HASAN DURSUN arşivleri - Hukuk Penceresi https://hukukpenceresi.com/tag/hasan-dursun/ Zulüm karanlığına ışık saçan pencere Mon, 19 Feb 2024 23:03:44 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hukukpenceresi.com/wp-content/uploads/2022/06/indir-150x150.jpeg HASAN DURSUN arşivleri - Hukuk Penceresi https://hukukpenceresi.com/tag/hasan-dursun/ 32 32 NAİF YARGI(Ç) https://hukukpenceresi.com/naif-yargic/ https://hukukpenceresi.com/naif-yargic/#respond Mon, 19 Feb 2024 23:01:59 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=9216 Önceki dönemde egemen iktidar tarafından “sakıncalı” görülen kişiler fikir ya da düşünceleri nedeniyle soruşturulmuşlar; haklarında iddianameler düzenlenerek yargılanmaları ve hatta mahkûm olmaları sağlanmıştır. 1960 sonrası dönemde kurulan istihbarat örgütleri savcılık ve mahkemelere talep üzerine raporlar göndermiş, yazılarında “ilgili her ne kadar suç işlememiş ise de vicdanen suçludur” gibi, Engizisyon yargılamalarında dahi görülemeyecek garabetlere imza atmışlardır. […]

NAİF YARGI(Ç) yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Önceki dönemde egemen iktidar tarafından “sakıncalı” görülen kişiler fikir ya da düşünceleri nedeniyle soruşturulmuşlar; haklarında iddianameler düzenlenerek yargılanmaları ve hatta mahkûm olmaları sağlanmıştır. 1960 sonrası dönemde kurulan istihbarat örgütleri savcılık ve mahkemelere talep üzerine raporlar göndermiş, yazılarında “ilgili her ne kadar suç işlememiş ise de vicdanen suçludur” gibi, Engizisyon yargılamalarında dahi görülemeyecek garabetlere imza atmışlardır. Zira Engizisyonda, işkence ile elde edilse dahi bir itiraf üzerine hükümler bina edilmekte idi.

Anayasamıza göre mahkemeler bağımsız olup, hiç bir makam ve merci onlara emir ve talimat veremez, tavsiye ve telkinde bulunamaz. Soruşturma dosyamızın Başsavcısının ikrarı ile sabit olduğu üzere, hakkımızda hiçbir delil bulunmamakta iken, HSYK’nın ihbar yazısı ve ekinde yer alan listeyi gönderen Ankara CBS’nin talimatı ile bir gece ansızın “terör örgütü üyesi ve darbeci olmakla” suçlanıp, tutuklandık. Peki, bu listeler bir gecede nasıl ve hangi kıstaslara göre, kim ya da hangi kurumca hazırlanıp HSYK’ya servis edildi? Bu soruya cevap bulmak çok güç değil: Memleketi ve milleti iç ve dış düşmanların saldırılarına karşı korumakla mesul “istihbarat örgütümüz”. Bu “milli” teşkilatımızın bizlerde gördüğü en önemli tehdit gerekçesi, daha önceki benzerlerimizde gözlemlendiği üzere namuslu ve vicdanlı oluşumuzdur herhalde.

Anayasaya aykırı olarak emir ve talimat veren ya da tavsiye veya telkinde bulunan kişi ve kurumların eylemleri suç değil midir? Bunların haklarında herhangi bir soruşturma başlatılmış mıdır? Bu soruların cevabi şimdilik tabiki hayır. Zira hali hazırdaki şartlar çerçevesinde, mevcut “bağımsız” yargı organımız ile bunların tarafsız elemanları akledip buna cesaret edemez. Cesarete gelseler dahi, soruşturulacak suçların potansiyel şüphelisi olan mevcut “fiili rejim” buna müsaade etmez. Anayasa, hukuk, insan hakları vs. gibi lüzumsuz ayrıntıların hepsi rafa kaldırılmış vaziyettedir.

Tutuklandığım 16 Temmuz 2016 tarihinden özellikle önceki son beş yılda iktidarın yargıya dair söylem, eylem ve politikalarına hep eleştirel yaklaştım. Yargıya duyduğu yakın ilgi, ona müdahalede bulunma iradesi, onu kendi menfaatine göre tasarlama ve etkileme gayreti beni hep endişeye sevk etti. Bunu dillendirdiğim arkadaş, akraba ve meslektaş çevremden destek aldığım gibi, bana tepki gösteren ve yorumlarıma sessiz kalanların sayısı her daim fazlaydı. Destek veren meslektaşlarım şu anda benimle cezaevinde aynı kaderi ve hücreyi paylaşıyorlar maalesef.

Söylemlerime muhalif olan ya da sessiz kalanların zihin arkasında, tarihteki yaşanmışlıklardan kaynaklı olsa gerek, “bırak bu işlerle uğraşmayı, memleketi sen mi kurtaracaksın?“, “kim başa çıkabilmiş ki devletle?”, “âlemin akıllısı sen misin?”,kendine acımıyorsan, eşine ve çocuklarına da mı acımıyorsun?” sözleri dökülüyor dillerinden her daim.

Dolgun maaşlı bir işin yanında uyumlu bir eşin ve sağlıklı çocukların varsa toplumun senden beklediği davranış kodları bellidir: etliye sütlüye karışma, pozisyonunu koru, çocuklarına iyi bir gelecek hazırla, onları evlendir, emekli ol, torunlarını sev, yaşlan ve öl. Devletin âli ve beşerin akıl erdiremeyeceği işlerine kafa yormak senin haddine mi? Bu zulüm düzenine adalet getirmek, ona nizam vermek sana mı kalmış? Elalemin namuslu ve dürüst adamı olmaktan sana ne!

Annemin son zamanlardaki duaları ve telkinleri geldi aklıma. Sürekli olarak her yerde her meseleyi konuşmama mı, kimseyle siyasi konularda tartışmamamı, bana zarar verecek yargısal kararlar verip bu tür süreçlere müdahil olmamamı öğütlüyordu bana. Tabi sözlerinin temelinde bana duyduğu merhamet ve şefkat duyguları vardı. Annem bu sözlerine ek olarak bana “haram yeme, haksızlık ve hırsızlık yapma, günah işleme, bu dünyanın bir de ötesi var” gibi altın değerinde öğütler de veriyordu.

Görünüşte herhangi bir tenakuz içermeyen bu tavsiyeler, icra ettiğim savcılık mesleği bağlamında çok derin çelişkilerle doluydu. Bir tarafta milleti oluşturan her bir ferdin hakkını koruma gibi ağır bir yükü muhteva eden işimin gerekleri, diğer tarafta ağzı dualı, şefkat yüklü, tüm dünyası yaşadığı küçük bir köyün realiteleriyle sınırlı annemin güzel temennileri. Annem bana hem mesleğim gereği haksızlık yapmama mı, hem de işimi tehlikeye sokacak hırsızlıklara ve yolsuzluklara göz yummamı, onlara dokunmama mı istiyor benden?. Bir sözü ile beni cennete götürecek yola sevk ederken, farkında olmadan başkası ile cehennemin çukurlarına yönlendiriyor. Annemin bir bütün halinde, sahip olduğu algı, bilgi ve tecrübeleri ışığında bana söylemek istediği şey açıktı: “Makamını, kişiliğini, onurunu, şerefini satma. Bu dünyanın diğer tarafı da var. Aksi taktirde sana sütümü helal etmem.” Annemin sahip olduğu “irfan” bunu haykırırken, hakiki duygularına tercüman olmaktan aciz “lisanı” bunu bana şifreli olarak değişik formatta aksettiriyor.

Yaklaşık üçyüz yıldır süre gelen ve nesilden nesile geçen “cehalet”, “fakirlik” ve “tembellik” gibi virüsler Anadolu’nun saf ve temiz insanının zihnini ve ruhunu karartmış, adeta onda zorla ikinci bir kişilik oluşturmuştu. Annemin ve benim de içinde doğup büyüdüğümüz Anadolu köylüsü bu süre boyunca hep iki kişilikli olarak yaşadı. Bunlardan içte olan ilkinde bin yıldan fazladır bu toprakların ve İslam’ın kültür ve değerleriyle yetişen ve ona tercüman olan kişilik barınırken; dışta olan ikincisinde yokluğun, yoksulluğun, yasakların, baskının ve zulmün şekillendirdiği ve kendi gerçekleriyle bezediği, birincisi ile neredeyse tamamen zıt karakterlerde başka bir kişilik tezahür etmektedir. Hepimizin yaşadığı ve alıştığı bu acı verici hali analarımızın farketmesi mümkün değil. İnsanımız o hale gelmiş ki, düşündüğü, inandığı ve iman ettiği değerler ile, hayatına yansıttıklarının arasındaki devasa uçurumu göremeyecek kadar kör. Bunu fark edip, buna çözümler üretecek zihin dünyamız kirletilmiş, ruhumuz ise kötürüm hale getirilmiştir.

Üçyüz yıl boyunca beynimize ve ruhumuza saldıran ve bu saldırıyı son yüz yılında daha da arttıranlar Annemden ve annemin çocuklarından köyde kalmalarını, köylerinin dışına ne bedenen ve ne de zihnen çıkmamalarını bekliyorlardı. Bizler doğduğumuz toprakta çalışıp yaşayacak ve orada ölerek toprağa karışacaktık. Bizden beklenen oydu. Kafesinden çıkmaması gereken “ben” ve benim gibiler, her daim tehdit altındaydık: malımız, onurumuz, şerefimiz, eşimiz, çocuklarımız, özgürlüğümüz ve hatta canımız elimizden alınabilirdi. Öyle de oldu; tutuklandım. Mesleğim, malvarlığı elimden alında, çocuklarım ve eşimden ayrı bırakıldım. Ancak şerefim ve onurumla, zihnimdeki yanan ve karanlıkları aydınlığa kavuşturacak fikirlerimle yaşıyorum, dimdik ayaktayım.

Ben yaşadıkça, bizlere bu ağları örenlerin mirasçıları rahat uyuyamayacaklar.

 

Not: Bu yazı 21.08.2016 tarihinde Pazar günü Sivas E-Tipi Kapalı Cezaevinde kaleme alınmıştır.

NAİF YARGI(Ç) yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/naif-yargic/feed/ 0
HÜCREMİN MAZGALLARI https://hukukpenceresi.com/hucremin-mazgallari/ https://hukukpenceresi.com/hucremin-mazgallari/#comments Fri, 26 Jan 2024 21:09:05 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=9200 (Bu yazı 15.1.2017 tarihinde, Silivri cezaevinde tutsaklığım sırasında kaleme alındı)   Dış dünyanın görünen tek yüzü olan gökyüzünü seyrederken bile özgür olmadığımı hatırlatıyor bana, hücremin penceresini de hapseden mazgallar. İzahı zor duygular hasat ettiğim, ruhuma rahatlık kalbime huzur bahşeden gök kubbeyi bir bütün halinde seyredemiyorum. Cezaevini inşa eden zihniyet, misafirlerinin tüm ümitlerini kırmak istercesine, onları hayata […]

HÜCREMİN MAZGALLARI yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
(Bu yazı 15.1.2017 tarihinde,
Silivri cezaevinde
tutsaklığım sırasında kaleme alındı)

 

Dış dünyanın görünen tek yüzü olan gökyüzünü seyrederken bile özgür olmadığımı hatırlatıyor bana, hücremin penceresini de hapseden mazgallar. İzahı zor duygular hasat ettiğim, ruhuma rahatlık kalbime huzur bahşeden gök kubbeyi bir bütün halinde seyredemiyorum. Cezaevini inşa eden zihniyet, misafirlerinin tüm ümitlerini kırmak istercesine, onları hayata bağlayan semayı da parçalamak istemiş. Ya da bedenin firarını önlemek adına demirden ve betondan ördüğü kafese, mazgallarla ruhu da hapsetmeyi amaçlamış.

Mazgallar, sonsuz maviliği demirleriyle 80 parçaya bölmeye yeltenen bedeni paslı ruhu kara caniler.

Bakışlarımı ne kadar yaklaştırırsam yaklaştırayım tek bir parçaya sığdıramıyorum gökyüzünü ve onun aynasından bana yansıyanları. En fazla iki parçaya indirip, parçalarını zihnimde birleştirmeye çalışıyorum çoğu kez.

Bazen tek gözümü karanlığa mahkûm edip diğeriyle bir kareden izliyorum semayı. Ancak bu durumda feda ettiğim gözüm mahrum kalıyor bu hazdan. Yarım hissediyorum zihnimde sonsuzluğu.

Mazgalların beni mahkûm, mağdur ve mahdut etmesine isyan ediyor, ruhuma ve zihnime vurduğu prangaları kırmanın her daim bir yolunu buluyorum. 80 karenin her birine ayrı bir manzara yerleştiriyorum hayalimde. Geçmiş zamanlardan kesitler oluyor birçoğunda; geri kalanlarına ise geleceğe dair umutlarımı konduruyorum. Geçmiş ve geleceğimi bir anda seyredebileceğim devasa bir ekranım oluyor mazgal örgülü pencerem, beni tutsak eden zalimlere inat.

Oradan izlemeye başlıyorum geçmişi, anı ve geleceği.

Kâh gülüyor, kâh üzülüyorum; bir an geliyor umut ve heyecan kaplıyor içimi, bir anda karanlık bir kuyudan çıkmaya çalışırken buluyorum kendimi.

Hayatın, insanların ve tabiatın zenginliğini ve çeşitliğini anımsatıyor parçaların çokluğu.

Tek olan ne var dünyada? Tek olan neyin anlamı ve tadı var ki?

Cezaevine konulma nedenim: dünyanın tekleştirilmesine karşı isyanım değil miydi?

Diğerleriyle aynı yönde eylem ve söylemde bulunmadığımdan dolayı kendi dünyalarından kovup uzaklaştırmadılar mı beni?

Camın önüne veya arkasına konulan parmaklıkların camın bütünlüğüne bir zararı olabilir mi?

Bu parmaklıklar göğü gerçekte parçalayabilir mi?

Mazgal aralıklarından bir veya bir kaçını kullanarak dışarıyı izlemede kimin kime ne zararı dokunabilir? Hepimiz aynı semaya bakıyor olacağız, yani sonsuzluğa, ya da boşluğa.

Bu engelleri koyanlara inat ben, pencerenin önündeki parmaklıkların beni mahkum etmesine izin vermeyeceğim. Toplu iğne deliğinden dahi olsa görebildiğim sürece gökyüzünü izlemekten vazgeçmeyeceğim. Milyonlarca parçaya bölseler de penceremi, semayı, zihin dünyamda bütünleştirip daha da mükemmelleştireceğim. Hem de bunu tek gözümü kapatmadan, hiçbir uzvumu ve duygumu feda etmeden yapacağım.

Konulduğum bu mekandan kendimi tüketerek değil, çoğaltarak çıkacağım.

 

HÜCREMİN MAZGALLARI yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/hucremin-mazgallari/feed/ 2
HUKUKÎ HATA KİMİN YANLIŞI? https://hukukpenceresi.com/hukuki-hata-kimin-yanlisi/ https://hukukpenceresi.com/hukuki-hata-kimin-yanlisi/#respond Thu, 25 Jan 2024 20:42:04 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=9189 Hukuk alanında tezahür eden hatalar, kendiliğinden meydana gelmezler; yetkili ve görevli kişiler tarafından ortaya konulan işlem ve/ya kararlar ile tezahür ederler. Hukukî hata, faili tarafından hata olsun diye yapılmaz aksi durumda hatadan çok, kasten yapılan bir “hukukî yanlış”tan, hukuksuzluktan bahsedilebilir. Kasıtlı olarak meydana getirilen bir yanlışın “hukukiliği” ya da “hukuk dışılığı” tartışma konusu yapılamaz. Zira […]

HUKUKÎ HATA KİMİN YANLIŞI? yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Hukuk alanında tezahür eden hatalar, kendiliğinden meydana gelmezler; yetkili ve görevli kişiler tarafından ortaya konulan işlem ve/ya kararlar ile tezahür ederler. Hukukî hata, faili tarafından hata olsun diye yapılmaz aksi durumda hatadan çok, kasten yapılan bir “hukukî yanlış”tan, hukuksuzluktan bahsedilebilir. Kasıtlı olarak meydana getirilen bir yanlışın “hukukiliği” ya da “hukuk dışılığı” tartışma konusu yapılamaz. Zira hukuk böyle bir durumu korumaz, ona meşruiyet kazandıracak usul ve ilkeler öngörmez.

Hukukî hata ancak hukuki bir süreçte vücut bulabilir; herhangi bir neden yok iken, sebeplerden soyut olarak meydana gelmez. Hukukî süreçlerin başlayıp nihayete ermesi yolundaki aşamalar bir insanın eylem ve/ya söylemleri sonucudur. Bu çerçevede var olabilecek hukukî hata ancak ve sadece insan kaynaklı olmak durumundadır.  

İnsan tarafından icra edilmesi zorunlu olan hukukî hata, yapılan bir insan faaliyetinin/işinin negatifi olarak telakki edilebilir. Hukukî hataların önüne geçilmesi ve en aza indirgenmesinin en basit yolu ve şartı, hukuki süreçten sorumlu kişilerin, mesulü oldukları “işi”, gereklerine uygun olarak yapmalarında yatar. Mahiyeti ve çalışma usulü gözönüne alındığında, var olmaya devam eden bir hukukî hata, birden fazla işlemi/kararı zorunlu kılar. Hukukî hatanın önlenmesinde en etkin yol “doğrunun” tam olarak öğrenilmesidir. Hukukî hatanın süjesi olan insan unsurunun mahiyeti hatanın önlenmesi ve düzeltilmesinin önündeki en büyük zorluktur. Zira insan ne hep “doğrusunu” bilmediği için hata yapar, ne de her daim kasten “hata” yapar. Üzerinde kafa yorulması ve çözüm üretme çabasına girilmesi gereken hukukî hatalar, “doğrusu” bilindiği halde yapılan ve fakat yapılmasında kast unsuru bulunmayan “yanlışlardan” mütevellit meydana gelmiş olanlarıdır. Hukukî hata, hatayı yapan kişi açısından “doğru/haklı” gözüken veya böyle yorumlanan bir durumdur.

Hukukî hatayı tayin ve tespit ederken, yapılan “son yanlışa” odaklanmak, soruna nihai bir çözüm getirmez. Burada üzerinde durulması gereken şey, soruna kaynaklık eden, fonksiyonel olarak hatayı meydana getiren süjeye ait “doğru”dur. Yanlış olduğu bilinmediğinden fark edilmeyen “doğrular” üzerine eğilmeyen çözüm önerileri, çözümü basite indirgeyen sığ bakış açılarından kaynaklı, sun’i yöntemler ve boşa harcanan çabalardır.

Hukukî hata, faili tarafından daha önceden kurgulanmış olmadığı gibi, anlık olarak da husule gelmiş bir olgu olarak kabulü de mümkün değildir. Hukukî hata, bir sürecin bitimi ile meydana gelmiş bir sonuçtur. Hukukî hatanın kesin olarak sonlandırılması, en aza indirilmesi ve tekrarlanmaması amaçlanıyor ve isteniyorsa, bu yönde ortaya konulacak çabaların doğru şekilde idaresi ve yönlendirilmesine ihtiyaç vardır. Hukukî hata ile insandan kaynaklı “yanlış” arasında var olan sıkı nedensellik bağı/ilişki, hukukî hatanın tek koşulu ve/ya nedeni gibi telakki edilmemelidir. Bu halde çözüm basite indirgenmiş olacak, insandan kaynaklı “yanlış” ortadan kaldırıldığında, hukukî hatanın da kendiliğinden hallolacağı yanılsamasına neden olacaktır. Bu yönde varılacak sonuçlardan kaynaklı idari, disiplinel ve cezaî çözümler, hukukî hataya neden olan ve fonksiyonel “doğru” olarak sahiplenilip icra edilen “yanlışları” tedavi etmeyecektir. Basit bir sebep-sonuç ilişkisi bağlamında ortaya konulan yol ve yöntemler fonksiyonel olmaktan uzak, daha çok cezalandırıcı, ikaz edici, yasaklayıcı; dar kalıplara uygun zihinsel ve eylemsel davranışlarda bulunmaya yönlendirici olacaktır. Yine her hukukî hatayı özel olarak önleyecek, olayın sübjektif şartlarını gözönüne alan ve buna yönelik çözüm önerileri üreten kazuistik, yeni hatalara kaynaklık edecek birincil ve ikincil yasal düzenlemelerin oluşumuna neden olacaktır. Bu, sorunu daha da karmaşıklaştıracaktır.

Soruna bütüncül bir bakış açısı ile yaklaşmayan çözüm önerileri arasında en çok başvurulanı ise “eğitim”dir. Ancak tespit edilen ve hukuki hataya neden olduğu tayin edilen, buzdağının görünen kısmını oluşturan “yanlışları” bertarafa yönelik eğitim yöntemi, muhatabını bilgisizlik, kural tanımazlık, kötü niyetlilik vb. gibi sıfatlarla açık-kapalı itham eden bir nitelik ile maluldür. Hukuki hatanın bertarafına yönelik şümullü bir bakış açısı, hukuki hata dışında kalan koşul ve nedenlerin belirlenmesi ve mahiyetlerine özgü tedavi metotlarının kurgulanıp uygulanması ile mümkün olacaktır.

Hukuki hata dışı koşul ve nedenler kişisel olabileceği gibi, sistemsel, siyasal ve toplumsal kaynaklı da olabilir. Bundan dolayıdır ki hukuki hata tek ve son “yanlışa” indirgenemez. Hukuki hatanın tayininde olaysal olarak elde edilecek ampirik veriler vazgeçilemez öneme haizdir. Ancak sorunun kalıcı olarak çözümü peşinde koşanların ampirik verilerin çizdiği sınırların ötesine uzanmaları gerektiği bilinmelidir.

Hukuki hatanın tek bir “yanlışa” indirgenemeyeceği gibi, “yanlışlar zincirinin” kendi içerisinde eşit/özgül ağırlığa sahip oldukları da kabul edilerek çözüm çalışmalarına girişilemez. Hukuki hata sorununun teşhisi ve sonrasında tedavisi için “yanlışlar” zincirinin önem derecesine göre sıralanması, sorunun somutlaştırılarak soyut ve nesne haline getirilmesine hizmet eder. Hukuki hata ile “en sıkı şekilde belirlenmiş” ve onu doğuran “yanlış”ın tespiti metodolojik bir çözüm önerisinin tayininde gereklidir. Böyle bir belirlenmede, “en önemli” olduğu kabul edilen “yanlış” ile, bu yanlışı” doğuran “küçük yanlışların”, esaslı bir çözüm önerisinde aynı önemde gözönüne alınması gerektirir. Bu halde çok farklı disiplinlerin, çözüm önerisinde aktif olarak rol alması beklenir. Zira “temel yanlışı” doğuran “küçük-tali yanlışlar” birden fazla disiplin alanında üretilen metotlarla tedavi edilebilecektir. Hukuki hatayı yapan kişi bir insandır. Hatasının temelinde, insan olmasından kaynaklı zafiyetler yer alır. Bu halde psikoloji bilimi verilerine de müracaat etmek gerekir. Yine hatalı insan farklı özelliklere sahip “toplumlarda” yaşamını idame ettirir. Toplumun koşulları ve etkenleri de “hatalı” insanı doğrudan-dolaylı şekillendirir. Bu halde sosyoloji bilimi de yanlışın tedavisine koşacaktır. Yine mevzuattan, eğitim sisteminden, siyasal ortamdan kaynaklı “yanlışlar” da hukuki hatayı şekillendirir.

Hukuki hatayı doğuran “yanlışlar hiyerarşisi”ne dahil öğelerin sayısının, çözüm metotlarıyla en aza indirilmesi, hatayı yapan insanın sorumluluktaki “gerçek hata oranını” tayin etmemize yardımcı olacaktır. Aksi takdirde tüm yanlışların bileşkesi mahiyetinde olan hukuki hatanın faili kabul edilen kişiye yaptırım uygulamak, onu günah keçisi ilan ederek rahatlamaya çalışmak, daha büyük bir hata olacaktır. Böyle bir yöntem ile hukuki hatanın anası olan “yanlışlar” yok edilemeyecek, hukuki hatayı görünür kılan “yanlış ve fakat kişisel doğru” sahibinin yeni hatalar yapmasının özel ve genel ortamı inşa edilecektir.

 

 

NOT: Bu yazı, Kadir Cangizbay’ın “Sosyolojiler Değil Sosyoloji, Ankara, 2.B, 1999, kitabında yer alan “Bir insan ürünü olarak kazalar ve kazaların önlenmesi ya da çok-disiplinli bir metodoloji kurma denemesi” isimli makalesinden esinlenerek hazırlanmıştır.

 

 

HUKUKÎ HATA KİMİN YANLIŞI? yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/hukuki-hata-kimin-yanlisi/feed/ 0
REALİST-İDEALİST HUKUKÇU https://hukukpenceresi.com/realist-idealist-hukukcu/ https://hukukpenceresi.com/realist-idealist-hukukcu/#comments Tue, 23 Jan 2024 00:12:30 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=9186 Her hukukçu teorik olarak hakkın ne olduğunu, adaletin nasıl tesis edileceğini bilir. Bilmekle kalmaz, bu amaca ulaşmak için çaba sarf edeceğini, engelleri aşıp, zorlukları göğüsleyeceğini beyan edip, bunun şahsi ideali olduğunu söyler. Zamanı gelip de bu idealini teste tabi tutacak olaylarla karşılaştığında, hukukçuların ne kadarının sözünün ve iradesinin namusunu koruyup, ideali uğrunda fedakârlıkta bulunarak, madden […]

REALİST-İDEALİST HUKUKÇU yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Her hukukçu teorik olarak hakkın ne olduğunu, adaletin nasıl tesis edileceğini bilir. Bilmekle kalmaz, bu amaca ulaşmak için çaba sarf edeceğini, engelleri aşıp, zorlukları göğüsleyeceğini beyan edip, bunun şahsi ideali olduğunu söyler. Zamanı gelip de bu idealini teste tabi tutacak olaylarla karşılaştığında, hukukçuların ne kadarının sözünün ve iradesinin namusunu koruyup, ideali uğrunda fedakârlıkta bulunarak, madden ve manen mücadele edeceği baştan bilinemez. Testi geçenlerin oranı hukuk sisteminin kalitesini tayin eder.

Zihin dünyasında ve entelektüel dağarcığında adalet kahramanı gözüken nice yiğitler, ya daha savaş başlamadan meydanı terk etmişler, ya da mücadele sahasının mücavir alanına dahi adım atamamışlardır. Yani onların adalet ve hak savaşımı bir kuruntudan, dev aynasındaki bir yansımadan ibarettir.

Bu zaviyeden, yani söylem ve fikirlerinde samimi olup olmama noktasında hukukçuları idealist ve realist[1] olarak ikili bir gruplandırmaya tabi tutabiliriz.

Realist hukukçular, kendi duygu, düşünce ve fikirlerine ters, onların tesirini azaltacak veya yok edip dönüştürecek harici güçlere ve etkilere karşı direnç göstermeyi, onlarla mücadeleyi asla göze almazlar. Kâr getirmeyen bir mücadeleden kaçmaları onların mağlubiyetleri anlamına gelmez. Zira onlar yenilmemesini becerecek zekâya ve karaktere sahiptirler. Çıkarları kutsal ve önceliklidir. Menfaatlerini her ortam ve zamanda korumak ve artırmak adına sürekli söylem ve eylem geliştirip (değiştirip) dururlar. Aldatmak, onların zaferlerinin anahtarıdır. Mücadeleden kaçıp, menfaatlerini koruyup yenilerini ekleyerek her kişi/değer/grup ile anlaşma yapmak ve orta yolu bulmak onlara göre akıllıca bir harekettir. Hile ile hayatta zafer kovalayan bu sinsi hukukçular, haricen gelecek etkileri bertaraf edebilmek için, onunla barışık davranmaya, onun rengini almaya, onun güdümünde ona hizmet etmeye hazırdırlar. Böyle zelilâne bir hali seçmelerinin amacı, sonraki süreçte şartlar değiştiğinde kölesi olduklarına “efendi” olmaktır. Hayat her daim değişmekte olup, yeni durum ve şartlar yeni güçlükleri beraberinde getirdiğinden, bukalemun karakterli bu hukukçular her daim köle olmak durumundadırlar.

Realist ruhlu hukukçular, benliklerinde var olan duygulara ihanet ettiklerinin bilincinde olup bunun suçluluğunu iç derinliklerinde hissettiklerinden acı çekerler; mutsuz ve tedirgindirler. Vicdanlarının intikamından korkarlar. Kendileriyle baş başa kalmaktan ürkerler. Yöneltilen her eleştiriye şiddetle karşı koyarlar. Demagoji yeteneklerini, hukukî bilgilerini ve entelektüel birikimlerini zekâlarıyla yoğurarak, yöneltilen eleştirileri göğüslemeye, onlara kılıf uydurmaya gayret ederler.

Sefil ruhlu bu hukukçular, siyasi manevra kabiliyetli, sinsi ve hilekâr akıllarıyla ürettikleri veya elde ettikleri ve başkalarının iştahını kabartan makam, mevki, para ve şöhret gibi menfaatleri ile öğünüp, bunlarla teselli olurlar.

Korkaklıkları, acizlikleri, hileleri, ikiyüzlü oluşları yüzlerine vurulduğunda bu kişilere düşmanlık beslerler. Zira bunlar onların acı ve hüzün kaynaklarıdır. Sahip oldukları tüm maharetlerini, olanaklarını seferber ederek zarar vermek için, ithamda bulunan kişilere saldırırlar. Çoğu kez bunda başarılı da olurlar. Dostları, kendileri gibi olanlardır. Birbirlerini alkışlamaktan haz duyarlar. Efendi kabul ettikleri kişi/grup/değerlerin kötü olan her hareketinde bir kutsallık bulup takdir ederler.

Realist ruha sahip bir kişiden büyük hukuk adamı çıkmasını beklemek safiyane bir hayalden ibarettir. Yıkılan adalet ruhunu yeniden doğrultacak, onu ölüm uykusundan uyandıracak, bağlı olduğu maddi-manevi zincirlerinden kurtararak özgürleştirecek, herkesin görebileceği şekilde abidesini dikecek olan “büyük hukuk adamı” realist değil, idealist ruhlu olanıdır.

Sonradan efendi olma beklenti ve kurnazlığı ile esareti kabul ve bu doğrultuda ödün verme hukuk adamının intiharı ve onun şahsında hukukun idamıdır. Böyle bir benlik bugünün mağduru iken, geleceğin zalimi olacaktır.

 

[1] Realist ve idealist hukukçu ayrımı, Sayın Nurettin Topçu’nun İradenin Dâvası-Devlet ve Demokrasi isimli eserindeki değerlendirmelerinden esinlenerek yapılmış ve yazılmıştır.

REALİST-İDEALİST HUKUKÇU yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/realist-idealist-hukukcu/feed/ 1
AŞAĞILIK YA DA ÜSTÜNLÜK KOMPLEKSİ SARMALINDA HUKUKUMUZ/HUKUKÇULARIMIZ https://hukukpenceresi.com/asagilik-ya-da-ustunluk-kompleksi-sarmalinda-hukukumuz-hukukcularimiz/ https://hukukpenceresi.com/asagilik-ya-da-ustunluk-kompleksi-sarmalinda-hukukumuz-hukukcularimiz/#respond Sun, 21 Jan 2024 02:23:30 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=9124 Hukuk sistemimizin, geçmişinden miras alarak günümüze taşıdığı mevcut sorunlarının temelinde yasal ve yapısal eksikliklerinin yanında hukukçularımızın kalite noksanlığının yattığı, çözüm için kafa yoranlarca sürekli olarak ileri sürülegelmiştir. Problemin tespiti ve çözümünde bu etkenlerin önemi gözardı edilemez. Yazımızda, daha önceden söylenip yazılanlara farklı bir bakış açısı kazandırmaya gayret edeceğiz. Biz, sorunun önemli bir parçasını teşkil eden […]

AŞAĞILIK YA DA ÜSTÜNLÜK KOMPLEKSİ SARMALINDA HUKUKUMUZ/HUKUKÇULARIMIZ yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Hukuk sistemimizin, geçmişinden miras alarak günümüze taşıdığı mevcut sorunlarının temelinde yasal ve yapısal eksikliklerinin yanında hukukçularımızın kalite noksanlığının yattığı, çözüm için kafa yoranlarca sürekli olarak ileri sürülegelmiştir. Problemin tespiti ve çözümünde bu etkenlerin önemi gözardı edilemez. Yazımızda, daha önceden söylenip yazılanlara farklı bir bakış açısı kazandırmaya gayret edeceğiz. Biz, sorunun önemli bir parçasını teşkil eden “insan” unsuru üzerinde duracağız. Ancak bu unsurun tüm yönleriyle, kısa bir yazı içerisinde irdelenmesinin mümkün olamayacağının farkındayız.

Hukuk sisteminin bileşenlerinden “insan” unsuruna ilişkin dar ve geniş anlamda bir çerçeve çizilebilir. Geniş anlamda, yargının işleyişine doğrudan veya dolaylı olarak iştirak eden (hizmetlisinden Yargıtay Başkanına kadar) tüm kişiler insan unsurunu teşkil eder. Bu anlamda her birey, işleyişe katkısı oranında ve derecesinde, yargının sorunlarına sebep olabileceği gibi, çözümünde de rol oynayabilir. Dar anlamda insan unsurundan anlatmaya çalıştığımız, hak ve adalet dağıtımında aktif olarak rol alan, doğrudan sonuca tesir edebilen kişilerdir. Bunlar hukuk sistemimize hayat veren hâkim, savcı, avukat ve akademisyenlerdir. 

Hukukçunun (dolayısıyla hukuk sisteminin) kendisinden beklenen ürünleri ortaya koyup adaletli ve hakkaniyetli bir duruş sergileyememesinin altında, maddi sebeplerin yanında psikolojik nedenlerin de yattığını, bu sebeple onun bilinçaltını incelemeye tabi tutmanın önemli olduğu kanaatindeyiz. Psikoloji biliminin verileri doğrultusunda yapılacak bir incelemenin kapsamı çalışmamızın sınırlarını aşacak genişliktedir. Bundan dolayı yazımızı, aşağılık ve üstünlük duygularının hukukçunun üzerindeki etkisinin ve belirtilerinin ne olduğu ile bunların muhtemel tedavi metotlarıyla sınırlı tutacağız.

Aşağılık duygusu, yani insanın kendini yetersiz hissetmesi doğaldır ve her insanda belirli seviyede vardır. Hastalık derecesine varmayan bu duygu insana gereklidir ve bireyin çaba ve gelişim göstermesi için uyarıcı vazifesi görür. Kişilerin aşağılık (veya üstünlük) duygusuna sahip olup olmadıklarını teşhis için, bunların topluma karışıp sorumluluk yüklenmeleri ve başkalarıyla ilişkiye girmesi gerekir. Sosyal ortamda sergilediği eğilim ve davranışlar, başkalarına üstünlük sağlama adına yapılan planlar ile bu yönde kullandığı yöntem ve vasıtalarla gösterdiği gayret aşağılık duygusunun tespitinde kullanılabilecek önemli verilerdir. Benzer durum üstünlük duygusu için de geçerlidir. Üstünlük duygusu sayesinde eksik yönler tespit edilip tamamlanır. Olumlu yönüyle üstünlük, bireyin ruhunu yapılandıran, ona yaşam için gaye verip rota çizen bir rehber duygudur. Bu haliyle aşağılık ve üstünlük duyguları birbirini tamamlayan ve destekleyen tabii hallerdir.

Aşağılık ve üstünlük duygularının aşırı derecelerini belirtmek için psikoloji biliminde “kompleks” ibaresi kullanılır. Bununla, normal olmayan, hastalık derecesine varmış, birey ve çevresi için zararlı olması hasebiyle tedaviye muhtaç duygusal hallere işaret edilir.

“Kompleks” derecesinde aşağılık veya üstünlük duygusuna sahip hastalar, bilinçli ya da bilinçsizce etraflarına zarar verirler. Kompleksli insanların konumları ve etki alanları, sebep oldukları/olacakları hasarın çapını ve ağırlığını tayin eder. Kamu gücü kullanabilme olanağına sahip bir görevliyle, normal bir bireyin sahip olduğu komplekslerin olumsuz sonuçlarının/etki sahalarının aynı olmayacağı izahtan varestedir. Söz ve eylemleriyle bir tüzel kişiliğin faaliyetlerine yön veren bir insanın, aşağılık ya da üstünlük kompleksleri doğrudan veya dolaylı olarak tüzel kişiliğe de sirayet eder. Öyle ki, kimi zaman bu duygular, sahibi olan insandan çıkarak, kurumsal bir kimlik dahi kazanabilir. Bu seviyedeki komplekslerle mücadele, teşhisindeki zorluk ve tedavisindeki engeller sebebiyle kolay değildir.

Aşağılık kompleksinin teşhisinde kullanılabilecek belirtiler vardır. Bu emarelerin bir veya birkaçına çoğu insanda rastlanabilir. Belirtilerin varlığı insanı, kendiliğinden kompleksli bir hasta yapmaz. Belirtilerin sayısı, çevreye etkisi, devamlılık arz edip etmemesi gibi veriler aşağılık duygusunun kompleks seviyesine ulaşıp ulaşmadığını gösterir.

Aşağılık duygusu genetik değildir. Sahibinin doğduğu aile ortamı, yaşadığı çevre koşulları, sosyal ve ekonomik şartları ve eğitim seviyesi gibi etkenler ile tohumları atılır; sonrasında yeşerir, büyür, serpilir.

Yaptığımız bu kısa izahatlar doğrultusunda yargının işleyişinde ve kurumlarının şekillenmesinde hayati role sahip hukukçuların aşağılık veya üstünlük kompleksine müptela olup olmadıklarına dair değerlendirmelerimize geçebiliriz. Hukukçularımızın çoğunluğu, orta ve alt gelir grubu ailelere mensuptur. Çoğunlukla kendileri dışındaki aile bireylerinin ve çevrelerinin eğitim ve bilinç seviyeleri düşüktür. Buna rağmen aile bireyleri ve çevresi tarafından hukukçularımıza çocukluklarından başlayarak, iyi niyetli ancak zararlı sayısız telkinlerde bulunulmaktadır. Bu tavsiye ve telkinler hukukçuların şuuraltı bilinçlerini oluşturmuş, devam eden süreçte bunu besleyerek büyütmüştür. Bunlara ek olarak, mensup oldukları ailelerin nesiller boyunca yaşadıkları maddi ve manevi sıkıntılar ile bunların sözel aktarımıyla unutulmasının önüne geçilmiş olması, hukukçularımızda var olduğunu düşündüğümüz aşağılık veya üstünlük komplekslerinin başlıca sebepleridir.

Hukukçunun yaşadığı çevre, sosyal statüsü, görevleri nedeniyle kendisine tanınan güvenceler ile kişisel veya mesleki gururu, sahip olduğu komplekslerini ikrar etmesinin ve bunların başkalarınca teşhisinin önünde duran aşılması zor surlarıdır. Bu engellere rağmen söz, eylem ve kararları ile görünür hale gelen semptomlar ancak uzmanınca değerlendirmeye tabi tutularak hukukçuya kompleks tanısı konulabilir.

Aşağılık kompleksinin belirtileri çok çeşitlidir. Bu belirtilerden bir kısmı kendini hukukçunun sözlerine, davranışlarına veya kararlarına yansıyan güvensizlik ile ortaya koyar. Kompleksli hâkim, kişi ve kurumlara karşı itimatsız olduğundan çevresine mesafelidir; bu nedenle çalışma arkadaşlarından dahi uzakta durur. Böylesi bir hâkim kendisine, kendini güvende hissettiği küçük bir arkadaş grubu oluşturur ve bu dar çevrede sosyalleşme ihtiyacını gidermeye çalışır. Davranışına gerekçe ve eleştirilere karşı savunma olarak, bu yöndeki tercihi ile “mesleğinin onurunu koruduğunu” ve “tarafsızlığına gölge düşmesini önlediğini” ileri sürer. Yani hâkim, hastalıklı halini bir “erdem” olarak tasavvur edip, fedakârlıkta bulunduğunu tahayyül etmekte; bundan dolayı itham değil saygı beklemektedir. Kompleksli bir hukukçu hastalıklı, aşağılık kompleksli halini üstünlük kompleksine dönüştürerek, kendisi gibi davranmayan, geniş bir yelpazede sosyal ilişkiler kuran meslektaşlarını açık veya gizli olarak suçlar. Onların bu hallerinin hukuk sistemine zarar verdiğini, meslek etik ilkeleriyle uyuşmadığını söyler; aşırı sosyal olduklarını bahane olarak göstererek onlarla ilişki kurmaz.

Aşağılık kompleksli hukukçunun diğer bir belirtisi, kendinden üstün niteliklere sahip olduğunu düşündüğü kişilerden uzaklaşması, onlarla arasına mesafe koyması; bunların yerine, emir verip etkileyebileceği, kendine saygı duyulduğunu hissettirecek insanları ikame ederek onlarla ilişkiler geliştirme gayretidir. Örneğin kompleksli hâkim veya savcı temasta bulunduğu insanları, kendi ölçütleri doğrultusunda sürekli tartar. Kendisinin sahip olmadığını düşündüğü bilgi, birikim, hüner, beceri ya da hobilere sahip kişiler yanında kendini değersiz hisseder. Kompleksli hakim veya savcı, makamından dolayı sessiz kalıp kendisine saygı gösterisinde bulunan, hatalı sözlerinde dahi bir keramet arayan, sürekli övgü dolu sözler söyleyen, eleştirmeyen, taleplerini sorgusuz emir telakki eden, kendine “üstün” olduğunu hissettiren kişileri bulmaya çalışır ve onlarla kişisel ve ailevi ilişkiler kurar. Kompleksli hâkimlerin veya  savcıların samimi ilişkiler kurduğu kişilerin çoğunluğunun, emrinde çalışan memurlar, alış-veriş yaptığı esnaflar ya da görev yaptığı mahallin ileri gelenlerinden oluşması şaşırtıcı değildir. Kurulan bu ilişkiler, üstünlük duygusunu tatmin için, görev yeri değişiminden sonra da uzun süre devam eder. Özellikle yüzlerce hâkim-savcının çalıştığı ve ilişkilerin mekanik ve samimi olmadığı büyükşehir adliyelerine ataması yapılan kompleksli bir hâkim, önceki görev yerlerinde kurduğu ilişkilere daha da çok bağlanır, aşağılık kompleksini tedavi ve üstünlük kompleksini tatminini bu şekilde gidermeye çalışır.

Kompleksli hukukçu, çocukluğundan itibaren “en başarılı” ve “en iyi” olmaya programlıdır. Atalarının, aile büyüklerinin, çevresinin ve kendinin tecrübe ettiği yoksunluk ve yoksulluklardan kurtulabilmesi için bilinçaltına “şifrelenen pusulası” ona her ortam ve şartta başarılı olması gerektiğini fısıldar ve onu belirli bir yola sürükler. Aşağılık kompleksli hukukçu, hakikatte olmadığı halde, başarılı olduğu hayalini kurar; ne pahasına olursa olsun bunun yollarını araştırır; bu doğrultuda çalışma arkadaşları üzerinde baskı kurar. Umudunu yitirdiği zamanlarda bunu ne kendisine ve ne de çevresine ikrar eder. Söz ve davranışlarıyla diğerlerinden iyi ve üstün olduğu görüntüsünü oluşturmaya gayret eder.

Kompleksli hakim veya savcı başarılarının takdir edilmediğinden, hakkının yendiğinden, yargı idarecilerinin kendine önyargılı davrandığından, aleyhine görüş bildiren müfettişlerin liyakatsizliğinden, sahip olduğu çeşitli aidiyetlerinden dolayı kendine ayrımcılık yapıldığından ve kararlarını bozan temyiz mahkemesi üyelerinin yetersizliğinden dem vurur. Daha da ileri giderek başarısız olması adına tüm adliye çalışanlarının, diğer kamu kurumlarının, avukatların ve hatta kimi vatandaşların aralarında anlaşarak birlikte hareket edip aleyhine komplo kurduklarını dahi düşünür ve bunu ifade eder. Bu minvalde, terfi döneminde vatandaş ya da avukatlarca dava açılmasında, kamu kurumlarınca taleplerde bulunulmasında, görülmekte olan davaların uzamasına neden olabilecek kimi haklı taleplerin dava taraflarınca istenilmesinde hep kötü bir niyetin ayak izlerini sürer. Kendini, başarılı meslektaşları ile kıyaslayarak onlardan daha iyi bir hukuk adamı ve insan olduğuna dair deliller üretip, çevresine yayar.

Gergin ve zor şartlar altında sık sık hatalar yapılması aşağılık kompleksinin varlığına diğer bir delildir. Şuur altından sürekli, başarılı olması ve neye mal olursa olsun mesleğini (işini) koruması istikametinde kuvvetli mesajlar alan kompleksli hâkim, alışılmışın dışında bir davayla karşılaştığında bocalamaya, yanlışlar yapmaya ve zikzaklar çizmeye başlar. Zira kompleksli hâkimin başarısızlığa tahammülü yoktur. Bu düşünce onun ruh, beden ve zihninde ağır bir baskı oluşturur ve tedirgin olmasına sebebiyet verir. Bundan dolayıdır ki zor davalar önüne geldiğinde olabilecek en kötü senaryoyu düşünür; kararı nedeniyle işinden olacağını dahi hayal eder. Hata yapmanın insanî ve doğal bir hal olduğunu kabullen(e)mez.

Bir davanın görülme sürecinde olağan dışı bir talep ya da gelişme yaşandığında kompleksli hâkimin beden dili ve ses tonu değişir; beyin enzimlerinin yapısı ile metabolizmasının işleyişi farklılaşır. Bu psikoloji ile kompleksli hâkim sürekli kararsızlıklar yaşar; öncekiler ile sonraki eylem ve söylemleri arasında bariz zıtlıklar görülür. Hukukun genel ilkelerinin, açık yasa metinlerinin ve yerleşik yargısal uygulamaların gerektirdiği yönde değil, mesleki kariyerinde sıkıntı yaşamama adına bu hususlarda doğrudan veya dolayı (resmi ya da gayrı resmi) olarak takdir hakkı bulunan kişilerin telkin ve beklentilerine uygun kararlar verir. Bu şekilde karar veren kompleksli hukukçu, sonrasında verdiği hukuksuz kararları sahiplenir ve kararının satır aralarında hakikat parçacıkları bulmaya çalışarak kendini ikna edecek veriler oluşturma gayretine girişir. Böylesi bir süreçte hâkim sahiplenip sergilediği inancı, ideolojisi ya da ahlakî değerleri ile tevil edemeyeceği söz söyler ve davranışlarda bulunur.  

Medyatik bir olayda, yürütme ve/ya yasama organı temsilcilerinin yakından takip ettiği vakalarda ya da toplumsal infial uyandıran terör, cinsel saldırı ve öldürme gibi suçlara ilişkin davalarda kompleksli hâkim ve savcının eli titrer, ayakları birbirine dolaşır, zihninde kaotik bir ortam oluşur. Hukukçu kimliğini ve mesuliyetlerini unutarak, temel içgüdülerinden olan hayatta (yani meslekte) kalma dürtüsüyle hareket der. Başkalarına zarar vermekten çekinmez. Yasalarla uyumlu şekilde değil; medyanın, iktidarın ya da toplumun beklentilerine uygun kararlar verir. Kararlarında yasaları, hukukun temel usul ve ilkelerini yok saymaktan, onları varlık nedenlerine aykırı olarak uygulamaktan utanç duymaz, yüzü kızarmaz.

Diğer bir aşağılık kompleksi belirtisi, kişinin var olan gerçeklikle çelişki yaşamasıdır. Kompleksli bir hâkim, önündeki bir davaya, bilinçaltından gelen telkinlerin etkisiyle, somut verilerin ortaya koyduğundan farklı bir mana verir. İnancına, ideolojisine ya da başkaca aidiyetlerine ilişkin şuuraltı raflarında saklı tecrübeleri gözlüğüyle önündeki dava dosyasına bakan hâkim, bu davaya “metafizik bir vücut” giydirip; davayı, taraflarının dahi tanıyıp teşhis edemeyeceği şekilde tanımlayıp kabul edebilir. Mesleği nedeniyle kendine tanınan “takdir hakkı” ve/ya “bağımsızlık güvencesi”ni kullanarak yarattığı “sanal gerçekliğin” asıl sebepleri, kompleksli hâkimin “kişisel tarihinde” saklıdır.

Hâkim veya savcının açıkça hukuka ve hatta yasal mevzuata aykırı kararlarına kendince haklı gerekçeler bulma yönündeki “evet-ama”lı açıklamaları da, aşağılık kompleksinin varlığına dair başka bir delildir. Kompleksli hâkimin; “evet devlet başkanına hakaret suçundan tutuklama kararı verilmemeli, ama devletin itibarı ya da kamu düzeni zedelenmez mi?”, “evet ama mahkûmiyet kararı vermemi gerektirecek yeterlilikte delil yok, ama karar vermezsem terörle mücadele sekteye uğramaz mı?”, “evet beraat kararı vermem gerekiyor, biliyorum, ama mağdur ailesinin hali ne olacak?” şeklindeki ifadeleri, aşağılık kompleksini yansıttığı beyanlarıdır.

Hâkimin duruşmada sergilediği alışılmışın dışındaki tavırlarında, karar ya da gerekçelerindeki anormalliklerinde de şuur altının yansımalarını, komplekslerinin izlerini sürebiliriz. Olağan dışı söz, davranış ve kararların hakiki köklerini hâkimin çocukluk anılarında bulabiliriz. Zira bir insanın topluma ve çevreye zarar veren söz ve eylemlerinin tohumları çocukluk çağında atılmış, sonraki yaşlarda bu tohumlar bilerek veya bilmeyerek sulanarak yeşertilmiş, dallanıp budaklanmalarına uygun bir zemin hazırlanmıştır. Duruşma esnasında avukata söz hakkı tanımayan, savunmanın haklarını kısıtlayan, bununla yetinmeyip yargıladığı kişilere kızıp yüksek sesle bağıran bir hâkimin kişiliğinde sorun olduğu aşikârdır. Araştırıldığında görülecektir ki söz konusu hâkim çocukluğunda veya gençliğinde sözel ve fiziki şiddete maruz kalmış, ailesinde kendine söz hakkı tanımamış, çevresince aşağılanmış, doğrudan veya dolaylı muhatap olduğu tüm sorunlar kavga tonlu yüksek ses kullanılarak çözümlenmeye çalışılmıştır. Yine aynı hâkimin ekonomik açıdan sorunlar yaşayan bir aile ortamında büyüdüğü, zengin olan arkadaşlarına ve ailelerine kıskançlık derecesinde özenti duyduğu da tespit edilebilir. Bu kaynaklardan beslenen aşağılık duygusunu gidermek için hakim üstünlük duygusunu harekete geçirmek suretiyle, ekonomik şartlar yönüyle kendisinden daha iyi şartlara sahip olduğunu düşündüğü avukatlık mesleği temsilcilerine bağırır, onları küçümser, konuşturmaz; yetki sınırlarını zorlayarak her fırsatta müvekkilleri önünde onları aşağılayıp değersizleştirmeye, asıl gücün kendisinde olduğunu ispat etmeye çalışır.  

Meslek yaşamı öncesinde elini cebine sokarak, başı dik, göğsü ileride yürüme gibi bir alışkanlığı olmayan, bacak bacak üstüne atarak oturmayı uygun görmeyen, yetiştiği toplum çevresinden aldığı terbiye ve görgüye uygun bir davranış modeli geliştiren bir hâkim, meslek hayatında bu tür davranışlar sergilemeye özel bir dikkat gösteriyor ise onun, aşağılık ve üstünlük duygularının karışımıyla oluşan bir his ile hareket ettiğini söylemek de yanlış olmayacaktır.

İmrenme duygusu da aşağılık kompleksinin bir işaretidir. Çalışma arkadaşlarının yetki ve makamlarına; vali veya kaymakamların imkânlarına, iyi kazanan ve rahat bir yaşam süren avukatlara ya da başkaca kişilere özenen, bu anlamda sürekli olarak odasının penceresinden “adliye dışı”na hayran hayran bakan hâkim ve savcıların sayısı az değildir. İmrenme ile kıskançlık arasındaki çizgi ince ve bir o kadar da belirsizdir. Kıskanç bir yargı mensubunun sebep olabileceği zararın tahmini zordur. Kıskançlıktaki aşağılık duygusu daha derin ve güçlüdür.

Cübbesi üzerinde eğreti duran, duruşma salonuna ve hatta adliye ortamına uygun olmadığını her söz ve eylemleriyle adeta çevresine haykıran bir hâkim veya savcının bu tarz fiillerinin altı kazıldığında çocukluğunda yaşadığı travmalarla karşılaşmak şaşırtıcı olmayacaktır. Mahkemelerimiz, yirmili yaşlarda, hukuk fakültesinden yeni mezun olmuş, hayatı tanıyıp ona adapte olma tecrübelerini daha henüz edinememiş, bütün zaaf ve noksanlıklarının üzerine “cübbe”sini bir zırh gibi geçirip, olumlu yöne evirilmelerini ve değişmelerini engelleyerek onlarla hayatına yön veren “çocuk/ergen” hâkim ve savcılarla lebalep doludur. Aynı durum avukat ve hukuk akademisyenleri için de geçerlidir. Başkalarının sorunlarını çözmesi beklenen bu kişilerin kendi ruh ve zihin labirentlerinde yollarını bulmaya çalıştıkları bilinseydi, hukuk sistemine itimat edilir miydi?

Psikolojik sorunlar yaşayan hukukçu, aşağılık duygusunu bastırmak adına üstünlük kompleksine sarılır. Bu kompleksle hukukçu, eksikliklerini gizlemek, kendini diğerlerine nazaran daha üstün bir konuma yerleştirip kahramanlaştırmak, başkalarından zeki ve öngörülü olduğunu göstermek amacına matuf davranışlar sergiler. Bu davranışlarının “daha az akıllı olan” diğerlerince fark edilemeyeceğini düşünerek bundan haz alır. Gururu ve pervasızlığının tesirinde olan üstünlük kompleksli hâkimin diğer bir özelliği, saldırgan tavırlar sergilemesidir. Böylesi bir hâkim, eleştirilere tahammül edemez, dava taraflarını azarlar, onlara bağırır, hukuka ve yasaya aykırı kararlar vermekten çekinmez. Bunların temelinde, duruşma salonunda oturduğu koltuğun izafi yüksekliği nedeniyle diğerlerini “aşağıda görmesi”, “onları dinlememesi”, “onlara rağmen onların yararına karar verme salahiyetini kendinde görmesi” gibi zararlı bir ruh hali yatar.

Üstünlük kompleksiyle kendinin noksanlıklarını perdelemeye çalışan hukukçu, eksikliklerine kendince makul izahatlar bulmaya; kendini daha akıllı ve güçlü göstermeye çalışır. Kompleksli hâkim veya savcı, tembellik ve başarısızlığına bahane olarak yasaların yetersizliğini, içtihatların yanlışlığını, yargının insanların sorunlarını çözemediğini, etkili bir infaz sisteminin olmadığından cezaların suçluları ıslah edemediğini ve cezaevlerinin suçlu yetiştirdiğini sıklıkla kullanır. Hasta hâkim böylesi bir söylem geliştirerek, çalışkan ve başarılı olan diğer hâkimlerin sosyal meselelere ve yargısal sorunlara dair bilinç seviyelerini küçümseyip kendini yüceltir, diğerlerine nazaran kendini üstün bir entelektüel seviyeye koyar (böyle zanneder).

Aşağılık kompleksi, üstünlük kompleksi şeklinde de hukukçuda tezahür edebilir. Hakikatte hukuka aykırı kararıyla muhatabının hak ve özgürlüğüne zarar veren bir hâkimin, kendini ülkenin “en adil” insanı görüp çevresine bu yönde mesajlar vererek, onları ikna etmeye çalışması buna güzel bir örnektir. Böbürlenen, kendini öven, palavralar savuran bir insan, başkalarıyla rekabet gücü, kapasitesi ve cesareti olmadığından böyle davranır. Adliyelerin, kendi kendine methiyeler düzen, yasal olarak yapmak zorunda olduğu işlerin reklamlarını yapan, bunu duyurma adına her ortamı suiistimal eden, medyanın her çeşidini kullanan hâkim ve savcılarla dolu olması, içimizi acıtsa da yargımızın içinde bulunduğu sefaleti göstermesi açısından, bir hakikattir.

Aşağılık veya üstünlük duyguları her insanda bulunabilir. Sağlıklı bir ruha sahip insanda kompleks olamayacağı gibi, bu duygulara dahi yer yoktur. Böylesi insanlarda sadece iyi-kötü davranışlar ile sosyal rol ve sorumluluklar yer alır.

Aşağılık/üstünlük kompleksi hastası hukukçunun tedavisi zorunludur. Aksi halde kişiliğindeki kara delik hem kendisinin ve hem de başkalarının huzur ve mutluluklarını içine çekip yok edecektir. Bu hastalığın tedavisi hastaya cesaret verilerek ve özgüven aşılayarak yapılabilir. Yine bu tedavinin, üstünlük kompleksini beslemesinin önüne de geçilmelidir. Makul ve dengeli seviyedeki cesaret ve özgüven duyguları hukukçuluk mesleğinin temel gerekliliklerindendir. Bu duygular hukukçuyu güçlü ve güvenli kılar, hak ve özgürlükler lehine otoritesini artırır. Belirlenen sınırı aştığında veya bunun altına düştüğünde bu duygular hukukçunun kendi zulmünün kaynağı ve koruyucusu halini alır.

Aşağılık ya da üstünlük komplekslerine sahip ancak fiilen görevde bulunan bir hakim veya savcının tedavisi imkânsıza yakın bir ihtimaldir. Kökleri, insanların kişisel tarihlerinin karanlık raflarına uzanan bu hastalığın, bir hakim ve savcının mesleğe alımı ve kabulü aşamasında tespitine çalışılması ve buna dair önemli deliller bulunduranların elenmelerinin sağlanması en güvenli yoldur. Cübbe içine gizlenen ve icra edilen meslek nedeniyle “dokunulmaz” hale gelen bir komplekse müdahale zor olacaktır.

AŞAĞILIK YA DA ÜSTÜNLÜK KOMPLEKSİ SARMALINDA HUKUKUMUZ/HUKUKÇULARIMIZ yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/asagilik-ya-da-ustunluk-kompleksi-sarmalinda-hukukumuz-hukukcularimiz/feed/ 0
MIŞ GİBİ YARGI https://hukukpenceresi.com/mis-gibi-yapan-yargimiz/ https://hukukpenceresi.com/mis-gibi-yapan-yargimiz/#comments Thu, 28 Dec 2023 23:41:36 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=9108 Toplumumuz, üzerlerinde şeklen hoş ve içi boş etiketler taşıyan, bunları kötülüklerine maske yapan insan görünümlü, ancak ruhen esfeli safiline demirli bir “sürü/yığın” tarafından istila edilmiş sanki. Etraf yüzlerce edebiyatçı, tarihçi, ilahiyatçı, sosyolog, psikolog, hukukçu, doktor, öğretmen, her rütbeden asker “şeylerle” dolu. Bu sıfatların hepsi, bir şekilde bu kişilerin üzerlerine asılmış ve oradan çıkartılması unutulmuş eski […]

MIŞ GİBİ YARGI yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Toplumumuz, üzerlerinde şeklen hoş ve içi boş etiketler taşıyan, bunları kötülüklerine maske yapan insan görünümlü, ancak ruhen esfeli safiline demirli bir “sürü/yığın” tarafından istila edilmiş sanki.

Etraf yüzlerce edebiyatçı, tarihçi, ilahiyatçı, sosyolog, psikolog, hukukçu, doktor, öğretmen, her rütbeden asker “şeylerle” dolu. Bu sıfatların hepsi, bir şekilde bu kişilerin üzerlerine asılmış ve oradan çıkartılması unutulmuş eski tabelalar gibi.

Bir zamanlar gürül gürül sularıyla kıvrım kıvrım akan, geçtiği yerlere bereket götüren her ırmağa bir ad verilmiş. Irmak kurusa, suları çekilip bataklığa dönüşse, mikrop ve hastalık yaymaya başlasa da, bunların adı yine “ırmak” olarak tekrarlanmaya devam eder.

Bunun gibi, yatağı kurumuş ya da bataklığa evrilmiş ırmakların nasıl isimleri değiştirilmiyorsa; benzer şekilde, “suyu çekilmiş” olmasına rağmen, daha önceden verilen ve haksız şekilde kullanılmaya devam eden hukukçu, aydın, akademisyen, sanatçı, ilahiyatçı vs. isimleri taşıyor sayısız insan. İşin vahim tarafı, kaynakları kuruyan, kurumakla kalmayıp kokuşmaya başlayan kişilerin bu hallerinden habersiz olmaları yahut durumlarını kabul etmemesidir; daha acı olanı ise birçoğunun bilmesine rağmen rollerine utanmaz şekilde devam etmeleridir.

Onlarca hukuk fakültemiz var ve buraları bitiren binlerce mezuna sahibiz. Bu mezunlara her yıl yenileri de eklenmeye devam ediyor. İnsanlarımızın haklarını arayabilmeleri için büyük, şaşalı ve iddialı adliye “saraylarımız” var. Ama bunların hepsinin içi “boş”.

Ne hukukçularımız mesuliyetlerinin tam olarak idrakinde olarak yetişiyorlar ve mesleklerini icra ediyorlar, ne de adliyeler hak dağıtımı fonksiyonu yerine getiriyor.

Hukuk sistemimizde yaşananlar bir tiyatro sahnesinden farksız. Seyirlik bir yargımız var. 

Sahnede her şey ve kişi kurgudan ibaret; Sahte figüranlar rollerini oynuyorlar ve sahneden çekiliyorlar halkın alkışları eşliğinde. Gösteri bittiğinde geride ne dağıtımı yapılan bir adalet, ne telafi edilen zararlar ve ne de tatmin edilen mağdurlar var.

“Mış” gibi çalışan bir yargı sistemimiz var. Devasa büyüklüğüne, kocaman çarklarına ve harcadığı onca enerjiye ve paraya rağmen, beklenen ürünleri vermekten aciz, hatta sürekli hüsran kaynağı yargımız.

Hak dağıtımında aracı olması gereken yargı kurumları adeta bir “tapınak”, orada vazife icra edenler ise oluşturdukları kendi putlarına tapan, onu kullanan ve ondan korkan zavallı kullar gibi davranıyorlar. Soranız her hukukçu “Adalet Tanrıçası’na” taptığını söyler; ancak birçoğu kalbinde para, makam, mevki, şehvet ve şöhret putlarını gizler riyakârca ve asıl korktuğu gücün “iktidar” olduğunu ikrar edemez.

MIŞ GİBİ YARGI yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/mis-gibi-yapan-yargimiz/feed/ 1
GÜNAH VE HUKUKÇU https://hukukpenceresi.com/gunah-ve-hukukcu/ https://hukukpenceresi.com/gunah-ve-hukukcu/#comments Mon, 16 Jan 2023 00:18:12 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=9039 Adliyeler günahkâr hukukçuların mekânı ve bunlardan çoğunun mabedi. Bu günahkârların önemli bir kısmı günahlarını bilinçli olarak irtikâp ederken, bazıları farkında olmadan onu işlemekte ya da en azından başkalarınınkine aktif veya pasif davranışta bulunarak ortak olmaktadır. Adliyeleri kutsallaştıranlar, günahlarına ilahi (hukuki) bir kamuflaj bularak iç huzurlarını sağlama çabasında iken, bunun dışındakiler vicdanları rahatsız, hayatlarını devam ettirme […]

GÜNAH VE HUKUKÇU yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Adliyeler günahkâr hukukçuların mekânı ve bunlardan çoğunun mabedi. Bu günahkârların önemli bir kısmı günahlarını bilinçli olarak irtikâp ederken, bazıları farkında olmadan onu işlemekte ya da en azından başkalarınınkine aktif veya pasif davranışta bulunarak ortak olmaktadır.

Adliyeleri kutsallaştıranlar, günahlarına ilahi (hukuki) bir kamuflaj bularak iç huzurlarını sağlama çabasında iken, bunun dışındakiler vicdanları rahatsız, hayatlarını devam ettirme gayretindedirler.

Hukukçu adalet sevgisiyle dolu olmalı, her türlü menfaatten kendini uzaklaştırarak ona bağlanmalıdır. Adalete aşık olan hukukçunun, şahsa, aileye, devlete ya da başkaca görüş ve gruplara ait menfaat hissiyle hareketi, aşkına karşı savaş açmak anlamına gelip ona ihanettir. Adalet inancındaki en büyük günahıdır.

Günahsız hukukçu yok gibidir. Adli faaliyetler dışında kalanlar dahi en hafifinden, orada irtikap edilen günahları engellememe günahından sorumludurlar.

Günahsız hukukçu yok dedik. O halde hukukçu kendini nasıl arındırıp fazilet sahibi olabileceği huzura kavuşacaktır?

Hukukçunun tövbesi nasıl olur?

Adli işleyişin asli unsuru olan hukukçu, ilahi bir görev ifa etmeye namzet olduğunu, taraflar arasında terazisini ve kılıcını kullanarak hak dağıtımı yaptığını, bunu yaparken haksızlıklara sebebiyet verebileceğini; bu yolda adliye içinden ve dışından birçok düşmanının olduğunu ve terazisinin ayarlarıyla oynayarak onun eliyle haksız menfaat temin etmeye çalışabileceğini; en büyük düşmanının kendi içinde gizli ve nefretinin güdümünde olan hırsları olduğunu bilmeli, bunun şuurunda bulunmalıdır. Hukukçu, kendini eleştirebilmeli, dışarıdan gelenlere tahammül edip, bunlardan faydalı sonuçlar çıkartarak adalet yolundaki çizgisinde yürümelidir.

Her günahın tövbesi kendi cinsinden olur. Hata yaptığını fark eden bir hukuk insanı, bunda ısrar edip, gururuna mağlup olmayarak hatasını telafi edebilecek yolları araştırmalıdır. Bunda samimi olmalı, gerektiğinde bedel ödemeyi kabullenip, hatasının sonuçlarını göğüslemekten çekinmemelidir.

Hatalarını en aza indirmek adına hukukçu kendini sürekli olarak yenileme ve zenginleştirme gayreti içinde olmalı, vaktini ve varidatını bu uğurda harcamaktan kaçınmamalıdır. Bu yolda kendinden ve ailesinden fedakarlıkta bulunmayı önceden kabullenmelidir.

Başkalarının günahlarına göz yumma, onların devamında bir sakınca görmeme de irtikap edilen ile aynı derecede günahtır. Hukukçunun bu yöndeki mesuliyeti ve vebali sokaktaki insanın herhangi bir günahından kat ve kat daha büyüktür. Zira hukuk, devletin ve onun çatısı altında huzur ve emniyet arayanların haklarının teminatı ve koruyucusu konumundadır. Hukuk surlarında açılan bir gedik, zararlı sayısız organizmanın buradan devlet bünyesine sızmasına yol açar. Bu hal, binlerce insanın hakkının tehlikeye düşmesine sebebiyet verebilir. İhlal edilen her bir hak, doğrudan ya da dolaylı olarak bunda mesuliyeti olan hukukçuların sorumluluk hanelerine yazılan büyük bir günah haline gelebilir. Sebebiyet verilen zararın giderimi hukukçuların beşeri kapasitesinin ve hayat süresinin ötesindedir. Bu günahtan korkan bir hukukçu, başkalarının hatalarına gözlerini kapatamaz; her koyun kendi bacağından asılır zehirli fikriyle kendini avutamaz. Başkalarının günahlarını takip ve önleme işinin zorluğu, yapılan mücadelenin değerini ve mükafatını da arttırmaktadır.

Hukukçunun, günaha karşı korunmasında ve irtikabı sonrası tövbesinde kendisiyle barışık ve kendisine karşı samimi olması önemli bir güvencesidir. Kendine karşı samimiyet, düşünüldüğü kadar kolay değildir. Zira çoğu kez insan samimiyetsiz olduğunu dahi fark etmez. Samimiyeti olmadığını bilmek, onun arınması yönündeki ilk ve en önemli adımıdır. Kendi içine doğru bir bakış veya yapacağı meraklı bir yolculukla keşfedilebilecek samimi olup olmama hali, hukuk adamının iktidarı, itibarı, zekası ile türlü hırs ve menfaatleriyle perdelenmiş ve gizlenmiştir. Bu perdeler dolayısıyladır ki o, zahiren mutlu ve korkusuz, ancak vicdanının iniltilerinden dolayı huzursuzdur. Hukukçu bu haliyle derin bir gaflet içinde bocalamaktadır. Çoğu kez, derin koma halini andırır bu tür bir uykudan ölüm öncesi uyanış, ancak büyük bir sarsıntı veya felaketin neticesi ile mümkündür. Uyanışı ile iktidarını, makamını, gururunu, varidatını kaybeden, hakikati görmesinin önündeki bu perdeleri yırtılan hukuk insanı, samimiyetine erişebilecek, bu yetisi ışığında benliğinin karanlıklarına saklanmış hatalarını görebilecektir. Zahiren kayıp yaşadığı söylenebilecek ise de o, hakikatte samimiyetini bulmuş ve onunla arınıp huzura erme olanağını elde etmiş olduğundan kazançlıdır.

Samimi olmayan hukukçu, hukuka ve onun ruhuna düşmandır. Hukuk onun elinde günahların meşrulaştırıcısı bir iksirdir. Samimiyetsizliğine zekasını, inancını, siyasetini, ideolojisini ekleyerek kendine bir güç alanı oluşturur, ulaşılamaz hale gelir. Bu güç merkezine benliğini koyarak adeta kendini tanrısallaştırır. Bilmeyerek, selametin adına faaliyette bulunduğu inancıyla hukukun yok oluşunu hazırlar. O, önce kendisinin, sonrasında bir milletin, kültürün, devletin helakine sebepiyet verebilir.

Samimiyeti perdeleyen en kesif duvar görünüşte masum, çoğu kez benlikle bütünleştiğinden fark edilemeyen, zekasına, bilgisine, iktidarına gizlenmiş “hukukçu gururu”dur. Bu hissin temelinde, hukuk adamına başka kişilerin yaşamlarına müdahale etme imkanı sunan yasaların tanıdığı güç yattığından zehirlidir; yakıcı ve dönüştürücüdür. Hukukçu, mesleği nedeniyle sağlanan teminatları da yine benliğine mal ederek gururunu besler, büyütüp güçlendirir. Belli bir aşamayı geçtikten sonra kişisel olanın üzerine “mesleki gurur” kılıfını da geçiren hukukçu, gururunu dokunulmaz hale getirir. Yapılan her eleştiriyi ya kendine ya da hukuka karşı yapılan bir hakaret kabul edip elindeki kılıcı eleştiri sahiplerine yöneltmekten çekinmez. Bu şekilde yargının itibarını koruduğunu söyleyerek dışarıya karşı kendini savunur, iç dünyasında ise kendini avutur ve kandırır. Gururunun esiri olmuş hukukçunun içinde debelendiği ve girdabından kurtulamayıp sürekli derinliklerine çekildiği sefalet, hak ve adalet namına bir felakettir.

Gururunu takdir eden, onun rehberliğinde hareketlerine yön veren kişi hakiki anlamıyla hür olamaz, o başkalarının özgürlük bahşedemeyeceği bir esirdir. Kendine ait olduğunu söylediği tüm hareketleri gerçekte efendisi olan gururunun emir ve talimatlarını icradan başka bir mana taşımaz. Hukukçu, gururunun esaretinden kurtaracak olan kahramanı onun vicdanıdır. Ancak bu vicdanın, merhamet duygusu, şeref ve hürriyet hisleri, insan ve adalet aşkı ile halka ve hakka karşı duyduğu mesuliyetinden müteşekkil bir zenginlikte olması gerekir.

GÜNAH VE HUKUKÇU yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/gunah-ve-hukukcu/feed/ 2
CEZAEVİNDE ŞİİRİN ZAMAN VE MEKÂN ÖTESİ ETKİSİ https://hukukpenceresi.com/cezaevinde-siirin-zaman-ve-mekan-otesi-etkisi/ https://hukukpenceresi.com/cezaevinde-siirin-zaman-ve-mekan-otesi-etkisi/#respond Wed, 16 Mar 2022 00:05:00 +0000 https://hukukpenceresi.com/cezaevinde-siirin-zaman-ve-mekan-otesi-etkisi/   Not: Bu yazı 12.1.2017 Perşembe günü, yazar, Silivri Ceza İnfaz Kurumunda tutsak iken kaleme alınmıştır. Anlatamıyorum Ağlasam sesimi duyar mısınız, Mısralarımda; Dokunabilir misiniz, Gözyaşlarıma, ellerinizle? Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu Bu derde düşmeden önce Bir yer var; biliyorum; Her şeyi söylemek mümkün; Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; Anlatamıyorum. Her şiir, okunduğu zaman ve […]

CEZAEVİNDE ŞİİRİN ZAMAN VE MEKÂN ÖTESİ ETKİSİ yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
 

Not: Bu yazı 12.1.2017 Perşembe günü,
yazar, Silivri Ceza İnfaz Kurumunda
tutsak iken kaleme alınmıştır.

Anlatamıyorum

Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?

Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce

Bir yer var; biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.

Her şiir, okunduğu zaman ve mekân ile okuyanın hislerine bağlı olarak farklı şekillerde anlam kazanır ve ruhta tadımlanır.

Orhan Veli’nin bu şiirini, cezaevinde, koğuşta, kendimle baş başa kaldığım bir anda, ümit beklediğim kapıların ardı ardına yüzüme kapatıldığı bir ortamda okudum. Şiirin, sanki benim duygularıma tercüman olması için yazılmış olduğu hissine kapıldım. Yıllar öncesinde Veli, zamanda yolculuk yaparak hücreme girmiş, bakışlarıyla zahir ve batınıma nüfuz ederek, mısralarında beni tasvir etmiş sanki.

İçinde bulunduğum(uz) hal ve şartları sözlerle izaha kalkışmak beyhude bir uğraştan öteye gitmiyor. Zira akla gelecek tüm izah yollarına hendekler kazılmış, tuzaklar kurulmuş; bütün yollar envaı çeşit pisliklerle kirletilmiş. Derdimi anlatamamam için her nesep ve meşrebe hitap eden, onları korkutup uzaklaştıracak büyüler ve sihirler yapılmış. Böylesi ortamda sadece ben değil, herkes anın veya geleceğin mağdurudur.

Her kişi ve grup, vücut kazandığı andan itibaren içinde barındırıp gizlediği, ötelediği, ancak besleyip büyütmekten de geri durmadığı zaaflarının, korkularının, kininin, nefretinin ve önyargılarının kurbanı olmuş vaziyette. Zira hemen hepsi, zahiren dillendirdiği ve peşinden koştuğunu, mücadele ettiğini deklare ettiği “ilkelerin” ve “gerçeklerin” çok uzağındalar.

Duygu ve hislerin egemen olduğu bir bünyede, akıl ancak bunların kölesi, dalkavuğu ve meşrulaştırıcısı haline dönüşür. Rehber ve önder olması gereken aklın köleleşmesi ve köpekleşmesi, onu taşıyan bedenin kısa zamanda çürüyüp, sonrasında yok olacağının en büyük habercisidir.

Cezaevi ortamında “şarkılar” ve “şiirler”,  aklın ördüğü ağları delerek veya duvarları aşarak doğrudan ruha ve oradan vicdana ulaşabilme yeteneklerinden dolayı dert anlatma ve anlamlandırmada öteki vasıtalardan daha tesirlidirler. Zira onların sahip olduğu güç zaman ve mekân üstüdür. Sihri ve büyüleri çok öncelerden gelip öteleri etkileyip değiştirebilir. Bu güç ve kudretleri, insanlığın üzüntülerini, mutluluklarını ve umutlarını damıtıp söz ve mısralarında formüle ederek geleceğe taşıma yeteneklerinden kaynaklıdır. Bugünlerde yaşadığımız, bireysel ve toplumsal her sorunun sebeplerini ve çarelerini şarkılarda ve şiirlerde bulabilmemizin sebebi ondandır belki.

Şairler, tılsımlarını kelime ve satırları arasına şifreleyerek, onlara dokunanları etkileyip dönüştürme potansiyeline sahip, zaman ve mekân ötesine tesir edebilen büyücü veya sihirbazlardır. Yine her şair bir tür “simyacıdır”; o, sihirli formülü bulup mısralarında kullanmış, mısralarıyla insana zenginlik katıp yol göstermiş, yudumlayanları dönüştürmüştür.

Duygularıma tercüman olan ve içimi rahatlatan Orhan Veli’ye ve onun şahsında hakiki tüm şairlere sonsuz minnet ve şükranlarımı sunuyorum.

CEZAEVİNDE ŞİİRİN ZAMAN VE MEKÂN ÖTESİ ETKİSİ yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/cezaevinde-siirin-zaman-ve-mekan-otesi-etkisi/feed/ 0
HUKUKUN NAMUSU https://hukukpenceresi.com/hukukun-namusu/ https://hukukpenceresi.com/hukukun-namusu/#respond Sat, 13 Mar 2021 11:27:22 +0000 https://hukukpenceresi.com/hukukun-namusu/ Hukuk ile onun haysiyet ve şerefini koruma sorumluluğu hâkime aittir. Bu mesuliyetini gereği gibi yerine getirebilmesi için hâkim, hukuk tarafından yeterli ve gerekli teminatlar ve yetkilerle donatılmıştır. Belirli bir sorumluluk altında bulunan ve buna paralel yetkileri kuşanan birisinin, yükümlülüklerine uygun davranmaması haysiyetsizliktir. Hâkim yapması gerekenleri yapmama veya asgarisiyle yetinme lüksüne sahip değildir. Hukuka yapılan saldırılara […]

HUKUKUN NAMUSU yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Hukuk ile onun haysiyet ve şerefini koruma sorumluluğu hâkime aittir. Bu mesuliyetini gereği gibi yerine getirebilmesi için hâkim, hukuk tarafından yeterli ve gerekli teminatlar ve yetkilerle donatılmıştır.

Belirli bir sorumluluk altında bulunan ve buna paralel yetkileri kuşanan birisinin, yükümlülüklerine uygun davranmaması haysiyetsizliktir.

Hâkim yapması gerekenleri yapmama veya asgarisiyle yetinme lüksüne sahip değildir. Hukuka yapılan saldırılara kaynaklık etmesi düşünülemeyecek hâkimin, dış kaynaklı olan saldırıları da sinesine çekmesi tahayyül edilemez.

Hâkimin, hukuka yapılan saldırılara usulüne uygun olarak isyan etmesi yeterli olmayıp, hukukun sağladığı meşru vasıtaları kullanarak saldırıları bertaraf etmeye çalışması gerekir. Böylesi durumlarda isyan, gösterilecek tepkinin asgari seviyesi, yani insan olmanın aşağı sınırıdır. Hâkim, ortalama bir insan tepkisinin ötesine geçerek sahip olduğu yetkilerini saldırının kaynağı olan iktidar ya da güç sahibi kişi ve odaklara karşı kullanma cesaretini gösterip bunun mücadelesini vermelidir.

Hâkim, hukuka yapılan her saldırının, esasında sahip olduğu yetkilere doğrudan veya dolaylı bir hücum anlamına geldiğinin ayırdında olmalıdır.

Hukuk yoktan var edilen, bir anda oluşturulan bir mefhum değildir. O, tarihi süreç içerisinde, yorucu ve yıpratıcı mücadeleler neticesinde, beşeri ve toplumsal ihtiyaçlara çözüm üretmek üzere oluşturulmuş ilkeler bütünüdür. Onu var eden insanın kendisidir. Var edilmesindeki temel gaye, insanın ve onun oluşturduğu değer ve kurumların aşkın menfaatini koruma ve devam ettirmedir. Bu nedenledir ki hukukun amacı ve varlık nedeni, şekli olarak varlığını borçlu olduğu bireyin üzerinde bir yerde konumlanmasını lüzumlu kılar. Toplum düzeni içerisindeki konumu nedeniyle hâkim, hukukun bu üstün niteliğini özümseyerek düşünce, eylem ve söylemlerini şekillendirmelidir.

Değişen toplum ve birey ihtiyaçlarının bir gereği olarak hukuk bünyesinde, kendisine olumlu katkı sağlayarak geliştirmesi adına yoruma açık canlı kavramlar barındırır ve hakimin maharetli ellerine sunar. Yaşayan bir organizma olduğu varsayılan hukukun, zamana karşı hayatiyetini devam ettirebilmesi için süreklilik arzeden bir beslenmeye ihtiyacı vardır. Hukukun en önemli besin kaynağı hâkimin akıl ve vicdanı ile haysiyet ve onurudur. Hâkim, bu vazifesini ifa etmek için emek sarf etmeli, özen göstermelidir.

Vazifesi çerçevesinde hâkim tarafından ortaya konulan her çalışma “hukukî” olarak nitelendirilemez. Açıkça hukuka ve kanuna aykırı olan, genelin yararından ziyade kendisinin veya içerisinde bulunduğu bir grubun menfaatini önceleyen, kaynağında kişisel hırsların, düşmanlıkların veya başkaca aidiyetlerin bulunduğu, somut bir veriye dayanmayan söylem, eylem ve kararlar, kaynağı ne olursa olsun “hukukî” olarak vasıflandırılamazlar. Böylesi fillerin, hâkim veya başkalarınca hukukî oldukları kabul edilip, yasal sonuçlar doğurabilecekleri iddia edilebilir. Bu tür bir kanaat, sahibinin fantezisinden ibaret kalmaya mahkûmdur. Belirli bir zaman diliminde, bu çeşit işlem ve kararlardan menfaat beklentisi içinde olanlar, hukukî olmayan bu kararların cebri olarak hayata geçirilmesini sağlayabilirler. Ancak bir kararın şeklen uygulanması, ondan zorla sonuç elde edilmesi, zorbalığı ya da hukuksuzluğu ortadan kaldırmaz. Hukuk âleminde “yok” olmaya mahkûm olan bir kararın, bu niteliğinin o an için tespit edilmemiş olması, yok olan bir durumu “var” etmez. Bir Latin atasözünde denildiği gibi; “hukuk uyur, ancak asla ölmez”.

Bir kişi hakkında cezaî bir soruşturma başlatılabilmesi için somut bilgi ve bulgulara dayalı bir “şüphenin” bulunması gerekir. Bu şüphenin derecesine bağlı olarak kişi gözaltına alınabilir, tutuklanabilir veya hakkında başkaca tedbirler uygulanabilir. Toplanan veriler mahkûmiyete yeterli kabul edildiği takdirde kamu davası açılarak bu kişinin yargılanması sağlanabilir. Hukuken kabul edilebilir tek bir delil olmamasına rağmen, iktidarı kullanan kişi ve grupların menfaatleri ve istekleri doğrultusunda talimatla soruşturma başlatılıp çeşitli tedbirlere başvurulması yapılanları “hukukî” kılmaz. Yargı sistemindeki kişi ve kurumlarca ortaya konulan böylesi davranışların, kimi güç ve iktidar gruplarının şımarıklıklarını, keyfiliklerini, yolsuzluklarını, daha geniş ifadeyle hukuksuzluklarını gizleyen bir tür “perde” olduğu söylenebilir. Böylesi bir gösteriye isteyerek katılan, buna sessiz kalan, bunu sineye çeken hâkimlerin “hukukçu” oldukları iddiası, hukuka ve gerçek hukuk adamlarına en büyük hakarettir.  “Sirk soytarısı” olmayı hak eden böylesi kişilerin, yargı sahnesinde yer alması mümkün olmamalıdır.

“Hukuk bezirgânı”, “hukuk dolandırıcısı” vb. gibi isimleri hak eden birçok kişinin, güzel ülkemin hukuk sisteminde var olduğu, içimizi acıtsa da, bir gerçektir. Hukukumuzun hak ettiği itibarını, kaybettiği “namusunu” tekrar elde edebilmesi, bünyesinde var olan şarlatanlardan kendisini temizlemesine ve hak edenleri istihdam etmesine bağlıdır.

HUKUKUN NAMUSU yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/hukukun-namusu/feed/ 0
Mağduriyetin Bahşettiği Özgürlük https://hukukpenceresi.com/magduriyetin-bahsettigi-ozgurluk/ https://hukukpenceresi.com/magduriyetin-bahsettigi-ozgurluk/#respond Sun, 01 Nov 2020 23:23:49 +0000 https://hukukpenceresi.com/magduriyetin-bahsettigi-ozgurluk/ (NOT: Bu yazıesir tutulduğum Silivri Cezaevi’nde 06.11.2016 tarihinde kaleme alınmıştır.) Yaklaşık 114 gündür tutsağım. Hakkında herhangi bir somut suçlama ortaya konulmadan, Ankara’nın karanlık ve pis koridorlarında hazırlanan bir tezgâh neticesinde 16 Temmuz gecesi evimden çıkarılıp gözaltına alınan bir savcıyım. O günden beri esirim. Benden ne istenildiğini bilmiyorum. Emin olduğum şeyler hayatım boyunca özgürlüğüme olan düşkünlüğüm; […]

Mağduriyetin Bahşettiği Özgürlük yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
(NOT: Bu yazıesir tutulduğum Silivri Cezaevi’nde 06.11.2016 tarihinde kaleme alınmıştır.)

Yaklaşık 114 gündür tutsağım.

Hakkında herhangi bir somut suçlama ortaya konulmadan, Ankara’nın karanlık ve pis koridorlarında hazırlanan bir tezgâh neticesinde 16 Temmuz gecesi evimden çıkarılıp gözaltına alınan bir savcıyım. O günden beri esirim.

Benden ne istenildiğini bilmiyorum. Emin olduğum şeyler hayatım boyunca özgürlüğüme olan düşkünlüğüm; mesleğimi hiçbir kişi ve makamdan talimat almadan ya da telkinlere aldırış etmeden icra edişim; cübbemin içine cep, dışına düğme diktirmeyişim; söylem ve eylemlerimde elimden geldiğince temel hak ve özgürlükler yanında yer alma gayretimdir.

Türkiye gibi, demokratik kurumlarını tam olarak oluşturup işler hale getirememiş, hukuku ağır aksak işleyen ve her çeşit etkilere açık ülkelerde iyi ve temiz olmanın/kalmanın her zaman bir bedeli olur. Biliyordum. Ödenecek bu bedelin en ağırı can ile ödenenidir. Yakın tarihimiz, namuslu ve şerefli insanlarımızın kanlarıyla yazdıkları ibretlik sayfalarla doludur. İşkenceler, sürgünler, hukuksuz yargılamalar, hapisler, karakter suikastları, ihraçlar, tenzili rütbeler ya da türlü türlü hakaretler ödenen bedellere dair akla gelen ilk örneklerdir.

Gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkma gibi, zalimlerin uykusunu kaçıran güzel bir huyu vardır. Hakikatin anlaşılması sadece “zaman” meselesidir. Haklı duruşları nedeniyle mağduriyet yaşayanların, haklılıklarının bilincinde olarak vicdanları her daim rahattır. Ancak maalesef pek azı, kaderin adilane hükmünü yaşamlarında görebilmiştir. Görebilenler ise süreç içerisinde uğradıkları haksızlıklar, akraba, dost ve arkadaşlarının bunlara sessiz kalıp seyirci olmalarının oluşturduğu ruh haliyle gerektiği gibi sevinememişlerdir.

Uğranılan haksızlıklar ve yaşanan mağduriyetler hayat okulunun en değerli öğretmenleridir. Yeter ki onun anlattıklarını beş duyumuzla özümseyip, unutmamak ve unutturmamak adına not edip kalıcı hale getirelim.

Tutsaklığım boyunca yaşadıklarımdan çok dersler çıkarttım: Hukuk fakültesinden mezun olmuş, doktora eğitimini tamamlamış, 14 yıl boyunca savcılık mesleğini icra etmiş bir cahil olduğumu anladım.

Devlet denilen müşfik görünümlü aygıtın, ayarları ile oynandığında nasıl canavarlaştığını gözlemledim.

Liyakatsiz kişilerin elinde hukukun, bireylere ve kurumlara zarar veren yıkıcı/yakıcı bir silaha dönüşebileceğini tecrübe ederek öğrendim.

Temel hak ve özgürlüğün kural, sınırlandırılmasının ise istisna olduğunu; bu ilkenin devamı için her daim uyanık kalmamız gerektiğini idrak ettim.

Makamların geçici olduğunu, dost ve arkadaş seçimindeki kıstaslarımın yetersizliğini, iyi ancak korkak bir dostun sinsi bir düşmana dönüşme potansiyeline sahip olduğunu, hırs ve ihtiras duygularının insanı ne kadar alçaltabileceğini yaşayarak gördüm.

Yukarıda kısaca yer verdiğim başlıkların altına yazılabilecek sayısız örneklerimin olması beni ürküttü.

Yaşanılan sıkıntılar, sahibinin ruhen ve bedenen arınmasına olanak sağlarlar. Bela ve musibetler, içinde yol aldığımız hayatın ne olup olmadığını da sorgulatır muhatabına. Bedenimizde, zihnimizde veya ruhumuzda taşıdığımız fazlalıkları ve lüzumsuzlukları fark etmeyi ve onlardan kurtulmayı bahşederler bize. En yakınında olan, iyi ve kötü gününde madden ve manen desteklediğin dost, arkadaş ve akrabaların “samimiyet derecesini” ölçer ve gösterir. Böylece, geri kalan yaşamında, özgürleşebilme fırsatını verir sahibine.

Şu anda içinde bulunduğum duygu ve şartlardan daha ağırını tecrübe eden Nazım Hikmet, her satırına geniş anlamlar ve yaşanmışlıkları şifrelediği bir şiirinde, ifade etmek istediklerimi ne güzel anlatmış:

İyice yaklaştı bana büyük karanlık.
Dünyayı telâşsız, rahat
Seyredebiliyorum artık.
Artık şaşırtmıyor beni dostun kahpeliği,
Elimi sıkarken sapladığı bıçak.
Nafile, artık kışkırtmıyor beni düşman
Geçtim putların ormanından
Baltalayarak,
Ne de kolay yıkılıyorlardı.
Yeniden vurdum mihenge inandığım şeyleri
Çoğu katıksız çıktı çok şükür.
Ne böylesine pırıl pırıl olmuşluğum vardı,
Ne böylesine hür.

Başlayan her yeni gün sosyal, siyasal ve ekonomik alanda yaşanan her olay ne kadar doğru yolda olduğumu haykırıyor duyan kulaklara ve vicdanıma.

Mihenge vurduğum inanç ve değerlerimin doğru olanlarının çokluğu mutlu ediyor; bedenim ve ruhumdan attığım ağırlıklar daha özgür kılıyor beni.

“Tek tanrısı” hak ve adalet olan benim için, makam, para, şehvet, güç gibi putların kullarının sefaletleri ibretlik bir ders oluyor bana. Esaretimin ve cezalandırılmamın nedeni bu putlara sırt dönmemdir. Ondardır kullarının bana yönelik öfkesi ve kini. Eğer ben de “putperest” olsaydım, eminim kutsar ve yüceltip yükseltirlerdi ismimi.

Kim bilir! Beni yok ettiklerini düşünerek çırpınırken hem kendileri ve hem de tanrıları kaçınılmaz sonlarını hazırlıyorlardır birlikte.

Dedim ya, hakikatin ortaya çıkması bir zamAN meselesidir diye. O anı bekliyorum tüm sabrımı kuşanarak. Ve kendimi, ruhen ve bedenen terütâze bir geleceğe hazırlıyorum iç hücremde. Buradan doğacağım yeni dünyayı hayal ediyorum büyük bir umutla.

Mağduriyetin Bahşettiği Özgürlük yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/magduriyetin-bahsettigi-ozgurluk/feed/ 0