Milletten Umut Kesilmez!

Milletten Umut Kesilmez!

Türkiye’de 31 Mart seçimlerinde hiç kimsenin beklemediği bir sonuç ortaya çıktı. AKP ve Erdoğan adeta sandığa gömüldü. İşin ilginç yanı muhalefet de olayı şaşkınlıkla seyretti. Seçim sürecinde, meydanlarda veya ekranlarda muhalefet partileri yoktu. Sandık başından haber veren Oy ve Ötesi gibi gruplar yoktu. Bu yüzden seçim sonuçlarını kimse sahiplenemedi de!

Seçim sonuçları ile ilgili olarak birçok şey yazıldı çizildi. Öne çıkan ortak vurgu “seçmenin menfaatçiliği(!)” oldu. Yani seçmen, yine kendini muhaliflere beğendiremedi. Önceki seçimlerde, muhalefetin kullandığı, yolsuzluk, hukuksuzluk ve adaletsizlik vurgusu, “vatan elden gidiyor”, “bu son şans” gibi korkutma propagandalarının hiçbirine değer vermemişti. Bu konuların seçmende makes bulmamasının temel sebebine dair ipuçlarını yazımızın sonunda bulabileceksiniz. Bu kez ise kendinden tamamen umut kesildiği, hiç umursanmadığı dönemde muhalefet partilerine oy verdi.

“Seçimin üzerinden bir ay geçti böyle bir girişe ne gerek var?” diye sorabilirsiniz. Hatta bazı okurlarımız ilk iki paragraftan sonra “Aynı lakırdıları, üstelik bir ay sonra niye okuyayım!” diyerek yazıyı tamamlamamış bile olabilirler.

Burada vurgu yapmak istediğimiz husus, demokrasi ile yönetilen ülkelerde en temel karar organı her halükarda millettir. Politikacıların çabası, halkları kendini desteklemek için ikna etmekten ibarettir. Yetkiyi alır, sonra o yetki süresince vaatlerini yerine getirmeye çalışır. Seçimi kaybedenler de gelecek seçimlerde başarı elde etmek için, ikna çabalarına yeni vaadler ve taktikler eklemeye çalışır. En azından teorik olarak bu böyledir.

Demokrasinin ilginç bir cilvesi şudur: toplumsal bünye ve kamu vicdanı bir şeyi benimsemediğinde eninde sonunda ondan kurtulacaktır. İnsanlık tarihi bu konuda örneklerle doludur. Bu bazen çok zor olur, bazen sadece zor olur.

Türkiye’de 15 Temmuz’dan bu yana yaşanan acılara dair korkunç istatistiki veriler var. Olup biteni soykırım veya insanlığa karşı suç olarak tanımlayanlar hiç de haksız değil. Durum bu iken sosyal medyada “milletin umursamazlığı”, “milletin duyarsızlığı” acımasızca eleştiriliyor. Hatta sorumlu olarak “umarsız millet(!)” gösteriliyor.

Peki toplum gerçekten umarsız mı? Yoksa arada başka bir şeyler mi var?

Türkiye toplumunu tanımlamak için kullanılan sıfatlardan öne çıkanı hiç şüphesiz “duygusal”dır. Türkiye’de yaşayan haklar “romantik”’tir. “Mağdur”un yanındadır. Bu mağdurun kadın, çocuk, yaşlı, hasta veya sadece öteki(!) olması tercih sebebidir. Hatta kediler, köpekler, leylekler bile bu “mağdur” merkezli romantizmden destek bulmuşlardır. Son örneklerden biri Kedi Eros için kitlelerin sosyal medyada ve duruşma salonu önünde gösterdiği tepkilerdi.

Kedi Eros için ortalığı yıkan halk ile ilgili haklı olarak şu soruları sorabilirsiniz:

AİHM Büyük Dairesinin emsal karar niteliğinde Yalçınkaya kararındaki kriterlere göre beraat etmesi muhakkak olan ağır engelli Şerife Sulukan’ın durumuna neden toplum sessiz kalıyor? Ya da down sendromlu %90 engelli ve 11 yaşında olmasına rağmen 8 kez böbrek ameliyatı olmuş Elif Sinem Sarıçicek’e yasal gereklilik ve Adli Tıp Kurumu raporlarına rağmen annesi neden verilmiyor, neden tahliye edilmiyor. Buna benzer onlarca mağduriyet sosyal medyada günlük olarak dönüyor.

Millet aynı millet, zulüm benzer zulüm, mağdurlar da kadın ve çocuklar. Peki bu sessizlik neden?

İşte mağduriyetleri duyurma, zulmü durdurma derdinde olanların öncelikle, bu “neden?” sorusunu sorması gerekir.

Biz burada bu soruya bir yönü ile cevap bulmaya çalışacağız. Kanaatimizce temel sorun nefret söylemleridir. Devleti yöneten siyasetçi ve bürokratlar kendi uydurdukları, içini kendilerinin doldurduğu, sınırlarını daha doğrusu sınırsızlığını kendilerinin belirlediği nefret söylemleri ile sürdürülebilir bir düzen kurmayı hedeflemektedirler.  Canlı tutulmak için bir servet harcanan, devlet gücünün tüm unsurlarının kullanıldığı nefret söylemleri mağdurların etrafını büyük surlarla çevirmektedir. Mağdurların sesleri toplumun geri kalanına ulaşamamaktadır. Ulaşsa bile bu mağduriyet muhatabına kodlanarak erişebilmektedir. Bu durum şuna benzer, masum bir mail mail programındaki spam ayarlarında yer alan özel kelime ve işaretler yüzünden gelen kutusu yerine spam kutusuna düşmektedir. Haliyle kişi uzun zaman sonra veya iş işten geçtikten sonra mailden haberdar olabilmektedir. İşte nefret söylemleri toplumun algılarını bozmaktadır, mağdurun yardım çığlıkları doğru bir şekilde anlaşılamamakta, muhataplar tarafından idrak edilememektedir, bu yüzden tesir oluşturmamaktadır.  

İktidar malum olduğu üzere muhalif herkese “Terörist”, “PKK’lı” veya “F.TÖ’cü” diyerek onları ötekileştirip, damgalamaktadır. Yandaş medyanın yanı sıra, %2’lik küçük bir alana sıkışmış olan muhalif medya da iktidarla aynı söylemi kullanma talihsizliğinin içindedir. Siyasi yargılamalar nedeniyle mağdur edilen insanlarla ilgili haberler şu şekilde servis edilmektedir: “F.TÖ’cü falancanın kızı intihar etti”, “F.TÖ’den tutuklu, falancanın eşi ziyaret yolunda trafik kazasında öldü.”, “Meriç’te ülkeden kaçmaya çalışan F.TÖ’cülerin botu alabora oldu”.

Yandaş ve muhalif medyanın nefret söylemini bu şekilde kullanması mağdurların yardım çığlıklarına virüsler bulaştırmakta, onları anlamsızlaştırmaktadır.  Kafalarda çelişkili bir mağduriyet oluşturmaktadır. Önyargılarla damgalanan mağdurlar hakkında  “amalı”, “fakatlı”  cümleler kurulmaktadır. Bu “amalar” ve “fakatlar”la işaretlenen mağduriyetler iktidar tarafından bilinç altlarında oluşturulan çekmecelere, dosyalara doldurulmaktadır. Halbuki ait oldukları yer “Kedi Eros”a ayrılan yerdir.

Peki bu şekilde mağduriyetlerin anlamsızlaştırılması tesadüfen mi gerçekleşti? Yoksa bir planın parçası mı?

Bu soruya en iyi cevap soykırım suçunu ve adımlarını tanımlayan metinlerde bulunabilecektir. Soykırımın 10 adımı şu şekilde sıralanabilecektir. Sınıflandırma, sembolleştirme, ayrımcılık, insandışılaştırma, organizasyon, kutuplaştırma, hazırlık, zulüm, imha ve inkardır. Görüldüğü ve yaşandığı üzere, nefret söylemleri bu aşamaların olmazsa olmazı olup bir plan dahilinde üretilip, içi doldurulup kullanılmaktadırlar.

Ruanda ve Almanya’daki soykırımlarda yok edilmeye maruz kalan insanlar nefret söylemleri ile toplumun geri kalanından koparılmıştır. Onların acıları “ama”lar barındıran cümlelerle muhataplarında etki doğuramamıştır. Ne zaman nefret söylemi beslenemez, insanların bedenlerinin ve ruhlarının içinde kaynatıldığı kazanların altına yeni odunlar atılamaz olmuş, o gün toplumun geri kalanında farkındalıklar oluşmaya başlamıştır. İnsanlar gözlerinin önünde gerçekleşen vahşete “biz bilmiyorduk”, “öyle miymiş” şeklinde tepki gösterebilmişlerdir. Soykırımlarda, nefret söylemleri ile birlikte kullanılan “güvenlik”, “mücadele”, “savunma” gibi kavramlar, kötülüğü kamu vicdanında yapay bir şekilde meşrulaştırmıştır(!). Bu yüzden insanlar rahat bir şekilde zulümlerden habersiz(!) olduklarını ifade edebilmişlerdir.

Türkiye’de de yaşanan durum Ruanda veya Almanya’dan farksızdır. Nefret söylemleri insanları duyarsızlaştırmaktadır. Hassasiyetler törpülenmektedir. Kötülük sıradanlaşmaktadır. Duygusal Türkiye toplumunun, bu duygusallığı farklı açılardan kamçılanmaktadır. Bir yandan güvenlik, korku, düşmanlık öne çıkarılırken, öte yandan mağdur “terörist”, “baği”, “kafir”, “münafık”, “hain” gibi nefret söylemini güçlendiren dini, ahlaki veya siyasi kavramların yardımı ile yok edilmesi gerekenler safına konulmaktadır. Bu durumda mağdurun kadın, hasta, yaşlı, hamile, bebekli ve çocuk olması ve hatta yıllarca alkışlanan milli sporcu olmasının bir önemi kalmamaktadır. İnsanlar onları “gerçek bir mağdur” olarak  algılayamamaktadır.

Soykırım yöntemlerindeki bir diğer hile ise, mağduru da toplumun geri kalanına karşı “öfkelendirmek”, “küstürmek”tir. Mağdur da duygusal olarak toplumdan koparılmalıdır. Böylece çok daha kolay aşırı uçlara sürüklenebilecek ve hatta terörize edilebilecektir. Mağdur bu öfkesinin etkisiyle, kendi elleriyle zalimin ilmeğini boğazına geçirmiş olacaktır. Eski bir başbakanın IŞID terör örgütü üyeleri hakkındaki “bir grup öfkeli genç” tanımlamasında yer alan “öfke” budur. Kirli siyaset için bu “öfke patlamaları” hem hedef hem de “Allah’ın lütfu” olacaktır. Siyaset terörü manipülasyon amacıyla kullanabilmenin yanı sıra sürdürülebilir bir istikrarsızlıktan beslenen sürdürülebilir bir iktidar sağlamış olacaktır.

Yapılması gereken nedir?

Öncelikle toplumun geri kalanından umut kesilmemelidir. Siyasetin ekmeğine yağ sürecek şekilde asla köprüler atılmamalıdır. Toplumun geri kalanına erişilmeli, diyalog güçlendirilmelidir. İkinci adım olarak ısrarla kötülükler anlatılmalıdır. Birilerinin görmemesi, herkesin görmediği anlamına gelmez. Kötülükler, resmi karar organlarında zulüm olarak, failler ise “zalim” olarak tescillenmelidir. Böylece zulmün ömrü kısalacaktır. Yeni gelen iktidarlar kendilerine “zalim” dedirmemek için zulmü sürdüremeyeceklerdir.

İktidar gücünü elinde bulunduran ve bu gücü soykırım yada insanlığa karşı suçlar işlemek için kullananların “nefret” söylemleri belirlenmelidir. Bu nefret söylemleri ile sadece Türkiye sınırları içinde değil, dışında da mücadele edilmelidir. Uluslararası kurum ve kuruluşlar ile sivil toplum örgütlerine bu nefret söylemlerinin verdiği hasarlar, aldığı canlar rapor edilmelidir. Nefret söylemleri ile mücadele eden sivil inisiyatifler oluşturulmalıdır.

Unutmayalım tiranlar halkları kolaylıkla yönetebilmek için araya duvarlar örer.  Bu görünmeyen duvarlar sosyal hapishanelerdir. Durun o kadar vahimdir ki baba bir hücrede, oğul ise bir başka hücrede yaşamını sürdürmek zorunda kalır. Ama her ikisi de ötekinin hapiste olduğunu zanneder! Yazımızın başında bahsettiğimiz, yıllardır muhalefetin hak, hukuk, adalet, vatan-millet-Sakarya söylemlerinin seçmende karşılığının olmamasının sebebi bu duvarlardır. Boş tencere ve boş mide ise söylemlerle dolmamaktadır. İnsanları hapishanelerde kontrol altında tutabilirsiniz ama aç bırakırsanız isyan ederler ve oranın duvarları bile işe yaramaz!

Türkiye’de toplum 31 Mart’ta bir duvarı yıkmış, diğer duvarların yıkılabileceğini ispatlamıştır. O zaman bizler de geri kalan duvarları yıkmak için mücadelemize devam edelim.

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir