetlenip değiştirilen yalnızca şimdi değil, aynı zamanda geçmiştir de.

Geçmiş kayıtların, arşivlerin yani tarihin şimdinin söylemiyle tutarsızlığa düşmesi durumunda değiştirilmesi gereken arşivlerdir. Tüm geçmiş liderin söylemini doğrulayacak şekilde yeniden düzenlenir. Toplum hazır olsun diye o haftaki dizilerde filmlerde, köşe yazılarında bu değişen tarih gerçekten olmuş gibi yayımlanır.

Bu durum geçmişe dönük sürekli bir değiştirme işlemini gerekli kılar. Sürekli değiştirme işlemi yalnızca gazeteler için değil, arşiv niteliği taşıyan, kitaplar, süreli yayınlar, broşürler, posterler, kitapçıklar, filmler, ses bantları, karikatürler, fotoğraflar, siyasal ya da ideolojik bakımdan önem taşıyabilecek her türlü kitap ve belge için geçerlidir.

Geçmiş, günü gününe, neredeyse dakikası dakikasına güncellenir. Böylelikle Liderin tüm öngörülerinin ne kadar doğru olduğu belgeleriyle kanıtlanmış olur.

Sonuçta tarih her zaman birden fazla perspektife sahiptir ve bakış açısı yorumlara tabiidir. Ama gerçekler ile bu denli bilinçli oynamak yalan bir gelecek ortaya çıkarmaktadır. Zemini çürük bir gökdelen gibi yanlış temeldedir. Temel güçlü diye diye çıkılan katlar çoğaldıkça riske girilen hayatlar o denli çoğalır.

Tarih, toplumların kimliklerini şekillendiren ve geleceğe yön veren bir pusuladır; ancak bu pusulanın taraflı ellerde manipüle edilmesi, gerçeklerin saptırılması ve toplumsal hafızanın çarpıtılması, bireylerin ve toplumların kendi geçmişleriyle sağlıklı bir ilişki kurmalarını engelleyerek, gelecek nesiller üzerinde silinmez yanılgılar bırakabilir.

Yanlı(ş) Tarih Okumaları yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/yanlis-tarih-okumalari/feed/ 0
NAİF YARGI(Ç) https://hukukpenceresi.com/naif-yargic/ https://hukukpenceresi.com/naif-yargic/#respond Mon, 19 Feb 2024 23:01:59 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=9216 Önceki dönemde egemen iktidar tarafından “sakıncalı” görülen kişiler fikir ya da düşünceleri nedeniyle soruşturulmuşlar; haklarında iddianameler düzenlenerek yargılanmaları ve hatta mahkûm olmaları sağlanmıştır. 1960 sonrası dönemde kurulan istihbarat örgütleri savcılık ve mahkemelere talep üzerine raporlar göndermiş, yazılarında “ilgili her ne kadar suç işlememiş ise de vicdanen suçludur” gibi, Engizisyon yargılamalarında dahi görülemeyecek garabetlere imza atmışlardır. […]

NAİF YARGI(Ç) yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Önceki dönemde egemen iktidar tarafından “sakıncalı” görülen kişiler fikir ya da düşünceleri nedeniyle soruşturulmuşlar; haklarında iddianameler düzenlenerek yargılanmaları ve hatta mahkûm olmaları sağlanmıştır. 1960 sonrası dönemde kurulan istihbarat örgütleri savcılık ve mahkemelere talep üzerine raporlar göndermiş, yazılarında “ilgili her ne kadar suç işlememiş ise de vicdanen suçludur” gibi, Engizisyon yargılamalarında dahi görülemeyecek garabetlere imza atmışlardır. Zira Engizisyonda, işkence ile elde edilse dahi bir itiraf üzerine hükümler bina edilmekte idi.

Anayasamıza göre mahkemeler bağımsız olup, hiç bir makam ve merci onlara emir ve talimat veremez, tavsiye ve telkinde bulunamaz. Soruşturma dosyamızın Başsavcısının ikrarı ile sabit olduğu üzere, hakkımızda hiçbir delil bulunmamakta iken, HSYK’nın ihbar yazısı ve ekinde yer alan listeyi gönderen Ankara CBS’nin talimatı ile bir gece ansızın “terör örgütü üyesi ve darbeci olmakla” suçlanıp, tutuklandık. Peki, bu listeler bir gecede nasıl ve hangi kıstaslara göre, kim ya da hangi kurumca hazırlanıp HSYK’ya servis edildi? Bu soruya cevap bulmak çok güç değil: Memleketi ve milleti iç ve dış düşmanların saldırılarına karşı korumakla mesul “istihbarat örgütümüz”. Bu “milli” teşkilatımızın bizlerde gördüğü en önemli tehdit gerekçesi, daha önceki benzerlerimizde gözlemlendiği üzere namuslu ve vicdanlı oluşumuzdur herhalde.

Anayasaya aykırı olarak emir ve talimat veren ya da tavsiye veya telkinde bulunan kişi ve kurumların eylemleri suç değil midir? Bunların haklarında herhangi bir soruşturma başlatılmış mıdır? Bu soruların cevabi şimdilik tabiki hayır. Zira hali hazırdaki şartlar çerçevesinde, mevcut “bağımsız” yargı organımız ile bunların tarafsız elemanları akledip buna cesaret edemez. Cesarete gelseler dahi, soruşturulacak suçların potansiyel şüphelisi olan mevcut “fiili rejim” buna müsaade etmez. Anayasa, hukuk, insan hakları vs. gibi lüzumsuz ayrıntıların hepsi rafa kaldırılmış vaziyettedir.

Tutuklandığım 16 Temmuz 2016 tarihinden özellikle önceki son beş yılda iktidarın yargıya dair söylem, eylem ve politikalarına hep eleştirel yaklaştım. Yargıya duyduğu yakın ilgi, ona müdahalede bulunma iradesi, onu kendi menfaatine göre tasarlama ve etkileme gayreti beni hep endişeye sevk etti. Bunu dillendirdiğim arkadaş, akraba ve meslektaş çevremden destek aldığım gibi, bana tepki gösteren ve yorumlarıma sessiz kalanların sayısı her daim fazlaydı. Destek veren meslektaşlarım şu anda benimle cezaevinde aynı kaderi ve hücreyi paylaşıyorlar maalesef.

Söylemlerime muhalif olan ya da sessiz kalanların zihin arkasında, tarihteki yaşanmışlıklardan kaynaklı olsa gerek, “bırak bu işlerle uğraşmayı, memleketi sen mi kurtaracaksın?“, “kim başa çıkabilmiş ki devletle?”, “âlemin akıllısı sen misin?”,kendine acımıyorsan, eşine ve çocuklarına da mı acımıyorsun?” sözleri dökülüyor dillerinden her daim.

Dolgun maaşlı bir işin yanında uyumlu bir eşin ve sağlıklı çocukların varsa toplumun senden beklediği davranış kodları bellidir: etliye sütlüye karışma, pozisyonunu koru, çocuklarına iyi bir gelecek hazırla, onları evlendir, emekli ol, torunlarını sev, yaşlan ve öl. Devletin âli ve beşerin akıl erdiremeyeceği işlerine kafa yormak senin haddine mi? Bu zulüm düzenine adalet getirmek, ona nizam vermek sana mı kalmış? Elalemin namuslu ve dürüst adamı olmaktan sana ne!

Annemin son zamanlardaki duaları ve telkinleri geldi aklıma. Sürekli olarak her yerde her meseleyi konuşmama mı, kimseyle siyasi konularda tartışmamamı, bana zarar verecek yargısal kararlar verip bu tür süreçlere müdahil olmamamı öğütlüyordu bana. Tabi sözlerinin temelinde bana duyduğu merhamet ve şefkat duyguları vardı. Annem bu sözlerine ek olarak bana “haram yeme, haksızlık ve hırsızlık yapma, günah işleme, bu dünyanın bir de ötesi var” gibi altın değerinde öğütler de veriyordu.

Görünüşte herhangi bir tenakuz içermeyen bu tavsiyeler, icra ettiğim savcılık mesleği bağlamında çok derin çelişkilerle doluydu. Bir tarafta milleti oluşturan her bir ferdin hakkını koruma gibi ağır bir yükü muhteva eden işimin gerekleri, diğer tarafta ağzı dualı, şefkat yüklü, tüm dünyası yaşadığı küçük bir köyün realiteleriyle sınırlı annemin güzel temennileri. Annem bana hem mesleğim gereği haksızlık yapmama mı, hem de işimi tehlikeye sokacak hırsızlıklara ve yolsuzluklara göz yummamı, onlara dokunmama mı istiyor benden?. Bir sözü ile beni cennete götürecek yola sevk ederken, farkında olmadan başkası ile cehennemin çukurlarına yönlendiriyor. Annemin bir bütün halinde, sahip olduğu algı, bilgi ve tecrübeleri ışığında bana söylemek istediği şey açıktı: “Makamını, kişiliğini, onurunu, şerefini satma. Bu dünyanın diğer tarafı da var. Aksi taktirde sana sütümü helal etmem.” Annemin sahip olduğu “irfan” bunu haykırırken, hakiki duygularına tercüman olmaktan aciz “lisanı” bunu bana şifreli olarak değişik formatta aksettiriyor.

Yaklaşık üçyüz yıldır süre gelen ve nesilden nesile geçen “cehalet”, “fakirlik” ve “tembellik” gibi virüsler Anadolu’nun saf ve temiz insanının zihnini ve ruhunu karartmış, adeta onda zorla ikinci bir kişilik oluşturmuştu. Annemin ve benim de içinde doğup büyüdüğümüz Anadolu köylüsü bu süre boyunca hep iki kişilikli olarak yaşadı. Bunlardan içte olan ilkinde bin yıldan fazladır bu toprakların ve İslam’ın kültür ve değerleriyle yetişen ve ona tercüman olan kişilik barınırken; dışta olan ikincisinde yokluğun, yoksulluğun, yasakların, baskının ve zulmün şekillendirdiği ve kendi gerçekleriyle bezediği, birincisi ile neredeyse tamamen zıt karakterlerde başka bir kişilik tezahür etmektedir. Hepimizin yaşadığı ve alıştığı bu acı verici hali analarımızın farketmesi mümkün değil. İnsanımız o hale gelmiş ki, düşündüğü, inandığı ve iman ettiği değerler ile, hayatına yansıttıklarının arasındaki devasa uçurumu göremeyecek kadar kör. Bunu fark edip, buna çözümler üretecek zihin dünyamız kirletilmiş, ruhumuz ise kötürüm hale getirilmiştir.

Üçyüz yıl boyunca beynimize ve ruhumuza saldıran ve bu saldırıyı son yüz yılında daha da arttıranlar Annemden ve annemin çocuklarından köyde kalmalarını, köylerinin dışına ne bedenen ve ne de zihnen çıkmamalarını bekliyorlardı. Bizler doğduğumuz toprakta çalışıp yaşayacak ve orada ölerek toprağa karışacaktık. Bizden beklenen oydu. Kafesinden çıkmaması gereken “ben” ve benim gibiler, her daim tehdit altındaydık: malımız, onurumuz, şerefimiz, eşimiz, çocuklarımız, özgürlüğümüz ve hatta canımız elimizden alınabilirdi. Öyle de oldu; tutuklandım. Mesleğim, malvarlığı elimden alında, çocuklarım ve eşimden ayrı bırakıldım. Ancak şerefim ve onurumla, zihnimdeki yanan ve karanlıkları aydınlığa kavuşturacak fikirlerimle yaşıyorum, dimdik ayaktayım.

Ben yaşadıkça, bizlere bu ağları örenlerin mirasçıları rahat uyuyamayacaklar.

 

Not: Bu yazı 21.08.2016 tarihinde Pazar günü Sivas E-Tipi Kapalı Cezaevinde kaleme alınmıştır.

NAİF YARGI(Ç) yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/naif-yargic/feed/ 0
TÜRKİYE’DE ÖTEKİ OLMAK https://hukukpenceresi.com/9210-2/ https://hukukpenceresi.com/9210-2/#respond Sun, 18 Feb 2024 00:19:46 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=9210 Öteki olmak mevcut düzen içinde hakim olanın zıttını ifade eden bir kavram. Benliğin dışsallaştırdığı, yabancı gördüğü ve çoğu zaman ön yargılarla yaklaştığıdır. Yani kişisel olarak 3.tekil kişi (o), toplumsal olarak 3.çoğul (onlar) kişilerdir. Bu kavram iktidar olana göre yani hakim sınıfa göre değişebilir. Türk toplumu gibi toplumlarda hala tekamül oluşmadığından muhalif ya da öteki sevilmez. […]

TÜRKİYE’DE ÖTEKİ OLMAK yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Öteki olmak mevcut düzen içinde hakim olanın zıttını ifade eden bir kavram. Benliğin dışsallaştırdığı, yabancı gördüğü ve çoğu zaman ön yargılarla yaklaştığıdır. Yani kişisel olarak 3.tekil kişi (o), toplumsal olarak 3.çoğul (onlar) kişilerdir. Bu kavram iktidar olana göre yani hakim sınıfa göre değişebilir. Türk toplumu gibi toplumlarda hala tekamül oluşmadığından muhalif ya da öteki sevilmez. Bir renk bir desen kabul edilmez. O hep şüpheyle karşılanmalıdır, çünkü tehlikeli olması muhtemeldir.

Çoğunluk olan gruplar adaletten, haktan, insanlıktan uzak bir yapıdaysa ya da bu grupların dar bir “biz” anlayışları varsa sonu genellikle şiddetle hatta ölümle sonuçlanır. Ötekinin ölümüyle! Çünkü çoğunluğa göre o (öteki), çoğu zaman “insan” bile değildir. O bazen bir hatadır, bazense bir fazlalık ve her iki durumda da “bizden” ayrı tutulmalıdır. Çünkü bu durumda “biz” kendini tehlikede sayar.

Siz “öteki” olarak dünyaya gelmiş iseniz direkt olarak şüphelisinizdir ve yaşamınızın her alanında bunu hissedeceksinizdir. Hatta ölümünüzde bile. Mezar yeri verilmeyerek, herkese mahsus cenaze hizmetinden yoksun bırakılarak.

Öteki olmak, yasal olarak suçlu olmak demek değildir. Ama doğuştan gelen ya da sonradan oluşan bir fikir yararlı veya farklı olabilir ama mevcut güç odaklarına göre potansiyel zararlıdır. Kendisi yerli ve milli ise onun karsısında olan tüm düşünceler ötekidir ve zararlıdır.

Evrensel insan hakları prensipleri doğrultusunda herkesin düşüncesini ifade etme hakkı vardır. Bu bağlamda “Bana benden farklı bir şey söyle ki; iki kişi olduğumuzu anlayayım.” bakış açısını toplumun her alanına kanalize edilmeli idi ama bu düşünce bile sizi öteki yapmaya engel olmadı.

“Öteki olmak, kendini her zaman sallantılı bir konumda hissetmek, tetikte olmak, reddedilmeye hazır olmak demektir” der Franzt Fanon.

Ne yazık ki tarihimiz, yakın ve uzak zaman diliminde ötekine asla iyi nazarla bakmamıştır. Yer yer haklı olduğunu düşündüğüm zamanda bile suçlu suçsuz ayırmadan toptancı bakışla torbaya öteki dediği herkesi katmıştır. Ermeni çetelerin yaptığına mukabil suçlu suçsuz ayırmadan dün Millet-i Sadıka (sadık millet) dediği insanların hepsini suçlu kabul etmiş ve toptan imha etmeye varacak hatalı icraatlar yapmıştır. Daha bebek olan şehzadeleri hatta anne karnında olanları ilerde isyan edebilir diye bir gecede öteki deyip katletmiş bir düşünce ne yazık ki bizim topraklarda yaşamıştır. Bu öteki kavramı bizim farklılıkları zenginlik görmeme ya da tek devlet tek millet anlayışının halkı esir alıp düşüncesiz bırakmasındandır. Düne kadar “komşum”, “arkadaşım” dediğine bir günde düşman gözüyle bakıp mallarına ve namusuna el uzatmanın izahı olabilir mi!

Bir İstanbul Rum’u yaşlı ile konuşmuştum. Hayatının uzunca bir dönemi İstanbul’da geçmiş bu beyefendi en çok komşularının haline anlam verememiş. “Bir gün önce balık almıştım. Fazla gelince beraber bahçelerinde yedik. Çocuklar bahçede oyun oynadılar. Ödevleri vardı beraber yaptılar. Borç lazım olursa birbirimize verir idik. Ama bir gün sonra kapıları kapattılar, çocuklarımızı kabul etmediler hatta kovdular. Giderken de mallarımızı fiyatının çok altında aldılar hatta çöktüler. Bazısı eşimizin kızımızın namusuna el uzatmaya kalktı. Ben hala anlamıyorum. Ne oldu bu insanlara?”

Onlara olan belki Almanya’da Yahudilere olan, belki Yunanda Girit’te Türklere olan gibiydi. Devlet ya da hakim güç “öteki” olarak kodladığı kişiye vatandaşı olsa da olmasa da günü gelince, öteki dışındaki halkı yanına alıp ötekine insanlık tarihine geçecek zulümler yapabilir.

Cumhuriyet ile birlikte tek tip ve içindeki farklılıkları barındırmayan bir ulus oluşturulmaya girişildi. Bu ulus devlet anlayışında sadece Türkler vardı. Türk demek aynı zamanda Müslüman ve Hanefi demekti. Dersim İsyanı bahanesiyle oradaki tüm insanlara toptan bir operasyon yapıldı. Yaz tatiline memleketine gelen bir öğretmen bile nasibini aldı, kurtaramadı kendini.

Faili meçhullerin sayısı da failleri gibi meçhul kalan o kadar çok olay ve ötekileştirme oldu ki kitaplara sığmaz. Cumhuriyet kurulduğunda düşman ilan edilenler Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Süryaniler, Ezidiler, Sosyalistler, İslami Yapılar … Çoğaltmak mümkün. Türkiye’de hemen herkes bir tarafından da olsa bir ötekileştirmeye maruz kaldı ya da kalacak. Başörtülüsü, Alevi’si, Kürt’ü.

Kazanan sadece egemen güç kaybeden ise hep o anın ötekisi idi. Aslında şuan egemen güce yakın olanların ibret alması gereken günü geldiğinde onların da öteki olacağı gerçeği idi. Bir ‘ötekinin’ diğer bir ‘ötekiye’ bakışında bile problemin olduğu bir toplumda yaşıyoruz çünkü. 12 Eylül olduğunda “komünistler düşünsün biz devletimizin hep yanındayız” diye alkış tutan Ülkücüler kısa sürede devletin ötekisi konumunda olduklarını anladılar. Ama iş isten geçmişti. Bir sağdan bir soldan denilerek idama götürüldüklerinde bu acı gerçek yüzlerine vuruldu. Bir ortam oluşturulduğunu ve o ortamda kendilerinin kullanıldığını fark edemediler. Kendilerini öz evlat sandılar. Onun için tokat onlara daha ağır geldi.  O kutsadıkları devlet (egemen güç) 21.yy’a da insanlık tarihinde ilerde yazılacak büyük bir zulmü belkide bunların eliyle yaptırıyordu. Yaşlı, çoluk çocuk, hasta, kadın demeden herkese saldıran, işkence yapıp ve kanunsuz suçlayıp hapse attıran bir gücün tarafında bugün olmak yarın kendilerini kurtarmayacağını bilecek geçmişe sahipler ama onu idrak edecek akıldan yoksunlar. Cesaret aldıkları bir nokta da şuan korunmanın verdiği özgüven. “Ceza görmemiş ilk suçtan daha cesaret verici bir şey yoktur.” der Marquis De Sade. Bu da hukukçu geçinen kitlenin vebal defterine yazılacak olandır. Köprüde zavallı askeri öğrencilere yapılan zulme (katliama) sonra hükümetin çıkardığı “ceza verilmez” kalkanı bunun ibretlik halidir.

Şunu idrak etmek gerekir ki devletin asla sahibi yoktur. Devlet önce adalet üzerine kurulur ya da adalet korunursa vatandaşı güvende olur. Bunun dışında her şey öteki olmaya sürükler. “Devletin dini adalettir” dediği aktarılan Hz. Ali bu gerçeği en hassas konu olan dine eş değer tutmuştur. Her iktidar kendine göre yasa yapar ya da keyfi uygular. Neticede her an bir kesim öteki olarak kalır. Hırsıza hırsız dediğiniz icin de öteki olabilirsiniz. Malınızı, ailenizi veya hakkınızı korumak zorunda olurken de öteki olabilirsiniz. Hatta devlet malı kutsal derken (kamu malı) korumaya çalışan memurlar bile öteki ilan edilip (17-25 Aralık polis ve savcıları ya da MİT Tırları savcıları gibi) hain damgasıyla hücrelerde süründürülebilir.

Öteki olmak bir seçim değil doğuştan gelen bir özellik olduğu gibi karakterinin karşılığı da olabilir. Haklıdan yana olmak, işini doğru ve hukuki yapmak neticede sizi birilerine öteki yapabilir. Tarafsızlık değil haklıdan taraf olmayı daha yerinde buluyorum ve haklıdan taraf olan ve bundan dolayı “öteki” olmayı göze alanlara saygımı ifade etmeliyim.

İbret alması gerekenlere tahtından alınan Osmanlı Padişahi II. Osman’ın insanlık dışı işkenceler den sonra isyancılara (devletin o zamanki egemen güçlerinin kullandığı yeniçerilere):

Dün sabah cihan padişahı idim, şimdi üryan kaldım. Esvap ve malımın haddi hesabı yokken şimdi on akçelik bir arakiyeye (takkeye) gücüm yok! Merhamet edip halimden ibret alın. Dünya size de kalmaz!” dediğini hatırlatmak isterim.

TÜRKİYE’DE ÖTEKİ OLMAK yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/9210-2/feed/ 0
KAĞITTAN KAPLAN YARGIMIZ https://hukukpenceresi.com/kagittan-kaplan-yargimiz/ https://hukukpenceresi.com/kagittan-kaplan-yargimiz/#comments Sun, 28 Jan 2024 23:48:51 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=9205 Sivas Sulh Ceza Hâkimliği’nin tutukluluk  halimin devamına dair kararı ile HSYK tarafından verilen benim de ismimin yer aldığı 2847 hâkim ve savcının meslekten ihracına dair kararı 26 Ağustos 2016 tarihinde tebliğ edildi. İki farklı karar. Bir tarafta kişi temel hak ve özgürlüklerinin güvencesi olması gereken hâkimlik kararı, diğer tarafta ise yargı sisteminin bağımsız ve tarafsız […]

KAĞITTAN KAPLAN YARGIMIZ yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Sivas Sulh Ceza Hâkimliği’nin tutukluluk  halimin devamına dair kararı ile HSYK tarafından verilen benim de ismimin yer aldığı 2847 hâkim ve savcının meslekten ihracına dair kararı 26 Ağustos 2016 tarihinde tebliğ edildi.

İki farklı karar. Bir tarafta kişi temel hak ve özgürlüklerinin güvencesi olması gereken hâkimlik kararı, diğer tarafta ise yargı sisteminin bağımsız ve tarafsız olmasını teminat altına alması beklenen bir Kurul kararı var. Her ikisinin malul olduğu hastalık, hukuk devletinin temeline dinamit koyan ve onun varlığını tehdit eden bir fecaat: Gerekçesizlik.  Her iki karar vehim, korkuy, hırslar, kinler ya da düşmanlıklar üzerine bina edilmiş.

İdeolojik yaklaşımın; etnik, dini, felsefi ya da sosyolojik farklılıkların; beklenti, korku veya hırsların hâkimlerin hakkaniyetli, ahlaklı ve vicdanlı karar vermeleri önünde büyük bir engel teşkil ettiği talihsiz bir zaman diliminde yaşıyoruz. Yargı mensuplarının içinde debelendikleri bu zafiyetleri, adaletli bir yargı sistemine özlem duyan, bunu yitik bir malı gibi hasretle ve özlemle arayan milletimin hayalleri önünde aşılamaz bir settir.

Memleketin hukukçularının (yargı çalışanları ve akademisyenlerinin) sefaletleri önce kendilerini daha sonra ise onun üzerine bina edilen değer ve kurumları yok etme potansiyeline sahiptir. Bunlardan müteşekkil bir yargı sisteminin çürümeye, ayrışmaya, kargaşaya ve her tür anarşiye yol açması kaçınılmazdır.

Bireylerin kişiliklerini örseleyen aile yapımız, yaratıcılığı ve üreticiliği doğmadan öldüren eğitim sistemimiz; kural, kaide, teamülleri olmayan kişiliksiz ve otoritesiz, denetimsiz, mesuliyetsiz devlet teşkilatlanması ve benzer başkaca sebeplerin bir araya gelmesi, yukarıda tanımlamaya çalıştığım hukukçu modelini bizlere hediye etti.

Ruhi hastalıkları ve manevi bunalımları nedeniyle “gerekçesiz” kalan hukukçu, gerçeklikten kopmakta, hayal âleminde hakikati arama macerasına atılmaktadır. Bu tür bir yaşamı kabul eden hukukçunun can simidi “klişe” ibareler, “kanun metni” ya da sorgulamasını yapmadan baş tacı ettiği “içtihatlar”dır. Kararında alt alta sıraladığı dosyanın somut omurgasından kopuk, bireyselleştirilmemiş ibareler ne kadar ışıltılı ve edebi olurlarsa olsun, içeriğinde bir ahengi bulunursa bulunsun, bunlar hukukçunun zavallılığını içinde bulunduğu ruh ve zihin sefaletini haykıran kelime yığınından ibarettirler.

Hakkımda sulh ceza hâkimliğince verilen tutuklama kararı ile tutukluluğun devamına dair kararları her okuyuşumda hissettiği şey hâkimin vicdanının iniltileri, içinde bulunduğu ve çıkmaya çabaladığı zavallı ruh hali, kendini kurtarma ve vicdanını rahatlatma çabası, korkusu ve acizliğidir. Bir hâkimin en büyük silahı ya da kalkanı, kararında gösterdiği deliller, somut veriler ve bunları ilmek ilmek işlediği hukuki değerlendirmesidir. Hâkim, bunlarla vicdanını rahatlatır, maddi ve manevi sahadan gelecek saldırıları göğüsler korkularının pençesinden bu şekilde kurtulur. Huzur bulur.

Tutuklama kararında aleyhime delil olarak gösterilen bilgi ve belgeler tam bir korku zincirini andırıyor. Silsile halinde sulh ceza hâkimine ulaşan bu zincirin halkalarının sağlamlığını irdelemeye kimsenin cesareti yok. Tam olarak dosyaya yansımamakla birlikte hakkımda HS(Y)K nezdinde tutulan ve kim tarafından servis edildiği belirsiz fişleme notları el altından Ankara savcılığına, bura vasıtasıyla Sivas savcılığına ve nihayetinde Sivas sulh ceza hâkimine ulaşmış. Korku bulutlarının ve karanlığın hâkim olduğu bir ortamda bilginin (delilin) bahşettiği aydınlığın, akıl ve mantık ilkelerinin ve şuurun izlerini bulmak ne mümkün. Önümde, beni tutsak eden, birbirine dayanarak ayakta kalmaya çalışan kâğıttan bir canavar var. Bu canavarın mimarları, yaratıklarının gölgesinden korkuyor, ihtişamıyla sermest oluyor ve bununla muhataplarına gözdağı veriyorlar.

Suçlamanın (darbe yapmak) büyüklüğü zihinleri esir almış, aklı sürgün edip mantıklara kilit vurmuş sanki. Salt suç isnadını mahkûmiyetin temel dayanağı kabul etmiş zavallılar. Delil bunlar için anlamsız bir ayrıntı; gerektiğinde bulunacak, bulanamazsa uydurulacak bir usüli zorunluluk. Zira bana ve benimle aynı durumda bulunanlara karşı işlenen cinayeti ortaya çıkaracak tüm mekanizmalar ya değiştirilerek zalimler tarafından ele geçirilmiş ya da korku ve baskı ile etkisizleştirilmişlerdir. Birisinin veya birilerinin yapılanlar ile igili olarak “hakız, hukuksuz” diyememesi, faillerin en büyük dayanağı ve varlık nedeni haline gelmiş.

Bu zulmü yapanlar veya ona ortak olanlar o kadar zayıf ve acizler ki, üflemekle yıkılacak kaleleri ve saraylarının arkasında, ürkek ve titrek bir halde yaşıyorlar. Endişeli şekilde akıbetlerini bekliyorlar.

 

 

Not: Bu yazı 27 Ağustos 2016 günü, Sivas cezaevindeki tutsaklığım sırasında kaleme alındı.

KAĞITTAN KAPLAN YARGIMIZ yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/kagittan-kaplan-yargimiz/feed/ 1
HÜCREMİN MAZGALLARI https://hukukpenceresi.com/hucremin-mazgallari/ https://hukukpenceresi.com/hucremin-mazgallari/#comments Fri, 26 Jan 2024 21:09:05 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=9200 (Bu yazı 15.1.2017 tarihinde, Silivri cezaevinde tutsaklığım sırasında kaleme alındı)   Dış dünyanın görünen tek yüzü olan gökyüzünü seyrederken bile özgür olmadığımı hatırlatıyor bana, hücremin penceresini de hapseden mazgallar. İzahı zor duygular hasat ettiğim, ruhuma rahatlık kalbime huzur bahşeden gök kubbeyi bir bütün halinde seyredemiyorum. Cezaevini inşa eden zihniyet, misafirlerinin tüm ümitlerini kırmak istercesine, onları hayata […]

HÜCREMİN MAZGALLARI yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
(Bu yazı 15.1.2017 tarihinde,
Silivri cezaevinde
tutsaklığım sırasında kaleme alındı)

 

Dış dünyanın görünen tek yüzü olan gökyüzünü seyrederken bile özgür olmadığımı hatırlatıyor bana, hücremin penceresini de hapseden mazgallar. İzahı zor duygular hasat ettiğim, ruhuma rahatlık kalbime huzur bahşeden gök kubbeyi bir bütün halinde seyredemiyorum. Cezaevini inşa eden zihniyet, misafirlerinin tüm ümitlerini kırmak istercesine, onları hayata bağlayan semayı da parçalamak istemiş. Ya da bedenin firarını önlemek adına demirden ve betondan ördüğü kafese, mazgallarla ruhu da hapsetmeyi amaçlamış.

Mazgallar, sonsuz maviliği demirleriyle 80 parçaya bölmeye yeltenen bedeni paslı ruhu kara caniler.

Bakışlarımı ne kadar yaklaştırırsam yaklaştırayım tek bir parçaya sığdıramıyorum gökyüzünü ve onun aynasından bana yansıyanları. En fazla iki parçaya indirip, parçalarını zihnimde birleştirmeye çalışıyorum çoğu kez.

Bazen tek gözümü karanlığa mahkûm edip diğeriyle bir kareden izliyorum semayı. Ancak bu durumda feda ettiğim gözüm mahrum kalıyor bu hazdan. Yarım hissediyorum zihnimde sonsuzluğu.

Mazgalların beni mahkûm, mağdur ve mahdut etmesine isyan ediyor, ruhuma ve zihnime vurduğu prangaları kırmanın her daim bir yolunu buluyorum. 80 karenin her birine ayrı bir manzara yerleştiriyorum hayalimde. Geçmiş zamanlardan kesitler oluyor birçoğunda; geri kalanlarına ise geleceğe dair umutlarımı konduruyorum. Geçmiş ve geleceğimi bir anda seyredebileceğim devasa bir ekranım oluyor mazgal örgülü pencerem, beni tutsak eden zalimlere inat.

Oradan izlemeye başlıyorum geçmişi, anı ve geleceği.

Kâh gülüyor, kâh üzülüyorum; bir an geliyor umut ve heyecan kaplıyor içimi, bir anda karanlık bir kuyudan çıkmaya çalışırken buluyorum kendimi.

Hayatın, insanların ve tabiatın zenginliğini ve çeşitliğini anımsatıyor parçaların çokluğu.

Tek olan ne var dünyada? Tek olan neyin anlamı ve tadı var ki?

Cezaevine konulma nedenim: dünyanın tekleştirilmesine karşı isyanım değil miydi?

Diğerleriyle aynı yönde eylem ve söylemde bulunmadığımdan dolayı kendi dünyalarından kovup uzaklaştırmadılar mı beni?

Camın önüne veya arkasına konulan parmaklıkların camın bütünlüğüne bir zararı olabilir mi?

Bu parmaklıklar göğü gerçekte parçalayabilir mi?

Mazgal aralıklarından bir veya bir kaçını kullanarak dışarıyı izlemede kimin kime ne zararı dokunabilir? Hepimiz aynı semaya bakıyor olacağız, yani sonsuzluğa, ya da boşluğa.

Bu engelleri koyanlara inat ben, pencerenin önündeki parmaklıkların beni mahkum etmesine izin vermeyeceğim. Toplu iğne deliğinden dahi olsa görebildiğim sürece gökyüzünü izlemekten vazgeçmeyeceğim. Milyonlarca parçaya bölseler de penceremi, semayı, zihin dünyamda bütünleştirip daha da mükemmelleştireceğim. Hem de bunu tek gözümü kapatmadan, hiçbir uzvumu ve duygumu feda etmeden yapacağım.

Konulduğum bu mekandan kendimi tüketerek değil, çoğaltarak çıkacağım.

 

HÜCREMİN MAZGALLARI yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/hucremin-mazgallari/feed/ 2
Bu Da Mı Gol Değil Hakim Bey! https://hukukpenceresi.com/bu-da-mi-gol-degil-hakim-bey/ https://hukukpenceresi.com/bu-da-mi-gol-degil-hakim-bey/#respond Thu, 25 Jan 2024 21:57:32 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=9194 Hukukçu olmasa da Türkiye’de, kahvede oturan kalabalığın bile batak oynarken bildiği temel hukuk bilgileri ne yazık ki vardır. İronik bu durum Türkiye’de normal görülür. Çünkü herkes azıcık Hukuk, azıcık Futbol, azıcık Bürokrasi bilir ama maalesef konuşunca azıcık kavramı kaybolur kafalarında. Teknik direktörden fazla taktik, doktordan fazla tıp bilen yurdum insanının ezbere bilebileceği bir şey de […]

Bu Da Mı Gol Değil Hakim Bey! yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Hukukçu olmasa da Türkiye’de, kahvede oturan kalabalığın bile batak oynarken bildiği temel hukuk bilgileri ne yazık ki vardır. İronik bu durum Türkiye’de normal görülür. Çünkü herkes azıcık Hukuk, azıcık Futbol, azıcık Bürokrasi bilir ama maalesef konuşunca azıcık kavramı kaybolur kafalarında. Teknik direktörden fazla taktik, doktordan fazla tıp bilen yurdum insanının ezbere bilebileceği bir şey de Hukuk’tur.

Siz Anayasanın size verdiği hak ile hakkınızı ararsınız ve iç hukuk yollarını bitirirsiniz. Siyasetin bir şeyi(!) olan iç hukuk yolları haksız kararlar alır ve siz de hakkınız olarak AİHM’e gidersiniz. AİHM’e gitmek ve sonrası çok ciddi bürokratik zorluklar ile mümkün olmaktadır. Bütün bu zorluklara rağmen hakkınızı ararsınız. Ve neticede sizin gibi binlercesini ilgilendiren kararlar alırsınız.

Yani adaleti “dıj güçler” de aramanız kendini “iç güç, yerli, millî hatta İslami” sanan bir despot yönetim ve onların güç olarak kullandığı Adli Mekanizmanın zoruna gider. Yeniçerilerin “istemezûk” kafası gibi doğru da olsa, hak da olsa kabullenmek istemezler. Yakın zamanda Yargıtay’ın AYM’nin kararını tanımayıp üstelik yasama organı Meclis’e bile ayar veren zihniyete sahip bir yargının AİHM kararını takacağını düşünmek kimilerine göre saflık olur. Oysa önemli olan nokta, istenilen neticenin alınmasından ziyade (ki bir gün elbet alınacak) verilecek mücadelenin bizzat kendisidir. Bu bir futbol maçı değildir, kazanma ya da kaybetme eksenli değildir. 100 yıl geçse de muhatapları yaşamasa da, adalet doğru karar vermeli, gıyabında bile olsa iade-i itibar yapmalıdır. Bu geride kalanlar üzerinde bir sorumluluktur. Burada özne bir birey değil bizzat insanlık ve insan hakkıdır. Nitekim bazen kahvehanede kulağa çalınan “emsal karar” kavramı da bunun basit bir işaretidir.

Hz. Hüseyin’e Küfe yolunda birileri “Ey Hüseyin, Kufeliler’e güvenme Onlar babanı ortada bıraktılar, onların daveti ve güveni yalandır.” deyince verdiği cevap günümüz aydınına ders niteliğindedir.

Ben birilerine güvenip bu yola çıkmış değilim. Ama ortada büyük bir zulüm ve Adaletsizlik var. Ben bu yola çıkıyorum, zayıf ve sayıca az olabiliriz, yenilebilir, öldürülebiliriz ama ben bugün bu mücadeleye girmezsem yeryüzünde bundan sonra kimse Hakkı, adaleti korumaz, Zulme başkaldırmaz. Adaletsizle mücadele etmez. Sayılara güvenen zulmeder haklılar da hakkını aramaz”

Yalçınkaya Davası ve sonrasına belki de böyle bakmak daha isabetli olur.

Bir mücadele ki ilk Mahkemeden son Mahkemeye kadar hakkını arayan kişinin sürekli attığı goller sayılmayıp ofsayt denerek iptal edilmiş. VAR’a bile gitmeye tenezzül edilmemiş. Sonuçta hep iptal edilen Gollere binaen bu son gole de (AİHM) ofsayt demeye kalkan Türk Yargı üyelerine bir daha demek isterim ki adalete dönün bakın haksızlığınız arşa dayandı. Hukukun üstünlüğü sıralamalarında 139 ülkeden 117. olmanızın gösterdiğini ve bunu itiraf eden Bakanınıza da tekrar diyorum ki “Bu da mı Gol değil”, daha ne bekliyorsunuz eğer Hukuk insanı(!) iseniz. Böylesi bir hukukçunun tanımını Hasan Dursun Bey’in “Günah ve Hukukçu makalesinde bulabilirsiniz. Sayın Dursun mevcut durumu “Adliyeler günahkâr hukukçuların mekânı ve bunlardan çoğunun mabedi.” şeklinde tanımlamış. Adaletsizlik yapmayı artık bir tapınma ritüeli haline getirenlerin tapınakları maalesef Adalet Sarayları oldu.

Bu yazıda dinî olaylara çok referans verdik. Kendini bir dini yapının üyesi sayıp karar veren şu an ki yargı üyeleri umuyorum ki aldığı kararlardan dolayı “İki hakimden biri cehennemdedir” hadisini duyup idrak etmişlerdir. Yaptıklarını bir dini mücadele sayan (!) acınası Hukuk karar vericilerine bu hatırlatmayı yapmış olayım.

Bununla beraber Yalçınkaya Davası için (onun adı olsa da) Zulme karşı tarafını Adalet’ten yana koyan bir avuç hukuk insanını da taktir etmek gerek.

Çoğunluğun kendi haklarını aramaktan korkup çekindiği noktada yukarda bahsettiğim Hz. Hüseyin’in sözlerine hayat vermek adına, aldığı hukuk eğitimi ve elde ettiği birikimin yüklediği sorumluluk ile, başkalarının haklarını savunmak adına hareket edenlere selam ve saygı ile.

Bu Da Mı Gol Değil Hakim Bey! yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/bu-da-mi-gol-degil-hakim-bey/feed/ 0
HUKUKÎ HATA KİMİN YANLIŞI? https://hukukpenceresi.com/hukuki-hata-kimin-yanlisi/ https://hukukpenceresi.com/hukuki-hata-kimin-yanlisi/#respond Thu, 25 Jan 2024 20:42:04 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=9189 Hukuk alanında tezahür eden hatalar, kendiliğinden meydana gelmezler; yetkili ve görevli kişiler tarafından ortaya konulan işlem ve/ya kararlar ile tezahür ederler. Hukukî hata, faili tarafından hata olsun diye yapılmaz aksi durumda hatadan çok, kasten yapılan bir “hukukî yanlış”tan, hukuksuzluktan bahsedilebilir. Kasıtlı olarak meydana getirilen bir yanlışın “hukukiliği” ya da “hukuk dışılığı” tartışma konusu yapılamaz. Zira […]

HUKUKÎ HATA KİMİN YANLIŞI? yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Hukuk alanında tezahür eden hatalar, kendiliğinden meydana gelmezler; yetkili ve görevli kişiler tarafından ortaya konulan işlem ve/ya kararlar ile tezahür ederler. Hukukî hata, faili tarafından hata olsun diye yapılmaz aksi durumda hatadan çok, kasten yapılan bir “hukukî yanlış”tan, hukuksuzluktan bahsedilebilir. Kasıtlı olarak meydana getirilen bir yanlışın “hukukiliği” ya da “hukuk dışılığı” tartışma konusu yapılamaz. Zira hukuk böyle bir durumu korumaz, ona meşruiyet kazandıracak usul ve ilkeler öngörmez.

Hukukî hata ancak hukuki bir süreçte vücut bulabilir; herhangi bir neden yok iken, sebeplerden soyut olarak meydana gelmez. Hukukî süreçlerin başlayıp nihayete ermesi yolundaki aşamalar bir insanın eylem ve/ya söylemleri sonucudur. Bu çerçevede var olabilecek hukukî hata ancak ve sadece insan kaynaklı olmak durumundadır.  

İnsan tarafından icra edilmesi zorunlu olan hukukî hata, yapılan bir insan faaliyetinin/işinin negatifi olarak telakki edilebilir. Hukukî hataların önüne geçilmesi ve en aza indirgenmesinin en basit yolu ve şartı, hukuki süreçten sorumlu kişilerin, mesulü oldukları “işi”, gereklerine uygun olarak yapmalarında yatar. Mahiyeti ve çalışma usulü gözönüne alındığında, var olmaya devam eden bir hukukî hata, birden fazla işlemi/kararı zorunlu kılar. Hukukî hatanın önlenmesinde en etkin yol “doğrunun” tam olarak öğrenilmesidir. Hukukî hatanın süjesi olan insan unsurunun mahiyeti hatanın önlenmesi ve düzeltilmesinin önündeki en büyük zorluktur. Zira insan ne hep “doğrusunu” bilmediği için hata yapar, ne de her daim kasten “hata” yapar. Üzerinde kafa yorulması ve çözüm üretme çabasına girilmesi gereken hukukî hatalar, “doğrusu” bilindiği halde yapılan ve fakat yapılmasında kast unsuru bulunmayan “yanlışlardan” mütevellit meydana gelmiş olanlarıdır. Hukukî hata, hatayı yapan kişi açısından “doğru/haklı” gözüken veya böyle yorumlanan bir durumdur.

Hukukî hatayı tayin ve tespit ederken, yapılan “son yanlışa” odaklanmak, soruna nihai bir çözüm getirmez. Burada üzerinde durulması gereken şey, soruna kaynaklık eden, fonksiyonel olarak hatayı meydana getiren süjeye ait “doğru”dur. Yanlış olduğu bilinmediğinden fark edilmeyen “doğrular” üzerine eğilmeyen çözüm önerileri, çözümü basite indirgeyen sığ bakış açılarından kaynaklı, sun’i yöntemler ve boşa harcanan çabalardır.

Hukukî hata, faili tarafından daha önceden kurgulanmış olmadığı gibi, anlık olarak da husule gelmiş bir olgu olarak kabulü de mümkün değildir. Hukukî hata, bir sürecin bitimi ile meydana gelmiş bir sonuçtur. Hukukî hatanın kesin olarak sonlandırılması, en aza indirilmesi ve tekrarlanmaması amaçlanıyor ve isteniyorsa, bu yönde ortaya konulacak çabaların doğru şekilde idaresi ve yönlendirilmesine ihtiyaç vardır. Hukukî hata ile insandan kaynaklı “yanlış” arasında var olan sıkı nedensellik bağı/ilişki, hukukî hatanın tek koşulu ve/ya nedeni gibi telakki edilmemelidir. Bu halde çözüm basite indirgenmiş olacak, insandan kaynaklı “yanlış” ortadan kaldırıldığında, hukukî hatanın da kendiliğinden hallolacağı yanılsamasına neden olacaktır. Bu yönde varılacak sonuçlardan kaynaklı idari, disiplinel ve cezaî çözümler, hukukî hataya neden olan ve fonksiyonel “doğru” olarak sahiplenilip icra edilen “yanlışları” tedavi etmeyecektir. Basit bir sebep-sonuç ilişkisi bağlamında ortaya konulan yol ve yöntemler fonksiyonel olmaktan uzak, daha çok cezalandırıcı, ikaz edici, yasaklayıcı; dar kalıplara uygun zihinsel ve eylemsel davranışlarda bulunmaya yönlendirici olacaktır. Yine her hukukî hatayı özel olarak önleyecek, olayın sübjektif şartlarını gözönüne alan ve buna yönelik çözüm önerileri üreten kazuistik, yeni hatalara kaynaklık edecek birincil ve ikincil yasal düzenlemelerin oluşumuna neden olacaktır. Bu, sorunu daha da karmaşıklaştıracaktır.

Soruna bütüncül bir bakış açısı ile yaklaşmayan çözüm önerileri arasında en çok başvurulanı ise “eğitim”dir. Ancak tespit edilen ve hukuki hataya neden olduğu tayin edilen, buzdağının görünen kısmını oluşturan “yanlışları” bertarafa yönelik eğitim yöntemi, muhatabını bilgisizlik, kural tanımazlık, kötü niyetlilik vb. gibi sıfatlarla açık-kapalı itham eden bir nitelik ile maluldür. Hukuki hatanın bertarafına yönelik şümullü bir bakış açısı, hukuki hata dışında kalan koşul ve nedenlerin belirlenmesi ve mahiyetlerine özgü tedavi metotlarının kurgulanıp uygulanması ile mümkün olacaktır.

Hukuki hata dışı koşul ve nedenler kişisel olabileceği gibi, sistemsel, siyasal ve toplumsal kaynaklı da olabilir. Bundan dolayıdır ki hukuki hata tek ve son “yanlışa” indirgenemez. Hukuki hatanın tayininde olaysal olarak elde edilecek ampirik veriler vazgeçilemez öneme haizdir. Ancak sorunun kalıcı olarak çözümü peşinde koşanların ampirik verilerin çizdiği sınırların ötesine uzanmaları gerektiği bilinmelidir.

Hukuki hatanın tek bir “yanlışa” indirgenemeyeceği gibi, “yanlışlar zincirinin” kendi içerisinde eşit/özgül ağırlığa sahip oldukları da kabul edilerek çözüm çalışmalarına girişilemez. Hukuki hata sorununun teşhisi ve sonrasında tedavisi için “yanlışlar” zincirinin önem derecesine göre sıralanması, sorunun somutlaştırılarak soyut ve nesne haline getirilmesine hizmet eder. Hukuki hata ile “en sıkı şekilde belirlenmiş” ve onu doğuran “yanlış”ın tespiti metodolojik bir çözüm önerisinin tayininde gereklidir. Böyle bir belirlenmede, “en önemli” olduğu kabul edilen “yanlış” ile, bu yanlışı” doğuran “küçük yanlışların”, esaslı bir çözüm önerisinde aynı önemde gözönüne alınması gerektirir. Bu halde çok farklı disiplinlerin, çözüm önerisinde aktif olarak rol alması beklenir. Zira “temel yanlışı” doğuran “küçük-tali yanlışlar” birden fazla disiplin alanında üretilen metotlarla tedavi edilebilecektir. Hukuki hatayı yapan kişi bir insandır. Hatasının temelinde, insan olmasından kaynaklı zafiyetler yer alır. Bu halde psikoloji bilimi verilerine de müracaat etmek gerekir. Yine hatalı insan farklı özelliklere sahip “toplumlarda” yaşamını idame ettirir. Toplumun koşulları ve etkenleri de “hatalı” insanı doğrudan-dolaylı şekillendirir. Bu halde sosyoloji bilimi de yanlışın tedavisine koşacaktır. Yine mevzuattan, eğitim sisteminden, siyasal ortamdan kaynaklı “yanlışlar” da hukuki hatayı şekillendirir.

Hukuki hatayı doğuran “yanlışlar hiyerarşisi”ne dahil öğelerin sayısının, çözüm metotlarıyla en aza indirilmesi, hatayı yapan insanın sorumluluktaki “gerçek hata oranını” tayin etmemize yardımcı olacaktır. Aksi takdirde tüm yanlışların bileşkesi mahiyetinde olan hukuki hatanın faili kabul edilen kişiye yaptırım uygulamak, onu günah keçisi ilan ederek rahatlamaya çalışmak, daha büyük bir hata olacaktır. Böyle bir yöntem ile hukuki hatanın anası olan “yanlışlar” yok edilemeyecek, hukuki hatayı görünür kılan “yanlış ve fakat kişisel doğru” sahibinin yeni hatalar yapmasının özel ve genel ortamı inşa edilecektir.

 

 

NOT: Bu yazı, Kadir Cangizbay’ın “Sosyolojiler Değil Sosyoloji, Ankara, 2.B, 1999, kitabında yer alan “Bir insan ürünü olarak kazalar ve kazaların önlenmesi ya da çok-disiplinli bir metodoloji kurma denemesi” isimli makalesinden esinlenerek hazırlanmıştır.

 

 

HUKUKÎ HATA KİMİN YANLIŞI? yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/hukuki-hata-kimin-yanlisi/feed/ 0
REALİST-İDEALİST HUKUKÇU https://hukukpenceresi.com/realist-idealist-hukukcu/ https://hukukpenceresi.com/realist-idealist-hukukcu/#comments Tue, 23 Jan 2024 00:12:30 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=9186 Her hukukçu teorik olarak hakkın ne olduğunu, adaletin nasıl tesis edileceğini bilir. Bilmekle kalmaz, bu amaca ulaşmak için çaba sarf edeceğini, engelleri aşıp, zorlukları göğüsleyeceğini beyan edip, bunun şahsi ideali olduğunu söyler. Zamanı gelip de bu idealini teste tabi tutacak olaylarla karşılaştığında, hukukçuların ne kadarının sözünün ve iradesinin namusunu koruyup, ideali uğrunda fedakârlıkta bulunarak, madden […]

REALİST-İDEALİST HUKUKÇU yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Her hukukçu teorik olarak hakkın ne olduğunu, adaletin nasıl tesis edileceğini bilir. Bilmekle kalmaz, bu amaca ulaşmak için çaba sarf edeceğini, engelleri aşıp, zorlukları göğüsleyeceğini beyan edip, bunun şahsi ideali olduğunu söyler. Zamanı gelip de bu idealini teste tabi tutacak olaylarla karşılaştığında, hukukçuların ne kadarının sözünün ve iradesinin namusunu koruyup, ideali uğrunda fedakârlıkta bulunarak, madden ve manen mücadele edeceği baştan bilinemez. Testi geçenlerin oranı hukuk sisteminin kalitesini tayin eder.

Zihin dünyasında ve entelektüel dağarcığında adalet kahramanı gözüken nice yiğitler, ya daha savaş başlamadan meydanı terk etmişler, ya da mücadele sahasının mücavir alanına dahi adım atamamışlardır. Yani onların adalet ve hak savaşımı bir kuruntudan, dev aynasındaki bir yansımadan ibarettir.

Bu zaviyeden, yani söylem ve fikirlerinde samimi olup olmama noktasında hukukçuları idealist ve realist[1] olarak ikili bir gruplandırmaya tabi tutabiliriz.

Realist hukukçular, kendi duygu, düşünce ve fikirlerine ters, onların tesirini azaltacak veya yok edip dönüştürecek harici güçlere ve etkilere karşı direnç göstermeyi, onlarla mücadeleyi asla göze almazlar. Kâr getirmeyen bir mücadeleden kaçmaları onların mağlubiyetleri anlamına gelmez. Zira onlar yenilmemesini becerecek zekâya ve karaktere sahiptirler. Çıkarları kutsal ve önceliklidir. Menfaatlerini her ortam ve zamanda korumak ve artırmak adına sürekli söylem ve eylem geliştirip (değiştirip) dururlar. Aldatmak, onların zaferlerinin anahtarıdır. Mücadeleden kaçıp, menfaatlerini koruyup yenilerini ekleyerek her kişi/değer/grup ile anlaşma yapmak ve orta yolu bulmak onlara göre akıllıca bir harekettir. Hile ile hayatta zafer kovalayan bu sinsi hukukçular, haricen gelecek etkileri bertaraf edebilmek için, onunla barışık davranmaya, onun rengini almaya, onun güdümünde ona hizmet etmeye hazırdırlar. Böyle zelilâne bir hali seçmelerinin amacı, sonraki süreçte şartlar değiştiğinde kölesi olduklarına “efendi” olmaktır. Hayat her daim değişmekte olup, yeni durum ve şartlar yeni güçlükleri beraberinde getirdiğinden, bukalemun karakterli bu hukukçular her daim köle olmak durumundadırlar.

Realist ruhlu hukukçular, benliklerinde var olan duygulara ihanet ettiklerinin bilincinde olup bunun suçluluğunu iç derinliklerinde hissettiklerinden acı çekerler; mutsuz ve tedirgindirler. Vicdanlarının intikamından korkarlar. Kendileriyle baş başa kalmaktan ürkerler. Yöneltilen her eleştiriye şiddetle karşı koyarlar. Demagoji yeteneklerini, hukukî bilgilerini ve entelektüel birikimlerini zekâlarıyla yoğurarak, yöneltilen eleştirileri göğüslemeye, onlara kılıf uydurmaya gayret ederler.

Sefil ruhlu bu hukukçular, siyasi manevra kabiliyetli, sinsi ve hilekâr akıllarıyla ürettikleri veya elde ettikleri ve başkalarının iştahını kabartan makam, mevki, para ve şöhret gibi menfaatleri ile öğünüp, bunlarla teselli olurlar.

Korkaklıkları, acizlikleri, hileleri, ikiyüzlü oluşları yüzlerine vurulduğunda bu kişilere düşmanlık beslerler. Zira bunlar onların acı ve hüzün kaynaklarıdır. Sahip oldukları tüm maharetlerini, olanaklarını seferber ederek zarar vermek için, ithamda bulunan kişilere saldırırlar. Çoğu kez bunda başarılı da olurlar. Dostları, kendileri gibi olanlardır. Birbirlerini alkışlamaktan haz duyarlar. Efendi kabul ettikleri kişi/grup/değerlerin kötü olan her hareketinde bir kutsallık bulup takdir ederler.

Realist ruha sahip bir kişiden büyük hukuk adamı çıkmasını beklemek safiyane bir hayalden ibarettir. Yıkılan adalet ruhunu yeniden doğrultacak, onu ölüm uykusundan uyandıracak, bağlı olduğu maddi-manevi zincirlerinden kurtararak özgürleştirecek, herkesin görebileceği şekilde abidesini dikecek olan “büyük hukuk adamı” realist değil, idealist ruhlu olanıdır.

Sonradan efendi olma beklenti ve kurnazlığı ile esareti kabul ve bu doğrultuda ödün verme hukuk adamının intiharı ve onun şahsında hukukun idamıdır. Böyle bir benlik bugünün mağduru iken, geleceğin zalimi olacaktır.

 

[1] Realist ve idealist hukukçu ayrımı, Sayın Nurettin Topçu’nun İradenin Dâvası-Devlet ve Demokrasi isimli eserindeki değerlendirmelerinden esinlenerek yapılmış ve yazılmıştır.

REALİST-İDEALİST HUKUKÇU yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/realist-idealist-hukukcu/feed/ 1