- ANASAYFA
- 1 Comment
NAİF YARGI(Ç)
Önceki dönemde egemen iktidar tarafından “sakıncalı” görülen kişiler fikir ya da düşünceleri nedeniyle soruşturulmuşlar; haklarında iddianameler düzenlenerek yargılanmaları ve hatta mahkûm olmaları sağlanmıştır. 1960 sonrası dönemde kurulan istihbarat örgütleri savcılık ve mahkemelere talep üzerine raporlar göndermiş, yazılarında “ilgili her ne kadar suç işlememiş ise de vicdanen suçludur” gibi, Engizisyon yargılamalarında dahi görülemeyecek garabetlere imza atmışlardır. Zira Engizisyonda, işkence ile elde edilse dahi bir itiraf üzerine hükümler bina edilmekte idi.
Anayasamıza göre mahkemeler bağımsız olup, hiç bir makam ve merci onlara emir ve talimat veremez, tavsiye ve telkinde bulunamaz. Soruşturma dosyamızın Başsavcısının ikrarı ile sabit olduğu üzere, hakkımızda hiçbir delil bulunmamakta iken, HSYK’nın ihbar yazısı ve ekinde yer alan listeyi gönderen Ankara CBS’nin talimatı ile bir gece ansızın “terör örgütü üyesi ve darbeci olmakla” suçlanıp, tutuklandık. Peki, bu listeler bir gecede nasıl ve hangi kıstaslara göre, kim ya da hangi kurumca hazırlanıp HSYK’ya servis edildi? Bu soruya cevap bulmak çok güç değil: Memleketi ve milleti iç ve dış düşmanların saldırılarına karşı korumakla mesul “istihbarat örgütümüz”. Bu “milli” teşkilatımızın bizlerde gördüğü en önemli tehdit gerekçesi, daha önceki benzerlerimizde gözlemlendiği üzere namuslu ve vicdanlı oluşumuzdur herhalde.
Anayasaya aykırı olarak emir ve talimat veren ya da tavsiye veya telkinde bulunan kişi ve kurumların eylemleri suç değil midir? Bunların haklarında herhangi bir soruşturma başlatılmış mıdır? Bu soruların cevabi şimdilik tabiki hayır. Zira hali hazırdaki şartlar çerçevesinde, mevcut “bağımsız” yargı organımız ile bunların tarafsız elemanları akledip buna cesaret edemez. Cesarete gelseler dahi, soruşturulacak suçların potansiyel şüphelisi olan mevcut “fiili rejim” buna müsaade etmez. Anayasa, hukuk, insan hakları vs. gibi lüzumsuz ayrıntıların hepsi rafa kaldırılmış vaziyettedir.
Tutuklandığım 16 Temmuz 2016 tarihinden özellikle önceki son beş yılda iktidarın yargıya dair söylem, eylem ve politikalarına hep eleştirel yaklaştım. Yargıya duyduğu yakın ilgi, ona müdahalede bulunma iradesi, onu kendi menfaatine göre tasarlama ve etkileme gayreti beni hep endişeye sevk etti. Bunu dillendirdiğim arkadaş, akraba ve meslektaş çevremden destek aldığım gibi, bana tepki gösteren ve yorumlarıma sessiz kalanların sayısı her daim fazlaydı. Destek veren meslektaşlarım şu anda benimle cezaevinde aynı kaderi ve hücreyi paylaşıyorlar maalesef.
Söylemlerime muhalif olan ya da sessiz kalanların zihin arkasında, tarihteki yaşanmışlıklardan kaynaklı olsa gerek, “bırak bu işlerle uğraşmayı, memleketi sen mi kurtaracaksın?“, “kim başa çıkabilmiş ki devletle?”, “âlemin akıllısı sen misin?”, “kendine acımıyorsan, eşine ve çocuklarına da mı acımıyorsun?” sözleri dökülüyor dillerinden her daim.
Dolgun maaşlı bir işin yanında uyumlu bir eşin ve sağlıklı çocukların varsa toplumun senden beklediği davranış kodları bellidir: etliye sütlüye karışma, pozisyonunu koru, çocuklarına iyi bir gelecek hazırla, onları evlendir, emekli ol, torunlarını sev, yaşlan ve öl. Devletin âli ve beşerin akıl erdiremeyeceği işlerine kafa yormak senin haddine mi? Bu zulüm düzenine adalet getirmek, ona nizam vermek sana mı kalmış? Elalemin namuslu ve dürüst adamı olmaktan sana ne!
Annemin son zamanlardaki duaları ve telkinleri geldi aklıma. Sürekli olarak her yerde her meseleyi konuşmama mı, kimseyle siyasi konularda tartışmamamı, bana zarar verecek yargısal kararlar verip bu tür süreçlere müdahil olmamamı öğütlüyordu bana. Tabi sözlerinin temelinde bana duyduğu merhamet ve şefkat duyguları vardı. Annem bu sözlerine ek olarak bana “haram yeme, haksızlık ve hırsızlık yapma, günah işleme, bu dünyanın bir de ötesi var” gibi altın değerinde öğütler de veriyordu.
Görünüşte herhangi bir tenakuz içermeyen bu tavsiyeler, icra ettiğim savcılık mesleği bağlamında çok derin çelişkilerle doluydu. Bir tarafta milleti oluşturan her bir ferdin hakkını koruma gibi ağır bir yükü muhteva eden işimin gerekleri, diğer tarafta ağzı dualı, şefkat yüklü, tüm dünyası yaşadığı küçük bir köyün realiteleriyle sınırlı annemin güzel temennileri. Annem bana hem mesleğim gereği haksızlık yapmama mı, hem de işimi tehlikeye sokacak hırsızlıklara ve yolsuzluklara göz yummamı, onlara dokunmama mı istiyor benden?. Bir sözü ile beni cennete götürecek yola sevk ederken, farkında olmadan başkası ile cehennemin çukurlarına yönlendiriyor. Annemin bir bütün halinde, sahip olduğu algı, bilgi ve tecrübeleri ışığında bana söylemek istediği şey açıktı: “Makamını, kişiliğini, onurunu, şerefini satma. Bu dünyanın diğer tarafı da var. Aksi taktirde sana sütümü helal etmem.” Annemin sahip olduğu “irfan” bunu haykırırken, hakiki duygularına tercüman olmaktan aciz “lisanı” bunu bana şifreli olarak değişik formatta aksettiriyor.
Yaklaşık üçyüz yıldır süre gelen ve nesilden nesile geçen “cehalet”, “fakirlik” ve “tembellik” gibi virüsler Anadolu’nun saf ve temiz insanının zihnini ve ruhunu karartmış, adeta onda zorla ikinci bir kişilik oluşturmuştu. Annemin ve benim de içinde doğup büyüdüğümüz Anadolu köylüsü bu süre boyunca hep iki kişilikli olarak yaşadı. Bunlardan içte olan ilkinde bin yıldan fazladır bu toprakların ve İslam’ın kültür ve değerleriyle yetişen ve ona tercüman olan kişilik barınırken; dışta olan ikincisinde yokluğun, yoksulluğun, yasakların, baskının ve zulmün şekillendirdiği ve kendi gerçekleriyle bezediği, birincisi ile neredeyse tamamen zıt karakterlerde başka bir kişilik tezahür etmektedir. Hepimizin yaşadığı ve alıştığı bu acı verici hali analarımızın farketmesi mümkün değil. İnsanımız o hale gelmiş ki, düşündüğü, inandığı ve iman ettiği değerler ile, hayatına yansıttıklarının arasındaki devasa uçurumu göremeyecek kadar kör. Bunu fark edip, buna çözümler üretecek zihin dünyamız kirletilmiş, ruhumuz ise kötürüm hale getirilmiştir.
Üçyüz yıl boyunca beynimize ve ruhumuza saldıran ve bu saldırıyı son yüz yılında daha da arttıranlar Annemden ve annemin çocuklarından köyde kalmalarını, köylerinin dışına ne bedenen ve ne de zihnen çıkmamalarını bekliyorlardı. Bizler doğduğumuz toprakta çalışıp yaşayacak ve orada ölerek toprağa karışacaktık. Bizden beklenen oydu. Kafesinden çıkmaması gereken “ben” ve benim gibiler, her daim tehdit altındaydık: malımız, onurumuz, şerefimiz, eşimiz, çocuklarımız, özgürlüğümüz ve hatta canımız elimizden alınabilirdi. Öyle de oldu; tutuklandım. Mesleğim, malvarlığı elimden alında, çocuklarım ve eşimden ayrı bırakıldım. Ancak şerefim ve onurumla, zihnimdeki yanan ve karanlıkları aydınlığa kavuşturacak fikirlerimle yaşıyorum, dimdik ayaktayım.
Ben yaşadıkça, bizlere bu ağları örenlerin mirasçıları rahat uyuyamayacaklar.
Not: Bu yazı 21.08.2016 tarihinde Pazar günü Sivas E-Tipi Kapalı Cezaevinde kaleme alınmıştır.
1 Comments
Teşekkürler