SİYASET arşivleri - Hukuk Penceresi https://hukukpenceresi.com/tag/siyaset/ Zulüm karanlığına ışık saçan pencere Thu, 25 Jan 2024 22:04:30 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hukukpenceresi.com/wp-content/uploads/2022/06/indir-150x150.jpeg SİYASET arşivleri - Hukuk Penceresi https://hukukpenceresi.com/tag/siyaset/ 32 32 Bu Da Mı Gol Değil Hakim Bey! https://hukukpenceresi.com/bu-da-mi-gol-degil-hakim-bey/ https://hukukpenceresi.com/bu-da-mi-gol-degil-hakim-bey/#respond Thu, 25 Jan 2024 21:57:32 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=9194 Hukukçu olmasa da Türkiye’de, kahvede oturan kalabalığın bile batak oynarken bildiği temel hukuk bilgileri ne yazık ki vardır. İronik bu durum Türkiye’de normal görülür. Çünkü herkes azıcık Hukuk, azıcık Futbol, azıcık Bürokrasi bilir ama maalesef konuşunca azıcık kavramı kaybolur kafalarında. Teknik direktörden fazla taktik, doktordan fazla tıp bilen yurdum insanının ezbere bilebileceği bir şey de […]

Bu Da Mı Gol Değil Hakim Bey! yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Hukukçu olmasa da Türkiye’de, kahvede oturan kalabalığın bile batak oynarken bildiği temel hukuk bilgileri ne yazık ki vardır. İronik bu durum Türkiye’de normal görülür. Çünkü herkes azıcık Hukuk, azıcık Futbol, azıcık Bürokrasi bilir ama maalesef konuşunca azıcık kavramı kaybolur kafalarında. Teknik direktörden fazla taktik, doktordan fazla tıp bilen yurdum insanının ezbere bilebileceği bir şey de Hukuk’tur.

Siz Anayasanın size verdiği hak ile hakkınızı ararsınız ve iç hukuk yollarını bitirirsiniz. Siyasetin bir şeyi(!) olan iç hukuk yolları haksız kararlar alır ve siz de hakkınız olarak AİHM’e gidersiniz. AİHM’e gitmek ve sonrası çok ciddi bürokratik zorluklar ile mümkün olmaktadır. Bütün bu zorluklara rağmen hakkınızı ararsınız. Ve neticede sizin gibi binlercesini ilgilendiren kararlar alırsınız.

Yani adaleti “dıj güçler” de aramanız kendini “iç güç, yerli, millî hatta İslami” sanan bir despot yönetim ve onların güç olarak kullandığı Adli Mekanizmanın zoruna gider. Yeniçerilerin “istemezûk” kafası gibi doğru da olsa, hak da olsa kabullenmek istemezler. Yakın zamanda Yargıtay’ın AYM’nin kararını tanımayıp üstelik yasama organı Meclis’e bile ayar veren zihniyete sahip bir yargının AİHM kararını takacağını düşünmek kimilerine göre saflık olur. Oysa önemli olan nokta, istenilen neticenin alınmasından ziyade (ki bir gün elbet alınacak) verilecek mücadelenin bizzat kendisidir. Bu bir futbol maçı değildir, kazanma ya da kaybetme eksenli değildir. 100 yıl geçse de muhatapları yaşamasa da, adalet doğru karar vermeli, gıyabında bile olsa iade-i itibar yapmalıdır. Bu geride kalanlar üzerinde bir sorumluluktur. Burada özne bir birey değil bizzat insanlık ve insan hakkıdır. Nitekim bazen kahvehanede kulağa çalınan “emsal karar” kavramı da bunun basit bir işaretidir.

Hz. Hüseyin’e Küfe yolunda birileri “Ey Hüseyin, Kufeliler’e güvenme Onlar babanı ortada bıraktılar, onların daveti ve güveni yalandır.” deyince verdiği cevap günümüz aydınına ders niteliğindedir.

Ben birilerine güvenip bu yola çıkmış değilim. Ama ortada büyük bir zulüm ve Adaletsizlik var. Ben bu yola çıkıyorum, zayıf ve sayıca az olabiliriz, yenilebilir, öldürülebiliriz ama ben bugün bu mücadeleye girmezsem yeryüzünde bundan sonra kimse Hakkı, adaleti korumaz, Zulme başkaldırmaz. Adaletsizle mücadele etmez. Sayılara güvenen zulmeder haklılar da hakkını aramaz”

Yalçınkaya Davası ve sonrasına belki de böyle bakmak daha isabetli olur.

Bir mücadele ki ilk Mahkemeden son Mahkemeye kadar hakkını arayan kişinin sürekli attığı goller sayılmayıp ofsayt denerek iptal edilmiş. VAR’a bile gitmeye tenezzül edilmemiş. Sonuçta hep iptal edilen Gollere binaen bu son gole de (AİHM) ofsayt demeye kalkan Türk Yargı üyelerine bir daha demek isterim ki adalete dönün bakın haksızlığınız arşa dayandı. Hukukun üstünlüğü sıralamalarında 139 ülkeden 117. olmanızın gösterdiğini ve bunu itiraf eden Bakanınıza da tekrar diyorum ki “Bu da mı Gol değil”, daha ne bekliyorsunuz eğer Hukuk insanı(!) iseniz. Böylesi bir hukukçunun tanımını Hasan Dursun Bey’in “Günah ve Hukukçu makalesinde bulabilirsiniz. Sayın Dursun mevcut durumu “Adliyeler günahkâr hukukçuların mekânı ve bunlardan çoğunun mabedi.” şeklinde tanımlamış. Adaletsizlik yapmayı artık bir tapınma ritüeli haline getirenlerin tapınakları maalesef Adalet Sarayları oldu.

Bu yazıda dinî olaylara çok referans verdik. Kendini bir dini yapının üyesi sayıp karar veren şu an ki yargı üyeleri umuyorum ki aldığı kararlardan dolayı “İki hakimden biri cehennemdedir” hadisini duyup idrak etmişlerdir. Yaptıklarını bir dini mücadele sayan (!) acınası Hukuk karar vericilerine bu hatırlatmayı yapmış olayım.

Bununla beraber Yalçınkaya Davası için (onun adı olsa da) Zulme karşı tarafını Adalet’ten yana koyan bir avuç hukuk insanını da taktir etmek gerek.

Çoğunluğun kendi haklarını aramaktan korkup çekindiği noktada yukarda bahsettiğim Hz. Hüseyin’in sözlerine hayat vermek adına, aldığı hukuk eğitimi ve elde ettiği birikimin yüklediği sorumluluk ile, başkalarının haklarını savunmak adına hareket edenlere selam ve saygı ile.

Bu Da Mı Gol Değil Hakim Bey! yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/bu-da-mi-gol-degil-hakim-bey/feed/ 0
SAKAL ve BIYIK SAHTEKÂRLIĞI https://hukukpenceresi.com/sakal-ve-biyik-sahtekarligi/ https://hukukpenceresi.com/sakal-ve-biyik-sahtekarligi/#respond Sun, 04 Sep 2022 08:49:41 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=8833 İnsanlar tanınmamak istediklerinde takma sakal ve bıyık kullanırlar. Süreç içerisinde insanların gerçek sakalla ve bıyıkla da kendilerini gizlemeye çalıştıkları bir vakadır. Sakal her zaman, bıyık ise kimi zaman bir maske olmuştur insanların yüzlerinde. Sakal ve bıyığın şekline, uzunluğuna ya da aksesuarlarına bakarak kullanıcılarının ideolojileri, inançları, yaşam biçimleri ya da temayülleri hakkında çıkarımlarda bulunulur. Her sakal […]

SAKAL ve BIYIK SAHTEKÂRLIĞI yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
İnsanlar tanınmamak istediklerinde takma sakal ve bıyık kullanırlar.

Süreç içerisinde insanların gerçek sakalla ve bıyıkla da kendilerini gizlemeye çalıştıkları bir vakadır. Sakal her zaman, bıyık ise kimi zaman bir maske olmuştur insanların yüzlerinde.

Sakal ve bıyığın şekline, uzunluğuna ya da aksesuarlarına bakarak kullanıcılarının ideolojileri, inançları, yaşam biçimleri ya da temayülleri hakkında çıkarımlarda bulunulur.

Her sakal ve bıyık şekli ve biçimine belirli anlamlar yüklenmiş, bunlara birer kimlik ve kişilik atfedilmiş, muhteviyatlarına sırlar gizlenmiştir.

Mahiyetlerine ve amaçlarına uygun olarak kullanıldığında kendinden belirli bir takım faydalar beklenen sakal ve bıyık, art niyetli sahtekârlar, hilekârlar ve dolandırıcıların “yüzünde” tahribi yüksek bir silaha dönüşebilir.

Sakal ve bıyık, bırakıldığı zaman dilimi, sahibinin sosyal konumu ile hakim ideoloji ve inanç zemininde kullanıcısına çeşitli menfaatler vaat edebileceği gibi, açık veya gizli türlü tehditleri de bünyesinde barındırabilir.

Çoğunluk, fayda ve zararlarını düşünmeden, salt iyi niyetlerle, ideoloji, inanç ve geleneklerine uyumlu olduğu kanaati ile sakal ve bıyık bırakıp, bunları şekillendirir. Sakal ve bıyığına belirli bir anlam yükleyip, fikriyatını bunlarla teşhir ve ilan edenler, etrafındaki sakal ve bıyıklara göz atarak “kendisi” gibi olanı belirleme eğilimi gösterirler. Bu yönelim insanoğlunun en büyük zaaflarındandır. Kendisi gibi görünene yanaşma, ona kalbini ve düşüncelerini açma, onlarla maddi, manevi, ailevi, ticari ya da siyasi ilişkiler kurup bağlar geliştirme, insanın yaratılışından günümüze genleriyle taşıdığı tehlikeli bir karakteridir. İnsanın bünyesinde barındırdığı bu zenginlik, “karakter yoksunu” hırsızların ve dolandırıcıların ağızlarını sulandırmakta, iştahlarını kabartmaktadır. Bundan dolayıdır ki etrafta sakal ve bıyık kalpazanlığı gelişmiş, bir meslek halini alıp adeta kurumsallaşmış, birçok mahalde kendisine, alt tabakadan üst tabakaya kadar sayısız temsilci bulabilmiştir.

Sakal-bıyık maskesinin sürüm değeri, ekonomik, siyasal ve sosyal getirisi sadece hırsızların ve dolandırıcıların değil, iç ve dış istihbarat örgütlerinin de dikkatini çekmiş ve iştahlarını kabartmıştır. Böylece sakal ve bıyık istihbarat literatürüne girmiş ve geniş bir külliyatın oluşumuna sebebiyet vermiştir. Bu birikimi ile ajanlar bin bir şekle girebilmiş, faydalı-faydasız, iyi-kötü birçok sosyal yapılanmaya sızabilmişlerdir. Bu yapılanmalarda sadece var olmakla kalmayıp, geniş olanaklarını kullanarak, çoğu kez bu örgütleri yapılandırıp yönlendirerek amaçları doğrultusunda kullanmışlardır. Bu tür ajanların kurgularında figüran olduklarının bilincinde olmayan, iyi niyetli, safiyane ve idealist duygularla sakal ve bıyıklarının yolunu takip edenlerin çoğunluğu, kullanıldıklarının farkına varmadan bu dünyadan göçüp giderken; pek azı oyunu algılayarak, kendilerine ve değerlerine en az zarar verecek şekilde sahneden ayrılabilmişlerdir.

Sakal veya bıyığın mı zihni şekillendirdiği, yoksa aksinin mi doğru olduğu sorusu akla gelebilir. Sakal ve bıyık insanoğlunun dünyadaki varlığıyla hemen hemen aynı yaştadır. Hz. Âdem dünyaya teşrif ettiğinde sakal ve bıyığının bulunup bulunmadığı bilgisine sahip değiliz. Ancak dünyaya indiği günün ertesinde sakal ve bıyığının büyümeye başladığı ve bu uzamanın günümüze kadar sürdüğü bir hakikattir. Bundan dolayı insan ile sakal-bıyık arasında ancak günlerle ölçülebilecek bir yaş farkı olduğu söylenebilir. Bu uzun beraberlikleri süresince insanın yegâne ayır edici özelliği olan zihni ile sakal ve bıyığı arasında zoraki bir irtibat olmamış; her ikisi diğerinden ayrık olarak varlığını devam ettirmiştir. Ancak son bin yıl içerisinde aralarında bir etkileşim başlamış, bu temasta kimi zaman zihin, kimi zaman ise sakal-bıyık diğerini etkileyip şekillendirmiştir. Öyle ki, bir ideolojiyi temsil eden sakal veya bıyığı özenti ya da başka sebeplerle kullanmaya başlayan bir kişi, süreç içinde o fikrin militanı haline gelebilmiştir. Yine savunduğu fikriyatı ile sakal ve bıyığı arasında uyumsuzluk bulunan bir kişi, iç dünyasında çelişkiler yaşamış, çevresinde baskılara maruz kalmış, kendini ifadede zorlanmış, nihayetinde ancak sakal ve bıyığını düzelterek bu sorunlardan kurtulabilmiştir.

Sakal ve bıyığın kişilik bulup temsil gücü kazandığı anlardan sonra sahibince kesilip atılması mümkündür. Ancak onlara daha önce muttali olanlar nezdinde sakal ve bıyığın hayali görüntüsü sahibinin simasında her daim varlığını devam ettirir. Bu gölgeden sahibinin rahatsız olması mümkündür. Bu halde iki yol vardır: ya sakal ve bıyığın köklerini daha derinden ve istikrarlı şekilde keserek etraftakileri ikna etmeye çalışmak; ya da onların yetiştiği zeminde başka şekilde yeni bir sakal ve bıyık yeşertmektir. Her iki halde de kişi, önceki sakal ve bıyığına ihanet etmek suçlamasından kurtulamayacak, onların hayaleti sürekli kendisini takip ve rahatsız edecektir.

Binlerce yıllık tecrübe ile doğuda şeklen kemale erip rahata kavuşan sakal ve bıyığın, son birkaç yüzyılda batının felsefe ile karışık zihin tarlalarında yetişen türlü türlü fikir ve ideolojiler nedeniyle huzuru bozulmuştur. Her “izm” kendi şekil ve sembollerini oluşturmuş, bunlarla temsil edilmiş ve rakiplerine saldırmıştır. Her akım beraberinde kendi “berberlerini” de yetiştirmiş ve hatta neredeyse her ideoloji, fikirlerini halka açıklamadan önce bunları berberi ile paylaşmış ve onları kıl ile adeta sakal ve bıyıkta mücessem hale getirme yolunu seçmiş, yeniden yorumlamıştır. Reklam ve propaganda imkânlarının kıt olduğu zamanlarda bu yöntemin etkinliği ve gerekliliği, elde edilen sonuçlara bakılırsa, tartışmasızdır.

Batından yayılan bu akı(n)mlar, sakal ve bıyığı gündelik yaşamının ayrılmaz bir parçası haline getirmiş doğu toplumlarında dalgalanmalara neden olmuştur. Bu dalgalar zaman zaman büyük yıkımlara sebebiyet vermiş ve hala da vermeye devam etmektedir.

Sakal ve bıyıktan kaynaklı “kıldan” sebeplerle hercümerçler yaşayan, savaş ve yıkımlar yaparak kan akıtan, bu uğurda tensel ve tinsel açıdan sayısız şehit ve gazi veren Batı, çözümü sakal ve bıyığı önce “gözden” ve sonrasında ise “yüzden” düşürmekte bulmuştur. Ancak bu Batı’nın artık düşünmediği ve fikir üretmediği anlamına gelmemektedir. Bilakis batılı insan, berberde ve ayna karşısında sakal ve bıyığı üzerinde düzenlemeler yaparak, kafe, cadde ve sokaklarda onları teşhir edip burkarak harcadığı saatlerini de ekleyerek düşünmeye ve üretmeye daha yoğun şekilde devam etmektedir.

İnsanoğlu günümüze kadar sakal ve bıyığın bütün versiyonlarını bir şeye alet edip, adeta kavramsallaştırdığından, yeni nesil kendisini bir acziyet içerisinde bulmuş, bu buhranını akla hayale gelmeyecek sakal ve bıyık şekliyle açığa vurarak rahatlamaya çalışmıştır. Kimi zaman, sakal ve bıyığın ifade gücünün yetersizliği ve tarihi süreçteki yıpranmışlığı nedeniyle yeni nesil, fikir ve düşüncelerini ifade de sakal ve bıyık yerine saçı kullanmayı tercih etmiştir. Bu maceranın sonunu tahmin etmek zor değildir. Giderek yaygınlaşan örneklerden de görülebileceği üzere Batının sakal ve bıyığı keserek ulaştığı “Nirvana’ya” yeni nesil, saçlarını kazıtarak ulaşabilecektir.

Sakal ve bıyığın sunduğu fırsatlardan mahrum, bünyesindeki günahlardan ve hatalardan masum, tehdit ile tehlikelerine karşı mahfuz olanlar sadece ve sadece “köseler”dir. Köselerden kimileri, cehenneme bakarak “arafta” bulunmanın konforunu ve huzurunu yaşarken, kimi nankörler ise cennet ile kıyaslama yaparak konumlarından rahatsızlık duymaktadırlar. Günümüz insanının, yaşadığı tecrübelerden ders çıkartarak sakal ve bıyıklarından kurtulma adına harcadıkları zaman ve paranın miktarı gözönüne alındığında, köselerin doğuştan sahip oldukları “zenginliğin” farkında olmamaları, kendi adlarına ne büyük bir talihsizliktir. 

Sakal-bıyık çeşitleri arasında yaşanan rekabet ve kavgada kazanan genellikle, temsil ettikleri fikriyatın ya da ideolojilerin omurgasının sağlam olanı değil, iktidara yakın olan ve onun sunduğu imkânlardan faydalanan cenah olmuştur. Kavganın sonunda sakal ve bıyıklardan biri saray ya da mecliste temsil edilip kutsanır ve adlarına marşlar yazılıp methiyeler düzülürken, diğerlerinin nasibine kesilip doğranmak, sefalet ve hapis düşer. Mağlup olan sakal ve bıyığın taliplileri giderek azalır, an gelir sadakatli bir avuç entel-dantel dışında hatırlayanı kalmaz. Berberler bile unutur şekillerini; kataloglarından çıkartırlar sitillerini. Bir zaman gelir nostalji olur.

 

 

SAKAL ve BIYIK SAHTEKÂRLIĞI yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/sakal-ve-biyik-sahtekarligi/feed/ 0
Rejimin Militan Yargısı -3- https://hukukpenceresi.com/rejimin-militan-yargisi-3/ https://hukukpenceresi.com/rejimin-militan-yargisi-3/#respond Sat, 25 Jun 2022 22:43:44 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=8350 Siyasi iktidar, 17/25 Aralık sonrasında TBMM’deki gücünü kötüye kullanmak suretiyle Anayasaya aykırı olarak çıkardığı yasalar (başta HSYK Kanunu) ve Yargıda Birlik üyesi hâkim ve C. Savcılar eli ile millet iradesi yok sayılmış, hukuk devletinin ve demokrasinin temel dayanağı olan kuvvetler ayrılığı ilkesi, kuvvetler birliğine dönüştürülmüştür. İktidarı frenleyen ve dengeleyen mekanizmalar yok edilmiş, yargı bağımsızlık ve […]

Rejimin Militan Yargısı -3- yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Siyasi iktidar, 17/25 Aralık sonrasında TBMM’deki gücünü kötüye kullanmak suretiyle Anayasaya aykırı olarak çıkardığı yasalar (başta HSYK Kanunu) ve Yargıda Birlik üyesi hâkim ve C. Savcılar eli ile millet iradesi yok sayılmış, hukuk devletinin ve demokrasinin temel dayanağı olan kuvvetler ayrılığı ilkesi, kuvvetler birliğine dönüştürülmüştür. İktidarı frenleyen ve dengeleyen mekanizmalar yok edilmiş, yargı bağımsızlık ve tarafsızlığı ortadan kaldırılmış, hâkim ve C. Savcıları yürütme organlarına bağlı hale getirilmiştir. Böylece siyasiler ve güdümlerindeki militan yargı mensuplarının ortak tutumlarıyla, demokratik Anayasal düzene çok büyük bir darbe vurulmuştur. Montesquieu’nun öngörüsüne uygun olarak, yasama ve yürütme ülkemizde iktidarın elinde toplandığı için yürütme ile birlikte yargı da zorbalaşmıştır.

Oysa Eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’a göre bir yargıç, iktidara, basına, kamuoyuna, diğer yargıçlara ve hatta kendisine karşı bağımsız olmadığı sürece adaletin tesis edilmesi mümkün değildir. Merhum Başbakan Adnan Menderes ve arkadaşlarının asılması kararını veren Yassıada Mahkemesi Başkanı Salim Başol’un “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” dediği gibi zamanın militan yargı mensupları da adeta siyasi iktidarın kendilerinden siyasi sanıkların mahkûm edilmelerini istediğini ve kendilerinin de bunu (memnuniyetle veya mecburen) yaptıkları izlenimini veriyorlar.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlar Bürosu Savcısı Serdar Coşkun’un imzası bulunan belge 16 Temmuz 2016’da saat 01:00 düzenlenen tutanak incelendiğinde, o gece henüz gerçekleşmemiş hadiselerin saatler öncesinde bu tutanağa yazıldığı ve soruşturmanın da bu tutanak üzerine başlatılmış olduğu anlaşılıyor. Yine Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından sözde FETÖ soruşturması alelacele tamamlanmış ve bu yapıyı bir bütün halinde ele alan çatı iddianamesinin 15 Temmuz darbe girişiminden bir gün önce mahkemeye sunulmuş olması çok manidardır. Bu olgular, kontrollü darbe teşebbüsünde bulunan bir kısım hain askerler ile militan yargı mensuplarının koordineli hareket ettikleri ve aynı merkezden bir plana göre yönetildikleri kanaatini pekiştiriyor.

Militan hâkim ve C. Savcıların ihlal ettikleri hukuk kuralları saymakla bitmez ama bazılarını ana başlıklar halinde sıralayacak olursak: İspat yükümünün sanığa yüklenmesi, kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesinin ihlali (Yasal ve rutin faaliyetlerin örgütsel bir yönü olmadığı halde bu eylemlerin örgüt üyeliğine gerekçe yapılması), Suçta “kanunilik ve belirlilik ” ilkesinin göz ardı edildiği (Bank Asya’ya para yatırılması ve Bylock kullanımı vb.), Suç unsurlarının (özellikle manevi unsurun hiçbir yargılamada) oluşup oluşmadığı tartışılmadan kamu davaları açılması ve mahkumiyet kararları verilmesi, Bir eylemin terör suçunu teşkil edip etmediğinin ancak kesinleşmiş yargı kararı ile tespit edilmesi ilkesi, kanuna aykırı delillere dayanarak davalar açılması, savunma hakkının kısıtlanması ve hatta yok edilmesi ( binlerce avukat müvekkillerinin suçlarından dolayı tutuklanması vb.), maddi gerçeğin açığa çıkarılmasına yönelik etkin soruşturma yapılmaması (15 Temmuzdaki maktullerden çıkarılan mermiler üzerinde balistik inceleme yapılmaması vb.), sanıklar lehine olan delillerin toplanmaması, şüphelilerin kimlik ve resimlerinin medyaya servis yapılarak masumiyet (suçsuzluk) karinesi ilkesinin ihlali ve peşin hükümlülük algısı yaratılması, şüphelilerin işkence, tehdit ve şantajla etkin pişmanlığa zorlanması, soruşturmaları savcı yerine istihbarat ve kolluk görevlilerince yapılması, soruşturma sürecinin ihbar ve gizli tanık beyanlarına dayanması vb.

Ülkemiz mer’i hukuk düzenine göre yargıç ve savcılar, ceza yasalarının metinleriyle bağlıdırlar ve esasen yasaları hukuk yargıçları gibi yorumlayamazlar. Yani yorum yetkileri yoktur. Suçta ve cezada kanunilik ilkesi, bireylerin hak ve özgürlüklerinin korunmasının teminatıdır. Bu ilke yargıçların cezalandırma yetkisini sınırsız ve keyfi bir biçimde kullanmasını önleyerek bireye devlet müdahalesine karşı güvence sağlamak için ihdas edilmesine karşın, zamanın militanlaşan yargıçları intikam saikiyle hareket ediyorlar, yüzbinleri bulan bir sanık grubuna karşı düşman hukukunu uyguluyorlar. Suç ve ceza filozofu olan Beccaria’nın “Suçlar ve Cezalar Hakkında” adlı eserinde belirtiğinin aksine bu yargıçlar, nesnel mantıkla hareket etmeyip, kendi görüş, inanç ve duygularına karşı bağımlı ve yanlı karar vermeyi yargılama zannediyorlar.
Türkiye, Avrupa Konseyi ve İnsan Hakları Mahkemesi’nin yetkisini kabul etmiştir. Ülkemiz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin bir tarafıdır ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin zorunlu yargı yetkisine uymayı 28 Ocak 1990’da taahhüt etmiştir. Ayrıca Anayasa’nın 90’ıncı maddesinin son fıkrasına göre de bu kararların diğer mer’i yasalara göre daha öncelikli bir bağlayıcılığı var. Türkiye’nin AİHM kararlarını uygulamamak gibi bir hakkı ve yetkisi olmamasına rağmen kritik birçok yargılamada uygulanmadığına tanık oluyoruz. Muhreç Anayasa Mahkemesi üyeleri, sözde FETÖ sanıkları, Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş hakkındaki AİHM kararlarının uygulanmamasını örnek verebiliriz. Kimisi din, kimisi para veya kimisi de dünyevi bir haz adına köleleşmeyi kabul ederek mankurtlaşan bu tip yargı mensupları, efendilerinden aldıkları hukuk dışı talimatlara uymak suretiyle yerleşik evrensel hukuk pratiğini çiğnemekten çekinmemişlerdir.

 

Yazı serisinin önceki bölümleri:

 

Rejimin Militan Yargısı-1

Rejimin Militan Yargısı-2

Rejimin Militan Yargısı -3- yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/rejimin-militan-yargisi-3/feed/ 0
CEZAEVİNDE ŞİİRİN ZAMAN VE MEKÂN ÖTESİ ETKİSİ https://hukukpenceresi.com/cezaevinde-siirin-zaman-ve-mekan-otesi-etkisi/ https://hukukpenceresi.com/cezaevinde-siirin-zaman-ve-mekan-otesi-etkisi/#respond Wed, 16 Mar 2022 00:05:00 +0000 https://hukukpenceresi.com/cezaevinde-siirin-zaman-ve-mekan-otesi-etkisi/   Not: Bu yazı 12.1.2017 Perşembe günü, yazar, Silivri Ceza İnfaz Kurumunda tutsak iken kaleme alınmıştır. Anlatamıyorum Ağlasam sesimi duyar mısınız, Mısralarımda; Dokunabilir misiniz, Gözyaşlarıma, ellerinizle? Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu Bu derde düşmeden önce Bir yer var; biliyorum; Her şeyi söylemek mümkün; Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; Anlatamıyorum. Her şiir, okunduğu zaman ve […]

CEZAEVİNDE ŞİİRİN ZAMAN VE MEKÂN ÖTESİ ETKİSİ yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
 

Not: Bu yazı 12.1.2017 Perşembe günü,
yazar, Silivri Ceza İnfaz Kurumunda
tutsak iken kaleme alınmıştır.

Anlatamıyorum

Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?

Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce

Bir yer var; biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.

Her şiir, okunduğu zaman ve mekân ile okuyanın hislerine bağlı olarak farklı şekillerde anlam kazanır ve ruhta tadımlanır.

Orhan Veli’nin bu şiirini, cezaevinde, koğuşta, kendimle baş başa kaldığım bir anda, ümit beklediğim kapıların ardı ardına yüzüme kapatıldığı bir ortamda okudum. Şiirin, sanki benim duygularıma tercüman olması için yazılmış olduğu hissine kapıldım. Yıllar öncesinde Veli, zamanda yolculuk yaparak hücreme girmiş, bakışlarıyla zahir ve batınıma nüfuz ederek, mısralarında beni tasvir etmiş sanki.

İçinde bulunduğum(uz) hal ve şartları sözlerle izaha kalkışmak beyhude bir uğraştan öteye gitmiyor. Zira akla gelecek tüm izah yollarına hendekler kazılmış, tuzaklar kurulmuş; bütün yollar envaı çeşit pisliklerle kirletilmiş. Derdimi anlatamamam için her nesep ve meşrebe hitap eden, onları korkutup uzaklaştıracak büyüler ve sihirler yapılmış. Böylesi ortamda sadece ben değil, herkes anın veya geleceğin mağdurudur.

Her kişi ve grup, vücut kazandığı andan itibaren içinde barındırıp gizlediği, ötelediği, ancak besleyip büyütmekten de geri durmadığı zaaflarının, korkularının, kininin, nefretinin ve önyargılarının kurbanı olmuş vaziyette. Zira hemen hepsi, zahiren dillendirdiği ve peşinden koştuğunu, mücadele ettiğini deklare ettiği “ilkelerin” ve “gerçeklerin” çok uzağındalar.

Duygu ve hislerin egemen olduğu bir bünyede, akıl ancak bunların kölesi, dalkavuğu ve meşrulaştırıcısı haline dönüşür. Rehber ve önder olması gereken aklın köleleşmesi ve köpekleşmesi, onu taşıyan bedenin kısa zamanda çürüyüp, sonrasında yok olacağının en büyük habercisidir.

Cezaevi ortamında “şarkılar” ve “şiirler”,  aklın ördüğü ağları delerek veya duvarları aşarak doğrudan ruha ve oradan vicdana ulaşabilme yeteneklerinden dolayı dert anlatma ve anlamlandırmada öteki vasıtalardan daha tesirlidirler. Zira onların sahip olduğu güç zaman ve mekân üstüdür. Sihri ve büyüleri çok öncelerden gelip öteleri etkileyip değiştirebilir. Bu güç ve kudretleri, insanlığın üzüntülerini, mutluluklarını ve umutlarını damıtıp söz ve mısralarında formüle ederek geleceğe taşıma yeteneklerinden kaynaklıdır. Bugünlerde yaşadığımız, bireysel ve toplumsal her sorunun sebeplerini ve çarelerini şarkılarda ve şiirlerde bulabilmemizin sebebi ondandır belki.

Şairler, tılsımlarını kelime ve satırları arasına şifreleyerek, onlara dokunanları etkileyip dönüştürme potansiyeline sahip, zaman ve mekân ötesine tesir edebilen büyücü veya sihirbazlardır. Yine her şair bir tür “simyacıdır”; o, sihirli formülü bulup mısralarında kullanmış, mısralarıyla insana zenginlik katıp yol göstermiş, yudumlayanları dönüştürmüştür.

Duygularıma tercüman olan ve içimi rahatlatan Orhan Veli’ye ve onun şahsında hakiki tüm şairlere sonsuz minnet ve şükranlarımı sunuyorum.

CEZAEVİNDE ŞİİRİN ZAMAN VE MEKÂN ÖTESİ ETKİSİ yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/cezaevinde-siirin-zaman-ve-mekan-otesi-etkisi/feed/ 0
Hâkimin Siyaseti Adalete İhanetidir https://hukukpenceresi.com/hakimin-siyaseti-adalete-ihanetidir/ https://hukukpenceresi.com/hakimin-siyaseti-adalete-ihanetidir/#respond Fri, 18 Sep 2020 23:05:21 +0000 https://hukukpenceresi.com/hakimin-siyaseti-adalete-ihanetidir/ Hukukçu olma erdemi peşinde koşmayan, bu şerefi yegâne makam olarak telakki etmeyen, görevinin yüklediği sorumlulukların idrakinde olmayan bir hâkim, adliye içinde kendini yabancı hisseder, orayı kendi evi ve mülkü gibi görmez. Sürekli bir korku ve endişe duygusu içinde kıvranır durur; tedirgindir. Varlığını ikame ve idame ettirmek adına, kendini yaratan ilke ve değerlere sıkıca sarılmak yerine, […]

Hâkimin Siyaseti Adalete İhanetidir yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>

Hukukçu olma erdemi peşinde koşmayan, bu şerefi yegâne makam olarak telakki etmeyen, görevinin yüklediği sorumlulukların idrakinde olmayan bir hâkim, adliye içinde kendini yabancı hisseder, orayı kendi evi ve mülkü gibi görmez. Sürekli bir korku ve endişe duygusu içinde kıvranır durur; tedirgindir. Varlığını ikame ve idame ettirmek adına, kendini yaratan ilke ve değerlere sıkıca sarılmak yerine, gözünü dışarılarda gezdirir, gönül kapısını başka duygu ve düşüncelere açar. Böyle bir ruh ve bedene sahip bünyede “Adalet Tanrıçası’nın” ilanihaye kalacağını düşünmek safdillik olur. Zira O, ilahi aşkı temsil eder; kendine şirk koşulduğunda, ikinci plana itildiğini anladığı anda, barındığı bünyeyi sessizce terkedir. Adalet Tanrıçası’nın terk ettiği kalp ve ruh sahibi bir hâkim ölüdür artık; görevde bulunduğu sürece yapacağı tek şey canlı taklidi yapmak, rol kesmektir.

Ne kadar gerçekçi gözükürse gözüksün izleyiciler, sahnede (kürsüde) bulunan kişinin “gerçek” bir hâkim olmadığını bilir; ancak konumları icabı ve ortam gereği onlarda bu oyuna dâhil olup kendi rollerini oynarlar ve taklitçi hâkimi kerhen alkışlamak zorunda kalırlar.

Gönlü ve gözü adliye dışında olan hâkimin, hukukçu kimliğinin ve kişiliğinin zarar görmesi mukadderdir.

Gerçek bir hukukçu olmayı gaye edinen bir hâkimin tek amacı vardır: adaletle hükmetmek. Adaleti tesis, hâkimin varlık nedeni ve gelecekte var olmasının da teminatıdır. Sahip olduğu olanakları ve yetkileri, bu yolda yürüyen hâkimin tek dostu olduğu gibi, bunlar aynı zamanda onun en azılı düşmanlarıdır. Şekerin bal arılarını kendisine çekmesi misali, hâkimin sahip olduğu iktidar da adliye dışında kümelenmiş adalete düşman kişi ve grupları kendisine çeker. Bunlar sürekli olarak adliyenin etrafında pervane gibi döner ve içerisine nüfuz etme olanaklarını gözetlerler. Bunun için her daim açık kapı veya pencerenin olup olmadığını araştırırlar. Sistemi ve kurgusu nedeniyle adliyenin kapı ve pencere kilitlerinin dışarıdan açılması olanaksızdır. Adliye içerisine nüfuz etmenin tek yolu kilitlerin içeriden açılmasıdır.

Adliye içinde güvenli bir hayat süren; orada değerli, özel ve güzel olan hâkime ulaşmak, ona dokunmak, var olan zenginlik ve değerlerinden faydalanmak iki ihtimalde mümkündür: hâkim ya anahtarı ile kapısını açarak dışardakileri içeri alacak, ya da kendisi adliye dışına çıkarak başkalarına katılacaktır. Her iki durumun da ortak neticeleri, hâkimin büyüsünün bozulması, elinde tuttuğu adalet terazisinin dengesini yitirmesi, “tanrısal” bir pozisyonda bulunan hâkimin insanileşmesi, yani zaaf ve eksiklikleriyle fanileşmesidir.

Hâkim, kendini adliyeye zincirlemiş, kapı ve pencerelerini dış dünyaya kilitlemiş, anahtarları elinde, cübbesine sarılmış gönüllü bir mahkûmdur. Hâkim, Adalet Tanrıçasının kulu, kölesi ve hizmetkârı; bu Tanrı’nın yeryüzündeki tecellisi, varlığının insanlar nezdindeki biricik delilidir.

Hâkime ulaşmak için adliyeye girmek ve/ya onu adliye dışına çıkarmak isteyenler, ona türlü türlü vaatte bulunup onu etkilemeye, kandırmaya gayret ederler. Bu yöntem işe yaramadığı takdirde, korkutmaya, ürkütmeye veya endişeye sevk etmeye yönelirler. Bu kişiler, hâkimin her eylem ve söyleminde onu ele geçirecek açıklık bulmaya çalışırlar. Hâkimin tespit edilen her yanlışı ve zaafı, kötü niyetlilerce adliye surlarında oluşturulan bir deliktir adeta. Oradan saldırarak zapt etmeye çalışırlar “adalet kalesini”; esir ederler bekçisi olan hâkimini.

Hâkimin siyaseti, adalete karşı yapacağı en ağır ihanetidir. Doğrudan veya dolaylı olarak siyasete temas bir hâkimi başkalaştırır, dönüştürür. Siyaset, onun vicdan aynasını kirletir veya görüntü odak noktasını etkiler. Siyasete bulaşan hâkimin vicdan aynası ya gerçekleri olduğu gibi tam ve eksiksiz şekilde göstermez, ya da olduğundan farklı aksettirir. Her iki ihtimal de gerçek zarar görür; ilkinde yaralanır, ikincisinde ise can verir.

Siyasetin S’sinden bile bihaber olması gereken hâkimin, böylesi bir alçalış ve kaybının temelinde onun bir tür cehaleti yatar. Mutsuzluğu, huzursuzluğu, tedirginliği, iç sıkıntısı cehaletten kaynaklı ihanetinin sadece cüzi bir gelir vergisidir. Kalabalıkların, siyaset uğraşısı nedeniyle alkışladığı hâkim, ne kadar sefil olduğunun farkında değildir. Kalabalıktan yükselen her alkış hâkimin ölüm fermanı, her ses ise bu fermanın ilanıdır.

Hâkimin Siyaseti Adalete İhanetidir yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/hakimin-siyaseti-adalete-ihanetidir/feed/ 0
Zorla Kaybederek “Çeteleşen” Bir Devlet: Türkiye https://hukukpenceresi.com/zorla-kaybederek-cetelesen-bir-devlet-turkiye/ https://hukukpenceresi.com/zorla-kaybederek-cetelesen-bir-devlet-turkiye/#respond Tue, 01 Sep 2020 00:10:04 +0000 https://hukukpenceresi.com/zorla-kaybederek-cetelesen-bir-devlet-turkiye/ Zorla kaybetme, “kişilerin, devlet adına görev yapan veya devletin yetkilendirmesi, desteği veya bilgisi dahilinde hareket eden kişiler veya gruplar tarafından tutuklanması, gözaltına alınması, kaçırılması veya başka herhangi bir biçimde özgürlüğünden yoksun bırakılmasını takiben kaybolan kişinin özgürlüğünden yoksun bırakıldığının veya bulunduğu yerin ya da akıbetinin gizlendiğinin reddedilmesini ve böylece yasa koruması dışında bırakılmasını” ifade eder. Bu […]

Zorla Kaybederek “Çeteleşen” Bir Devlet: Türkiye yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Zorla kaybetme, “kişilerin, devlet adına görev yapan veya devletin yetkilendirmesi, desteği veya bilgisi dahilinde hareket eden kişiler veya gruplar tarafından tutuklanması, gözaltına alınması, kaçırılması veya başka herhangi bir biçimde özgürlüğünden yoksun bırakılmasını takiben kaybolan kişinin özgürlüğünden yoksun bırakıldığının veya bulunduğu yerin ya da akıbetinin gizlendiğinin reddedilmesini ve böylece yasa koruması dışında bırakılmasını” ifade eder. Bu tanım Birleşmiş Milletler tarafından yapılmıştır.

Bir devletin, kendi hakimiyeti içerisinde yaşayan insanları kaçırması, kaçırmaları sorgulamaması, kaçıranları koruması ve hatta ödüllendirmesi kendini var eden düşünceyi inkar etmesi anlamına gelir. Böylesi uygulamaların sayısının artması ve yaygınlaşması süreç içerisinde devletin yok olması ile sonuçlanacaktır.

Zorla kaybetmelerle tanınan bir sistem gerçekte “devlet” olarak değil, yozlaşmış bir “suç örgütü” olarak adlandırılmayı hak eder. Zira devlet fikrinin ve sisteminin temelinde kişileri kaçıran, onlara işkence eden veya onları öldüren bir düşünce yoktur.

Devlet fikrinin ve sisteminin nasıl oluşturulduğu konusunda en bilinen görüş J.J.Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi fikridir. Buna göre insanlar önceleri birbirlerinden uzak yerlerde, aralarında sıkı ve sürekli bir etkileşim kurmadan, küçük gruplar halinde yaşıyorlardı. Güvenliklerini kendileri sağlıyor ve sorunlarını aralarında çözüyorlardı.

Gerek nüfusun artması, gerek güvenlik gereksinimi ve gerekse sosyal ihtiyaçlar nedeniyle gruplar aralarında daha sıkı ilişkiler geliştirdiler. Kurulan her ilişki farklı problemlere de kaynaklık etti. Daha kalabalık ve daha ağır silaha sahip kişi ve grupların “haklı” çıktığı bir ortam oluştu. İnsanlar tarihsel süreç içerisinde yaşadıkları tecrübeler ışığında, güvenli, müreffeh ve öngörülebilir bir yaşam adına, birey ve grupların üzerinde, tüm “toplumun” yararını gözeten bir sistem kurmaya ihtaç duydular. Bunun günümüzdeki adı “devlet”dir. Kişi ve gruplar oluşturdukları bu devlet lehine fedakarlıkta bulunarak silahlarını devlet’in güvenlik görevlilerine teslim ettiler. Devlet nezdinde mahkemeler kuruldu ve bireyler sorunlarının çözümünü buraya havale ettiler. Devletin faaliyetlerini yürütmesi için kazançlarından ona “vergi” ödediler.

Bugün devletin polis ve askerinin taşıdığı silahlar, bizim kendi rızamızla, bizi koruması adına “emaneten” verdiklerimizdir.

Devletin sistematiği içerisinde çalışan mahkemeler, sorunlarımızı çözmesi için irademizi teslim ettiğimiz kurumlardır.

Eğer devlet insanlarının yaşam hakkını güvence altına alamıyorsa, onlara işkence yapıyorsa veya sorunları hakkaniyetli şekilde çözemiyorsa, bu durumda her bireyin ona verdiği silahları geri alarak kendi hakkını savunma ve mahkemelerini tanımayarak sorunlarını halletme hakkı doğar. Bu durum devletin yok olması, anarşik bir düzenin doğması anlamına gelecektir.

Türkiye, anayasası ve yasaları olan ve uluslararası anlamda tanınan bir devlettir. Ancak bu sistemin “toplum sözleşmesi” ışığında bir devlet olup olmadığı tartışmalıdır. Zira son yüzyıl içerisinde ortaya koyduğu uygulamalar incelendiğinde sürekli krizler yaratan, halklarını ayrıştıran ve birbiriyle çatıştıran, çıkan sorunları adil şekilde çözmeyen, her daim toplumun bir kesimini düşmanlaştırarak ona savaş açan bir yapılanma ile karşı karşıyayız. Bu yapılanmanın en çok başvurduğu yöntemlerden birisi maalesef işkence ve kötü muameledir. Gerçekte ortada var olan şey kendisine muhalif gördüğü kişi ve grupları kendi ajanları ile yok eden, onları kaçıran veya tehdit eden bir “örgüt”tür.

İletişim olanaklarının sınırlı olduğu 1990’lı yıllar ve öncesinde işkence, kötü muamele ve adam kaçırma eylemlerini “sümenaltı” etmekte mahir olan Türk devleti, sonraları “örgütsel” faaliyetlerini daha cüretkar şekilde yapmaya başladı. Önceden beyaz Toros’larla yaptığı insanlığa karşı suç eylemlerini 2016’dan sonra siyah Transporter”larla yapmaya başladı. Zihinsel olarak insanlığın emekleme döneminde yer alan bu “devlet”, işkence ve kötü muamelelerini icra etmekte bilimin ve teknolojinin imkanlarını sonuna kadar kullanmaktan geri kalmadı.

Böylesi bir devletin BM’nin 2006 yılında kabul ettiği Herkesin Zorla Kayıp Edilmeye Karşı Korunmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme’ye taraf olması kendisiyle çelişki oluştururdu. Türkiye’nin bu Sözleşmeyi imzalamaması hakiki karakterini ortaya koyması açısından ibretliktir.

Bir ülkede zorla kaçırmalar sıradanlaşmışsa, işkenceler ve kötü muamelelere ağır tepkiler gösterilmiyorsa eğer, ülkeyi yönetenlerin, siyasetçilerin, sivil toplum örgütlerinin, medyasının ve aydın kesiminin de bu insanlık suçuna bir şekilde ortak olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Halkı ikaz ederek uyandırmak yükümlülüğününü sırtında taşıyan bu kesimlerin sessizliği ve hareketsizliği, işlenen bu tür suçlara iştirak eden halkın, bilincinde olmasa dahi dolaylı şekilde kendisinin de mağdur olmasının gerekçesidir.

Zorla kaybedilen her birey ile birlikte, bu kaybetmeye karışan ve/ya ona göz yuman devlet de parça parça yok olmaya başlar. Kaybeden sadece devlet olmaz; namusunu, parasını, geleceğini ve tüm zenginliklerini devlete “emanet” eden insanlar da kaybetmeye başlar. Eğer toplumun geneli bunun farkında olsaydı, kendini koruma içgüdüsüyle hareket edecek ve her zorla kaybetme olayı sonrasında buna doğrudan veya dolaylı olarak katılan tüm devlet “ajanlarına” hakettiği cezayı verecekti.

Osmanlı’nın bakiyesi bir çoğrafya ve kültür üzerine kurulan Türkiye, bir çok kurumunu inkar etmesine rağmen maalesef eskinin zorla kaybetme geleneğini devralarak kendisine bir yol ve yöntem olarak kullanmaktan geri kalmadı. Süreç içerisinde tek parti tarafından “rejim” muhaliflerine reva görülen bu uygulamalar sonrasında Rumlara, Ermenilere, Yahudilere, Kürtlere, komunistlere, sağcılara, solculara, milliyetçilere ve muhafazakarlara karşı da kullanıldı. Bu yönüyle Türkiye, sanki kurulduğu günden bu yana, kendinin bir devlet olmadığını bir çete olduğunu ispatlama gayreti içinde oldu. Kendini yönetenlerin rengi, ırkı ve ideolojisi değişmesine rağmen işkence ve kötü muamele gibi yöntemlerine hep sadık kaldı.

Türkiye bu güne kadar devlet olamadı. Gelecekte, bizlerin hak ve özgürlüklerini güvence altına alan, müreffeh ve mutlu şekilde yaşamamızı sürdürebileceğimiz bir ülke haline gelip gelmeyeceği Türkiye’nin zorla kaçırmalar ve bunun altında yatan düşünce ile hesaplaşmasına bağlıdır. Bu hesaplaşmayı sadece devlet değil, hepimiz yapmak zorundayız. Ancak bu şekilde bilinçlenen ve ona göre şekillenecek bir toplum “devlet”i kontrol edip, onu faydalı bir araç haline dönüştürebilir.

Zorla Kaybederek “Çeteleşen” Bir Devlet: Türkiye yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/zorla-kaybederek-cetelesen-bir-devlet-turkiye/feed/ 0
YARGININ “ÜÇ HAL YASASI” https://hukukpenceresi.com/yarginin-uc-hal-yasasi-2/ https://hukukpenceresi.com/yarginin-uc-hal-yasasi-2/#respond Sun, 09 Aug 2020 09:48:30 +0000 https://hukukpenceresi.com/yarginin-uc-hal-yasasi-2/ Yargının “Üç Hal” Yasası Fransız sosyolog Augoste Comte’un bilimin gelişimini üç aşamada tamamlayacağını savunduğu görüşüne, bilimin “üç hal yasası” adı verilir. Bunlar sırasıyla teolojik, metafizik ve pozitivist safhalardır. Comte’ye göre ilk safha olan teolojik aşamada tüm olaylar tanrısal güçlerle açıklanır. Her bilim böylesi bir aşamadan geçmiştir. Metafizik evrede ise meseleler soyut güçlerle izah edilmeye başlanmıştır. […]

YARGININ “ÜÇ HAL YASASI” yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>

Yargının “Üç Hal” Yasası

Fransız sosyolog Augoste Comte’un bilimin gelişimini üç aşamada tamamlayacağını savunduğu görüşüne, bilimin “üç hal yasası” adı verilir. Bunlar sırasıyla teolojik, metafizik ve pozitivist safhalardır. Comte’ye göre ilk safha olan teolojik aşamada tüm olaylar tanrısal güçlerle açıklanır. Her bilim böylesi bir aşamadan geçmiştir. Metafizik evrede ise meseleler soyut güçlerle izah edilmeye başlanmıştır. Olaylar genel, belirsiz ve saf entelektüel izahlara dayanılarak temellendirilir ve yine bu bağlamda tespitler ve çözümler önerilir. Üçüncü ve nihai aşama olan pozitivist dönem, olayların sebep-sonuç zemininde aralarındaki ilişki ve yasalar tespit edilerek izah edilip ortaya konduğu evredir. Düşünüre göre sosyal bilimler hâlihazırda teolojik veya metafizik seviyede olup, henüz pozitivist döneme erişememişlerdir.

Comte’un bu yaklaşımından esinlenerek, yargı sistemimizi “üç hal yasası” çerçevesinde tartmak ve yargımızın hangi dönemde bulunduğuna dair değerlendirmelerde bulunmak istiyorum.

Yargı sistemleri Batı’da, 1789 Fransız Devrimi ile “teolojik dönemin” surlarını yıkmış ve “metafizik” aşamaya geçerek, eskinin temelleri üzerine, temel hak ve özgürlükleri güce ve keyfiliğe karşı güvence altına alan, tüm kurumları ile devleti bu amaç doğrultusunda organize eden, verilen yetki ile doğru orantılı şekilde sahiplerine dünyevi mesuliyet yükleyip bunun hesabını sorabilen bir hukuk külliyatı/kültürü ihdas edebilmiştir.

Hukukun “ölümlü tanrıları” olan insanlar, kelimelerle formüle edip tanımlarıyla olgunlaştırdıkları soyut kavramlarla ve istikrarlı uygulamalarıyla “metafizik” hukuku yaratmışlardır. Uluslararası hukuk metinleri, hukuk teorileri, AİHM gibi yargı birimlerince üretilen kavram ve kurumlar ile genel olarak kabul gören hukukun ilke ve usulleri hukukun geldiği seviyeyi gösteren önemli deliller ve belirtilerdir. Comte’un tasvir ve idealize ettiği şekliyle günümüz hukukunun metafizik seviyede önemli aşamalar kaydettiği, kimi “pozitivist” gereklilikleri karşıladığı iddia edilebilirse de, “pozitivist” döneme tamamen eriştiği söylenemez. Mahiyeti itibariyle hukuk biliminin “pozitivist” seviyeye ulaşması mümkün olmayan bir idealdir.

Türk hukuk öğreti ve uygulaması şeklen “pozitivist” seviyeyi çoktan aşmış görünmekle beraber, fiilen “teolojik” aşamaya dahi erişememiş, keyfiliğin hüküm sürdüğü, güce göre şekillenen, kişi ve gruplara göre algılanış ve uygulaması tamamen değişen, “anarşik” bir hal arzetmektedir.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde, temel dayanaklarını şeri hukukta bulan, tali kısımlarını ise örfi hukuk ile tamamlayan yargı sistemimiz, son iki asırda yapılan inkılap ve devrimlerle, daha iyisinin yapılacağı öngörüsü ya da bahanesiyle, önce “ilahi” kökenlerinden koparılarak laikleştirilip “dünyevileştirilmiş”, daha sonrasında iktidarı elde eden her grup kendi ideolojisine göre yargıya şekil ve yön verme gayretine girmiş, bunu yaparken herhangi bir ayrım yapmaksızın geçmişe dair yargının bütün teamüllerini, içtihatlarını ve kavramlarını ya yıkmış, ya fiilen uygulamamış veya içlerini tamamen boşaltarak etkisizleştirmiştir. Yapılan bu yıkım hukuk adamlarının gözü önünde, onlardan destek alarak, onların meşrulaştırıcı fikirleri eşliğinde ve çoğu kez bizatihi hukukçular eliyle yapılmıştır. Bu imha hareketleri, zamanın sivil toplum örgütleri tarafından adeta bir bayram havası eşliğinde alkışlanıp kutsanmış, yaşanan bu şölen havası yazılı, görsel veya sesli medya organları eliyle tüm hanelere yaygınlaştırılmış ve onlarla paylaşılmıştır.

Yargımız, bilimlerin ve dolaylı olarak insanların “ilkel dönemlerini” anımsatır tarzda “kaotik” bir seviyeyi tecrübe etmektedir. Son iki yüzyıldır yaptığı hamlelerle Türk yargısı zamanda ileriye değil, insanlık tarihinin başlangıç noktasına, yani geriye doğru üzücü ve telafisi zor bir mesafe almıştır. Uygulayıcılarının söz ve eylemlerinde, mahkeme kararlarında, akademisyenlerinin demagojiden ileri gitmeyen fikirlerinde vücut bulup görünür hale gelen “hukuk seviyesi” içler acısıdır.

Hâlihazırdaki hukukumuzun temelinde ne “tanrı” kaynaklı vahiyler ve ne de akla, mantığa ve vicdana dayalı “insani” ilkeler vardır. Temellerinde kin, düşmanlık, nefret, öç alma gibi “ilkel” hırslar yatmaktadır. Bu duyguların egemen olduğu bir ortamda haktan, hukuktan ve adaletten bahsedilemez. Yargımızın ve temsilcilerinin yegâne amacı hayatta kalmak, kendileri dışındaki her şeye ve değere husumet beslemek, içindekileri ile birlikte tüm dünyayı sahiplenmek ve kendilerine hizmetkâr kılmaktır. Bir bütün olarak yargı sistemi ile hukuki kural ve kaideler böylesi bir hedefe ulaşmak için kullanılan adiyattan “araçlar” seviyesine indirgenmiştir.

Hukukun teolojik dönemi kaynağında tek bir “tanrı” vardı. Semavi dinlerin tanrısı ortaktı ve kaynakları temel konularda benzer vahiylere dayanmaktaydı. Bu aşamayı tecrübe eden yargı sistemimizin de kaynakları bir seviyede öngörülebilir idi. Yargımız sahip olduğu bu aşamayı dahi yitireli çok oldu. Yargımızın güncel yaşamında, siyasiler ve onların temsil ettiği ideolojiler sayısınca “tanrıları” var artık. Her tanrının “vahiyleri” birbirine zıt ve düşman.

Nevzuhur yerli ve milli yargı sistemimiz, iktidarda bulunan ideolojinin etkisiyle “muhafazakâr” refleksler sergilemektedir. Meri mevzuatı uygular gözüken günümüz hâkimleri kararlarını, benliklerinin derinliklerinde gizli “İslamî” ilkeler ile uyumlu şekilde verme yarışındalar. Laik hukuk sistemi içerisinde “şeri hukuka” hayat verme gayreti içerisinde bulunan “becerikli hukukçularımız”, yürürlükte bulunan kanun maddelerinin kendi “ideolojik” menfaatlerine ters düşen kısımlarını gözardı etmekte bir sakınca görmeyip maslahata uygun bir yol izleyerek takiyye yapmaktadırlar.

Bu haliyle yargımız “metafizik hukuk” görünümlü, bünyesinde zaman zaman “teolojik” hukuku var etmeye çalışan, ikisi arasında geliş-gidişler yaşayan, ancak bunu “ilahi” bir gaye adına değil, “beşeri” hırslar uğruna icra eden, çift karakterli, hakiki kişiliği ve karakteri olmayan, anlık gelişmelerin girdabında sürekli sağa-sola savrulan, takip ettiği bir çizgisi ve geçmişten getirdiği zihni birikimi bulunmayan, sahtekâr ve riyakâr bir şahsiyeti andırmaktadır.

Yargımızın “pozitivist” aşamaya gelebilmesi için, teolojik ve metafizik aşamaları tecrübe etmesine gerek yoktur; yazılı mevzuatında yer verdiği, uluslararası antlaşmalarla taahhüt altına girdiği, hukuk doktrininde tekrarlanan, insanlığın ortak mirası olan ilke ve usulleri hayata geçirmeyi kendine amaç edinmesi, bu hedefe ulaşmaya azmetmesi ve bunun için istikrarlı şekilde yürümesi yeterlidir. Bu gayeyi hedef edinen hukuk işçileri, şahsi, ideolojik, inançsal ya da grupsal tüm önceliklerini adliye dışında bırakmalı, tüm hırslarından kendilerini soyutlamaya söz verip bu uğurda gayret göstermelidir.

YARGININ “ÜÇ HAL YASASI” yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/yarginin-uc-hal-yasasi-2/feed/ 0
Dostun İhaneti ve Avluda Yeşeren Umut https://hukukpenceresi.com/dostun-ihaneti-ve-avluda-yeseren-umut/ https://hukukpenceresi.com/dostun-ihaneti-ve-avluda-yeseren-umut/#respond Sat, 25 Apr 2020 12:42:11 +0000 https://hukukpenceresi.com/dostun-ihaneti-ve-avluda-yeseren-umut/ Lanetli ilginç zamanlarda yaşıyoruz. Varlığımıza zemin yaptığımız ilke, değer ve kişiler altımızdan kayıyor tek tek. Her biri sonrasında boynumuza takılı yağlı ilmek biraz daha sıkıyor boğazımızı. Nefes almakta güçlük çekiyor, boğuluyoruz yavaş yavaş. Darağacımızın altı derin, dipsiz, karanlık bir kuyu. Yusuf misali, kurtarılacağımız anı bekleyeceğimiz zemine düşüyoruz. Varacağımız yer dikensiz bir gül bahçesi mi olacak? […]

Dostun İhaneti ve Avluda Yeşeren Umut yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Lanetli ilginç zamanlarda yaşıyoruz. Varlığımıza zemin yaptığımız ilke, değer ve kişiler altımızdan kayıyor tek tek. Her biri sonrasında boynumuza takılı yağlı ilmek biraz daha sıkıyor boğazımızı. Nefes almakta güçlük çekiyor, boğuluyoruz yavaş yavaş.

Darağacımızın altı derin, dipsiz, karanlık bir kuyu. Yusuf misali, kurtarılacağımız anı bekleyeceğimiz zemine düşüyoruz. Varacağımız yer dikensiz bir gül bahçesi mi olacak? Kim bilir! İthamlar, iftiralar ve sürgünler, cennetinden kovulduğumuz dünyanın, iyilerine mutat muamelesi değil mi?

Suçluyuz!

Günahkârız!

Acılarına göz yumup, sırtımızı döndüğümüz hayatların vebali var omuzlarımızda. Istırabı seyir, ona neden olmaktan daha mı hafif bir cürüm?

Vicdanlarımız, masumların pıhtılaşmış kanlarıyla lekeli.

Ruhlarımız kirlimi kirli; her biri katran karası.

Onursuzluğu temizleyecek bir ilaç var mı?

Ne zemzem temizler bizi, ne ab-ı hayat can verir beden ve ruhumuza. Eğer “rahmet” yağmazsa üzerimize.

Zamanın hangi “an”ında yitirdik benliğimizi? Nere pazarında sattık kişiliğimizi? Karakterimizi aşındırarak tanınmaz hale getiren el kimin? Bilemedik.

Giyotinler kurulmuş “dost meclis”lerinde. Her birinin önü kesilen başlarla dolu. Ne ipi çeken “el” farkında cinayetinin, ne de altına yatırılan baş, masumiyetinin.

Etraf karanlık, bir “yığın” insan var; her dilde ayrı bir “lisan”, her bir gönülde farklı bir “aşk”.

Kelimeler anlamını yitirdi; gözden fışkırıp yüze akseden ve ağızlardan kusulan kin ve nefret yüklü duygular zaptetmiş tüm benlikleri.

Akıl ve izan göç edeli çok olmuş bu meclislerden.

Ölümün en acı vereni, Azrail’in, bir dostun hançerini aracı kılarak can almasıdır.

Cellatlarımıza aşinayız. Bakamasalar da yüzümüze, tebessümlerimizle idam edeli çok oldu onları.

Zamanın iksiriyle sarhoş olmuş zihinler. Düşünceler omurgasız. Dengesini yitirmiş şuurlar. Her biri bir “sağ”a, bir “sol”a sendeliyor bilinçsizce. Ne nereden geldiklerine ve neyle mesul olduklarına dair malumatları var; ne de nereye gittiklerine dair sağlam bir pusulaları.

Naralar yankılanıyor sokaklarda, kimse kimseyi dinlemiyor. Tam bir körler-sağırlar karnavalı. Manzara, insanımız adına bir utanç vesikası.

Korsanlar kılavuzluğunda ve haramilerin rehberliğinde nereye bu gidiş?

Onlar vurdular, kanatlarında umutlarımızı taşıyan güvercinleri; onlar çaldılar yıllardır biriktirdiğimiz değerleri.

Oysa, ne güzel umutlar yeşertmiştik gelecek adına; rengarenk hayaller kurmuştuk biz, hepimiz için.

Zamanın çarklarına kapıldı dostluklarımız, sevgimiz, muhabbetimiz; parçalanıp meze oldu her biri, zalimlerin alem sofralarına. Geride ne birbirimize itimadımız kaldı, ne de bizi biz yapan ortak değerlerimiz.

Etraftaki “şeyler”, ardı ardına “hiçbirşey”e evriliyor bir bir.

Rakibin tezgâhtarı olmuş dostlar, pazarlıyorlar yüzyıllık birikimlerimizi yok pahasına.

İhanetler birbiriyle yarışıyor ekranlarda, sayfalarda ve sokakta.

Alçalmanın dibi yok. Herkes daha derine düşmenin yarışında.

Dostlar, içleri bize ait mahrem duygularla dolu kalplerini ve beyinlerini, kendi elleriyle çıkarıp teslim ettiler ortak düşmanımıza.

Yüzlerindeki donukluk bundan, ruhsuzluklarının sebebi bu. Boğazlarından gelen ses nefesten değil; “hırlamaları” can çekişiyor olmalarından. Hakikatte yaşamıyorlar artık.

Zamanın karanlığı boğuyor riyakâr dostlukları; sel misali önüne katıp götürüyor sahte aşkları.

Bu anlarda geçip gidecek, bizlere geride temizlenmiş bir dünya vererek.

Havası puslu memleketin. Sisten, dumandan ve kargaşadan faydalanarak “çakallar” indi aramıza; avlamak için bizleri.

Göz gözü görmüyor sokaklarda. Ne ana-baba tanıyabiliyor evladını, ne de kardeş kardeşi.

Kuduz çakalların ısırıklarıyla zehirlenmiş, ağzından salyalar akıtan “aşina” simalar, diş ve pençeleriyle etlerini parçalama yarışında sevdiklerinin. Kanın ve elde edilen ganimetin hazzı bakışlarından belli. Daha fazlasını istiyorlar ve giderek daha da azgınlaşıyorlar.

Kavram ve kurumlarımız ihanet etti bize; her biri ok oldu, dostun elinden çıkarak saplandı kalplerimize.

Her köşe başına baykuşlar tünemiş, harabelerinde hiç olmadıkları kadar mutlular şimdi.

Gündüzleri de avlanabiliyorlar artık, karanlık mağaralarında asılı yaşamaya mecbur yarasalar.

Damarlarımızda emilecek kan kalmadı. Beyinlerimiz lime lime.

Musalla taşımız önünde sıralanmış halk, “saf” “saf”; tabutun içinde geleceğe dair umutlarının olduğundan habersiz. İmamlarının komutlarıyla tekbir alıyorlar robot misali. Biraz sonra omuzlayacak ve götürüp toprağa gömecekler hayallerini. Sevap niyetine her biri birer kürek toprak atacaklar üzerine ve bir Fatiha okuyacaklar “ruhuna”.

Kimilerinin gözünde gerçeği şüpheli gözyaşı var. Ölene mi ağlıyorlar, yoksa onun saflığına mı? Bilinmez. Belki de yitip giden masumiyetlerine, ya da vicdanlarının çarptırdığı mahkûmiyetlerine.

Söyleyin bana! Kanatlarında umut, uçacak kelebekleri kozasında öldüren hanginiz?

Hangi toprak bağrına alıp saklar bu “ihaneti”; hangisi üzerinde taşıma zilletine katlanır zalimlerin bedenini?

Sonu mutlu bitecek hikâyeler hüzünle başlar.

Masumiyetin hakiki manasıyla vicdanlarda duyumsanıp kabulü için, kimi zaman suçlanması, lekelenmesi, iftiraya ve ihanete muhatap olması gerek.

Beyazlığın daha iyi algılanması, üzerindeki lekelere bağlıdır birazda.

Düştüğümüz kuyuda, özlediğimiz günleri beklerken, duvarlara attığımız çentiklere dokunmak heyecanlandırıyor bizi.

Müddeti belirsiz bir mahpusluktan gün düşülür mü?

Bu telaşın ve sevincin anlamı ne o zaman?

Yoksa ötelerden, ruha ilham edilen mutlu ve kutlu bir haber mi var?

 

Not: Bu yazı 25.11.2018 tarihinde tutsak olarak bulunduğum Silivri Zindanında kaleme alınmıştır.

Dostun İhaneti ve Avluda Yeşeren Umut yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/dostun-ihaneti-ve-avluda-yeseren-umut/feed/ 0
Şeytan Ayrıntıda Gizlenir: İnfaz Yönetmeliği Eliyle Hükümlü ve Tutuklulara Kurulan “Sinsi” Tuzaklar https://hukukpenceresi.com/seytan-ayrintida-gizlenir-infaz-yonetmeligi-eliyle-hukumlu-ve-tutuklulara-kurulan-sinsi-tuzaklar/ https://hukukpenceresi.com/seytan-ayrintida-gizlenir-infaz-yonetmeligi-eliyle-hukumlu-ve-tutuklulara-kurulan-sinsi-tuzaklar/#respond Mon, 30 Mar 2020 23:38:26 +0000 https://hukukpenceresi.com/seytan-ayrintida-gizlenir-infaz-yonetmeligi-eliyle-hukumlu-ve-tutuklulara-kurulan-sinsi-tuzaklar/ 29/03/2020 tarihli Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren “Ceza İnfaz Kurumlarının Yönetimi ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Yönetmelik” ile 20/03/2006 tarih ve 2006/10218 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı kapsamında “Cez İnfaz Kurumlarının Yönetimi ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Tüzük” yürürlükten kaldırılmıştır. Her ne kadar güncelleme şeklinde bir değişiklik olarak görülse de maddelerin ayrıntısına […]

Şeytan Ayrıntıda Gizlenir: İnfaz Yönetmeliği Eliyle Hükümlü ve Tutuklulara Kurulan “Sinsi” Tuzaklar yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
29/03/2020 tarihli Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren “Ceza İnfaz Kurumlarının Yönetimi ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Yönetmelik” ile 20/03/2006 tarih ve 2006/10218 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı kapsamında “Cez İnfaz Kurumlarının Yönetimi ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Tüzük” yürürlükten kaldırılmıştır.

Her ne kadar güncelleme şeklinde bir değişiklik olarak görülse de maddelerin ayrıntısına girildiğinde hükümlü ve tutuklular arasında ayrımcılığa neden olabilecek, savunma hakkını kısmen veya tamamen ortadan kaldırabilecek, avukatların çalışmalarını zorlaştıracak, cezaevi idaresinin keyfi uygulamalarına neden olabilecek maddeler olduğu rahatlıkla görülebilecektir.  

Çalışmamızda sorunlu alanlara dikkat çekerek, bu hususların giderilmesine katkı sağlamayı amaçlıyoruz.

Yazımızda yapılan değişiklikleri madde madde değerlendireceğiz. Açıklamalarımızda yürürlükten kaldırılan Yönetmelik için “eski yönetmelik”, yürürlüğe konan yeni yönetmelik ise “yeni yönetmelik” tabirlerine yer vereceğiz.

1. Eski yönetmeliğin 4. Maddesi şu şekildeydi:

MADDE 4 – (1) Ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazına ilişkin kurallar hükümlülerin ırk, dil, din, mezhep, milliyet, renk, cinsiyet, doğum, felsefî inanç, millî veya sosyal köken ve siyasî veya diğer fikir yahut düşünceleri ile ekonomik güçleri ve diğer toplumsal konumları yönünden ayırım yapılmaksızın ve hiçbir kimseye ayrıcalık tanınmaksızın uygulanır. Ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazında zalimane, insanlık dışı, aşağılayıcı ve onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz.

 (2) Ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazı ile ulaşılmak istenilen temel amaç, öncelikle genel ve özel önlemeyi sağlamak, bu maksatla hükümlünün yeniden suç işlemesini engelleyici etkenleri güçlendirmek, toplumu suça karşı korumak, hükümlünün; yeniden sosyalleşmesini teşvik etmek, üretken ve kanunlara, nizamlara ve toplumsal kurallara saygılı, sorumluluk taşıyan bir yaşam biçimine uyumunu kolaylaştırmaktır.

Yeni yönetmelik ile bu hüküm tamamen kaldırılmıştır. Her ne kadar bu hususlar Anayasa ve Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun hükümlerinde belirtilmiş ise de, yönetmelikte de bu hususun güvence altına alınmış olması değerli bir durum iken yapılan yeni yönetmelikte bu konuda bir hüküm bulunmaması dikkat çekici bir durumdur. Anayasa ve Yasalar genel düzenlemelere yer vererek ayrıntıları tüzük ve yönetmeliklere havale ederler. Genel düzenlemelere Yönetmeliklerde yer verilir, ayrıca yasa sistematiğine ve ruhuna uygun olarak ilave açıklayıcı hükümler eklenir.

Sadece bu düzenleme bile, bu düzenlemeyi yapan “iradenin” amacının hükümlü ve tutukluların ıslahı olmadığı, kendi amacı doğrultusunda “hizaya getirilmek” olduğunu haykırmaktadır. İlerleyen maddelerde bu “sinsi” amacın Yönetmelik hükümlerine nasıl işlendiğini göreceksiniz.

2. Eski yönetmeliğin 5. Maddesi kapsamında infaz rejiminin nasıl uygulanacağı hususunda belirtilen kriterler değiştirilmiş ve eski yönetmelikte belirtilen “insan
onuru, düzenli yaşam, kişilik hakları, beden ve ruh bütünlüğünün korunması”
gibi tüm koruyucu maddeler hükümden kaldırılmıştır. Bu hususta yukarıda

belirtildiği gibi Anayasa ve Kanunlarla güvence altına alınmış olsa dahi bu yönetmelikte bu hususlara neden yer verilmediği ve bu konularda neden değişiklik ihtiyacı duyulduğu, izaha muhtaç bir durumdur.

Eski Yönetmeliğin “iyileştirmede başarı ölçütü” başlıklı 6. Maddesi ((1) Hapis cezalarının infazında iyileştirme amacını güden programların başarısı,
hükümlülerin elde ettikleri yeni tutum ve becerilerle orantılı olarak ölçülür. Bunun için iyileştirme çabalarına yönelik olarak hükümlünün istekli bulunması teşvik edilir. (2) İnfaz, hapis cezasının zararlı etkisini mümkün olduğu ölçüde azaltacak, hükümlünün sağlığını ve kişiliğine olan saygısını korumasını sağlayacak anlayış doğrultusunda düzenlenecek programlar, usûller, araçlarla yerine getirilir.
) hükmü tamamen yürülükten kaldırılmış, keyfi uygulamalara kapı açılmıştır.

Özellikle
2016 yılı ve sonrasında hükümlü ve tutuklu eğitim seviyelerinin inanılmaz
oranda yükselişi hususları göz önünde bulundurulduğunda, bu maddenin konuluş
amacında bir takım suç gruplarının istek ve taleplerinin geri çevrilmesine
bahane ve eğitim seviyesi yüksek tutuklu ve hükümlülerin kişisel, sosyal ve
bilişsel gelişimleri kapsamında yapacakları taleplerin önüne geçilmesi
amaçlanmakta gibi bir görüntü oluşmaktadır.

3. Eski Yönetmeliğin “Ceza İnfaz Kurumları”
başlıklı 7 ila 17. Maddeleri arasında düzenlenen Ceza İnfaz Kurumlarının
yapısı, çeşitleri ve ne şekilde sınıflandırılacağı hususları tamamen
yürürlükten kaldırılmış olup bu hususta konulan Yeni Yönetmelik 5/2. Maddesi
ile “Kurumların, hangi tür olarak kullanılacağı ihtiyaca göre Bakanlık tarafından
belirlenir” hükmü getirilmiştir. Yine Yeni Yönetmelik 5/4. Maddesi ile “Eylem
ve tutumları nedeniyle tehlikeli halde bulunan ve özel gözetim ve denetim
altında bulundurulmaları gerekli olduğu saptananlar ile bulundukları kurumlarda
düzen ve disiplini bozanlar veya iyileştirme tedbir, araç ve usullerine ısrarla
karşı koyanlar, idare ve gözlem kurulunun kararı ve Bakanlık onayı ile yüksek
güvenlikli kapalı ceza infaz kurumlarına gönderilirler. Yüksek güvenlikli
kurumlarda kalmakta olup kanun hükümlerine göre etkin pişmanlık hükümlerinden
yararlanan hükümlüler, ceza süresine bakılmaksızın, Bakanlık onayı ile diğer
kurumlarda barındırılabilir
” hükmü getirilerek İdare ve Gözlem Kurulu’na

sınırsız bir yetki verilmiştir.

4. “İç Güvenlik” başlıklı beşinci bölümde “kurumların
iç güvenliği” madde 32/5 hükmü getirilmiştir. Bu maddeye göre “Yüksek
güvenlikli kapalı ceza infaz kurumları ile diğer kapalı ceza infaz kurumlarının
yüksek güvenlikli bölümlerinde kalan tutuklu ve hükümlülerle ilgili olarak ceza
infaz kurumlarında düzenlenen tutanaklara, ilgili görevlinin açık kimliği
yerine sadece sicil numarası yazılır. Bu kapsamdaki kurum görevlilerinin
ifadesine başvurulması halinde çıkarılan davetiye veya çağrı kâğıdı görevlinin
işyeri adresine tebliğ edilir. Bu kişilere ait ifade ve duruşma tutanaklarında
adres olarak sadece işyeri adresi gösterilir.
” hükmü getirilmiştir.

5. Eski yönetmeliğin 47. Maddesinde
Ağırlaştırılmış Müebbet Hapis Cezasının infazı konusu ayrıntılı düzenlenmiş
olmasına rağmen, yeni yönetmelikte bu durum 35. Maddede genel ve soyut
ifadelerle geçiştirilmiştir.

6. Eski yönetmeliğin 74, 75, 76.
Maddelerinde “hükümlülerin gözlem ve sınıflandırılması” hükümleri ayrıntılı
olarak düzenlenmişken yeni yönetmelikte bu hususlar 62 ve 63. Maddelerinde
düzenlenmiş Kanuna atıf yapılmış ve bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle
belirleneceği hükme bağlanmıştır.

7. Eski yönetmeliğin 84. Maddesi Avukatlarla
görüşme hakkını düzenlemekteydi. Yeni yönetmeğilin 72. Maddesi ile bir takım
kısıtlamalar getirilmiştir. Bunlar; 1.
Görüşmelerin ancak tatil günleri dışında ve mesai saatleri içerisinde
yapılabilecek olması, 2. Terörle
mücadele adı altında aşağıdaki maddeler yeni getirilmiş olup kararla bu
görüşmelerin kayda geçirilebileceği belirtilmiştir.

  “Madde 72

(2) Hükümlülerin avukat ile görüşmesinde aşağıdaki kurallar uygulanır:

c) Avukat ve noter ile görüşme, meslek kimliklerinin ibrazı üzerine, tatil günleri dışında ve çalışma saatleri içinde, bu iş için ayrılan görüşme yerlerinde, konuşulanların duyulamayacağı, ancak güvenlik nedeniyle görüşmenin görülebileceği bir biçimde yapılır. 

(3) 5237 sayılı Kanun’un 220 nci maddesinde ve aynı Kanunun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dördüncü, Beşinci, Altıncı ve Yedinci Bölümlerinde tanımlanan suçlar ile 12/4/1991tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlardan mahkum olanların avukatları ile görüşmelerinde, toplumun ve ceza infaz kurumunun güvenliğinin tehlikeye düşürüldüğüne, terör örgütü veya diğer suç örgütlerinin yönlendirildiğine, bu örgütlere emir ve talimat verildiğine veya yorumları ile gizli, açık ya da şifreli mesajlar iletildiğine ilişkin bilgi, bulgu veya belge elde edilmesi halinde, Cumhuriyet başsavcılığının istemi ve infaz hakiminin kararıyla, üç ay süreyle; görüşmeler teknik cihazla sesli veya görüntülü olarak kaydedilebilir, hükümlü ile avukatın yaptığı görüşmeleri izlemek amacıyla görevli görüşmede hazır bulundurulabilir, hükümlünün avukatına veya avukatın hükümlüye verdiği belge veya belge örnekleri, dosyalar ve aralarındaki konuşmalara ilişkin tuttukları kayıtlara el konulabilir veya görüşmelerin gün ve saatleri sınırlandırılabilir.

  (4)
İnfaz hakimliği hükümlünün; kurallara uyumunu, toplum veya ceza infaz kurumu
bakımından arz ettiği tehlikeyi ve rehabilitasyon çalışmalarındaki gelişimin
değerlendirerek, kararda belirttiği süreyi üç aydan fazla olmamak üzere
müteaddit defa uzataileceği gibi kısaltmasına veya sonlandırılmasına da karar
verebilir.

  (5)
Üçüncü fıkra kapsamına giren hükümlünün yaptığı görüşmenin, aynı fıkrada
belirtilen amaca yönelik yapıldığının anlaşılması halinde, görüşmeye derhal son
verilerek, bu husus gerekçesiyle birlikte tutanağa bağlanır. Görüşme başlamadan
önce taraflar bu hususta uyarılır.

  (6)
Hükümlü hakkında, beşinci fıkra uyarınca tutanak tutulması halinde, Cumhuriyet
başsavcılığının istemiyle hükümlünün avukatlarıyla görüşmesi infaz hakimince
altı ay süreyle yasaklanabilir. Yasaklama kararı, hükümlüye ve yeni bir avukat
görevlendirilmesi için derhal ilgili baro başkanlığına bildirilir. Cumhuriyet
başsavcılığı baro tarafından bildirilen avukatın değiştirilmesini baro
başkanlığından isteyebilir. Bu fıkra hükmüne göre görevlendirilen avukata,
23/3/2005 tarihli ve 5320 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uyglama
şekli Hakkında Kanunun 13 üncü maddesine göre ücret ödenir.

  (7)
İnfaz hakimi tarafından bu madde uyarınca verilen kararlara karşı 16/5/2001
tarihli ve 4675 sayılı İnfaz hakimliği Kanununa göre itiraz edilebilir.

  (8)
Bu madde hükümleri 5275 sayılı Kanunun 9 uncu maddesinin üçüncü fıkrasına göre
yüksek güvenlikli ceza infaz kurumlarında bulunan hükümlüler ile bu maddenin
üçüncü fıkrasındaki suçlardan hükümlü olup başka bir suçtan dolayı şüpheli veya
sanık sıfatıyla avukatıyla görüşen hükümlüler hakkında da uygulanır.

  (9)
Tutuklular hakkında bu madde hükümlerine göre karar vermeye soruşturma
aşamasında sulh ceza hakimi, kovuşturma aşamasında mahkeme yetkilidir.

Avukatla görüşme hakkı bu şekilde
kısıtlanmış olup, bu konuda idareye sınırsız bir hak tanınmıştır. İdarenin
tuttuğu tutanak resmi belge niteliğinde olup bunun aksini ispatlamak önceki
düzenlemelerde mümkün değilken şimdi Avukat tüm silahlarından arındırılmış ve
adeta idareye kul edilmiştir.

Çoğu cezaevi şehir dışlarındadır. Yine her
avukatın mesai saatleri içerisinde aşırı bir yoğunluğunun olabileceği bir
realitedir. Avukatların, tutuklu ve hükümlü olan müvekkilleri ile çoğu kez
mesai saatleri dışında veya hafta sonları görüşme yapmayı tercih ettikleri
gözönüne alındığında, böylesi bir düzenleme savunma tarafının önemli bir darbe
almasına neden olacaktır. Cezaevlerinin rutin işleyişleri nedeniyle bir
avukatın müvekkili ile görüşmesi uzun işlemleri gerektirmektedir. Yine cezaevleri
mevcut görüşmeleri de, sayım yapılması veya yemek saatleri gibi nedenlerle
yasal dayanağı olmadığı halde kısıtlamaktadır. Bu haliyle Yönetmelik savunma
hakkının gerekçesiz ve ölçüsüz şekilde zorlaştırılması ve hatta kimi durumlarda
tamamen kısıtlanması anlamına gelecektir.

8. Önceki yönetmeliğin 85, 86, 87.
Maddelerinde “kültür sanat etkinliklerine katılma, ifade özgürlüğü,
kütüphaneden yararlanma, süreli veya süresiz yayınlardan yararlanma hakkı”
hususları ayrıntılı olarak düzenlenmişti. Bu husus yeni yönetmeliğin 73.
Maddesinde düzenlenmiş ve 1. Süreli ve süresiz yayınlardan yararlanma hakkı
konusunda bir hüküm getirilmemiş, 2. Diğer hususlarda ise kapsayıcı ve genel
ifadeler yerine muğlak ifadelerle konu geçiştirilmiş, takdire bırakılmıştır. Bu
durumda idarenin sınırsız takdir hakkına bir ekleme daha yapmıştır. Bu şekilde
belli yayın organlarının süreli veya süresiz yayınlarını kuruma kabul edip
etmemede idareye sınırsız bir hak tanımış olmaktadır.

9. Telefon görüşme hakkı ile ilgili
düzenleme getirilen yenilikler:

Hükümlü ve tutukluların telefon görüşme
hakları bağlamında yapılan düzenleme ve yenilikler ile bunların faydalı ve
mahzurlu yönlerine de değinmekte yarar var.

Mevcut hale göre haftada bir kez ve 10
dakika ile sınırlı yalnızca sesli görüşme hakkı tanınmaktaydı.

Bu uygulamada hükümlü ya da tutuklu
idareye bildirdi yakınının numarasını arayarak sadece onun ile görüşme yapabiliyordu.
Telekonfersla aynı anda birden fazla kişiyle bir görüşme yapmak ihlal nedeni
sayılıyordu.

 Ayrıca
tutuklu ya da hükümlü idareye bildirdiği numaralardan yalnızca birini
arayabiliyordu. Muhatap çıkmazsa diğer bildirdiği numarayı arayamıyordu.      

 Şimdi
yeni çıkan yönetmeliğe göre telefonda görüşme hakkına ilişkin bir takım
yenilikler getirilmiş.

Bunları dört başlık altında
toplayabiliriz

1-Şekil yönüyle getirilen yenilik:

Yönetmeliğe göre görüntülü sesli görüşme
yanında görüntülü görüşme hakkı da getirmiş

2-Süre günü ile getirilen yenilik :

Yönetmelik haftalık sesli görüşmeyi 10
dakika olarak belirlerken yeterli sistem ve 
donanımın kurulduğu cezaevlerinde haftada bir yapılacak görüntülü
görüşmeyi 30 dakika olarak belirlemiş. Yani görüntülü görüşme imkanın
sağlandığı ceza infaz kurumlarında tutuklu ve hükümlüler sesli görüşme yerine
30 dakikalık görüntülü görüşme yapabilecekler.

3- Kişi yönü ile getirilen yenilik

Yeni düzenlemeye göre hükümlü yada
tutuklu bir telefon ile bağlantı kurarak telekonferans yoluyla aynı anda birden
fazla kişiyle birlikte görüşme yapabilecek

4- 
Telefonla haftalık ilave görüşme imkanı:

Yönetmeliğe göre hükümlüye de tutuklu
haftalık kapalı görüş hakkını kullanmaması halinde 30 dakikalık bir ilave
telefonla görüşme hakkına sahip olabiliyor. idare bunu üçe bölerek ilgiliye
kullandırıyor idare sesli ya da görüntülü görüştürme yaptırmak hususunda ise
takdir yetkisine sahip.

Yönetmeliğe göre telefon görüşme hakkına
getirilen bu yenilikler üçlü bir ayrıma göre tutuklu :ve hükümlülere
kullandırılacak.

A-Suç ayrımına göre

B- Ceza miktarına göre

C- İdare tarafından tehlikeli hükümlü
sayılıp sayılmamaya göre.

A. Suç ayrımına göre

1. terör örgütü yöneticiliği ve suç
işlemek amacıyla kurulan silahlı örgüt yöneticiliğinden mahkum olanlar: Haftada
bir kez ve sadece 10 dakika ile sınırlı sesli görüşme hakkına sahipler.

2-Terör ve çıkar amaçlı suç örgütü
üyeleri:

Haftalık olarak sesli ya da görüntülü
görüşme hakkına sahipler.ancak kapalı görüş yapamamak nedeniyle yönetmelik
gereği tanınan ilave telefonla görüş hakkından faydalanabilmeleri idare ve
gözlem kurulunun kararına bağlı.

3-Diğer suçlardan mahkum olup da
ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası dışında ceza alanlar: (VİP grup)

Haftalık sesli ya da görüntülü görüşme
hakkına ilave olarak eğer o hafta kapalı görüş hakkını kullanamamış iseler
takip eden hafta otomatikman 30 dakikalık ilave bir telefonla görüşme hakkına
sahipler. İdare bunu üçe bölerek ilgiliye kullandırmak durumundadır.

B. Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına
mahkûm olanlar:

İdarenin takdirine bağlı olarak on beş
günde bir ve 10 dakika ile sınırlı sesli görüşme hakkına sahipler.

C. İdare ve gözlem kurulu tarafından
tehlikeli hükümlü olduğuna karar verilenler:

Bunlar da ağırlaştırılmış müebbet hapis
cezasına çarptırılan lar ile aynı haklara sahipler. Yani  15 günde bir 10 dakika sesli görüşme yapma
hakkına sahipler.

Telefon görüşmesine ilişkin yapılan
düzenlemeler Anayasa ve kanunlara aykırılığı özellikle eşitlik ilkesini ihlal
ettiği açıktır. Somut bir gerekçe olmaksızın ve dayanağı olmaksızın, tali
düzenlemelerle temel kanunların sağladığı imkânlar ya önemli miktarda
sınırlandırılmakta veya yok edilmektedir. Cezaevi idaresine tanınan geniş takdir
hakkının cezaevlerinde keyfi uygulamalara neden olacağını tahmin etmek zor
değildir. Yürütmenin kontrolünde ve onun talimatı ile hareket etmek durumunda
olan Cezaevi müdür ve memurlarının, iktidarın düşmanlaştırdığı veya hedef
aldığı kişi ve gruplara karşı ayrımcılık yapacağı mukadderdir.

Önceki düzenlemelerin tekrarı gibi
gözüken yeni Yönetmelik, önemli hakların kullanımını gösteren düzenlemeleri soyutlaştırarak
belirsiz hale getirmiş, bir çok önemli hususu cezaevi idaresinin taktir
yetkisine bırakarak ayrımcılığa ve kötü amaçlı kullanımlara olanak sağlamış,
savunma hakkının kısıtlanması ile sonuçlanacak hükümlere yer vermiştir. Yapılan
değişiklikler genel olarak insan hak ve özgürlüklerini kısıtlar nitelikte
sınırlı maddelerde yapılmıştır. Evrensel normlar yönetmelik hükümlerinden
çıkartılmıştır.

Yapılan bu düzenlemeler ile Yürütmenin
temel amacının cezaevinde bulunan tutukluların ıslahına yönelik çalışmalar
yapmak değil, kendisine muhalif gördüğü kişi ve grupların cezaevi yoluyla daha
da baskı altına alınmasına olanak sağlamaktır. Bu düzenlemenin ayrıntıları
incelendiğinde iyi niyetle yapılmadığı açıkça ortadadır.

Başta Barolar olmak üzere tüm sivil
toplum örgütlerinin başta avukatlara yönelik getirilen sınırlamalar olmak üzere
hükümlü ve tutuklular açısından ayrımcılığa neden olacak diğer düzenlemeler ile
ilgili olarak tepki göstermeleri, değiştirilmelerinin sağlanmasına yönelik
çalışmalar yapması gerekir.

Şeytan Ayrıntıda Gizlenir: İnfaz Yönetmeliği Eliyle Hükümlü ve Tutuklulara Kurulan “Sinsi” Tuzaklar yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/seytan-ayrintida-gizlenir-infaz-yonetmeligi-eliyle-hukumlu-ve-tutuklulara-kurulan-sinsi-tuzaklar/feed/ 0
Bağımsızlığını MENFAAT Karşılığı Satan Yargı https://hukukpenceresi.com/bagimsizligini-menfaat-karsiligi-satan-yargi/ https://hukukpenceresi.com/bagimsizligini-menfaat-karsiligi-satan-yargi/#respond Wed, 05 Feb 2020 23:17:07 +0000 https://hukukpenceresi.com/bagimsizligini-menfaat-karsiligi-satan-yargi/ Hasan Dursun Bakırköy Adliyesi’nde görevli Cumhuriyet savcısı Tamer C.’nin çalışma arkadaşları yanında adliye dışından bazı kişileri ucuz araba ve arsa vaadi yanında cinsel suçlarla ilgili dosyalarda sanık ve sanık yakınlarını ‘beraat’ vaadiyle 6 ilâ 12 milyon lira arasında dolandırdığı ve sonrasında kayıplara karıştığına dair haberler medyaya yansıdı. Yine ilgili haberlerde Tamer C.’nin emeklilik dilekçesi verdiği, […]

Bağımsızlığını MENFAAT Karşılığı Satan Yargı yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Hasan Dursun

Bakırköy Adliyesi’nde görevli Cumhuriyet savcısı Tamer C.’nin çalışma arkadaşları yanında adliye dışından bazı kişileri ucuz araba ve arsa vaadi yanında cinsel suçlarla ilgili dosyalarda sanık ve sanık yakınlarını ‘beraat’ vaadiyle 6 ilâ 12 milyon lira arasında dolandırdığı ve sonrasında kayıplara karıştığına dair haberler medyaya yansıdı.

Yine ilgili haberlerde Tamer C.’nin emeklilik dilekçesi verdiği, bu talebinin HSK tarafından uygun görüldüğü yer aldı. Yani HSK, dolandırıcılık yapan bir kişinin adliyede savcı olarak çalışmasını uygun bulmazken, bu şahsın avukat olarak çalışmasında bir yanlışlık bulmamış.

Haber bende farklı çağrışımlarda bulundu. Zira Tamer C.’yi ve kandırdığı meslektaşlarını motive eden temel güdü, unvanlarını ve onun sağladığı olanakları kullanarak az para yatırıp çok kazanma hırsıdır. Yargının içerisinde debelendiği mevcut ahlaki dejenerasyonun temelinde bu hırs yatar. 

Haksız mal edinme, bunu yaparken mesleğini ve konumunu kullanma, gerektiğinde yetkilerini nakde çevirme açgözlülüğü ve ahlaksızlığı konusunda Tamer C. yalnız değildir. Yargı hiyerarşisinin her seviyesinde kendisine arkadaş ve yandaş bulabilir. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay üyeleri başta olmak üzere ilk derece mahkemelerinde görevli hâkim ve savcıların “mal beyanları” buna dair sayısız belgelerle doludur. Yargıda çoğu kez, hukuk içerisindeki başarınız değil, “hukuksuz” zeminde kurduğunuz bağlantılarınız sizi yükseklere taşır. Bu çerçevede yargı sisteminin başında bulunanların çoğu, hak ettikleri için değil, birilerine bir şeyler vaat ettikleri için oralara getirilirler.

Yargı mensuplarına rüşvet vermenin türlü türlü yöntemleri vardır. Burada rüşvet kelimesini, ceza kanunu bağlamındaki anlamından daha geniş olarak kullanıyorum. Bir yargıç veya savcının, önündeki dosyanın taraflarından veya onların yakınlarından doğrudan veya dolaylı olarak bir menfaat temin etmesi bir tür rüşvettir. Bu bağlamda bir çay veya yemek ikramı ile bol sıfırlı paraların verilmesi sonuç itibariyle aynı kapıya çıkar.

Özellikle iktidar partisi veya onunla ilintili bulunan kişi ve kurumlardan elde edilen her türlü menfaat, hâkim ve savcının iradesini felce
uğratan, onun tarafsızlığına gölge düşüren bir tür zehirdir. Böylesi bir zehri ruhu ve vücuduyla tadan bir yargı mensubu iflah olmaz.

Yargı sistemi içerisinde menfaat karşılığı iş yapan veya buna yatkın olan hâkim ve savcıların kimler olduğu meslektaşları, avukatlar, güvenlik birimleri ile mahallin nüfuzlu kişileri tarafından bilinir. Bu kişiler başka bir yere tayin olduklarında, onların namları bir şekilde onlardan önce yeni görev yerlerine ulaşır. Daha göreve başlar başlamaz odası adeta bir botanik bahçesine dönüşür, her taraftan davetler almaya başlar. Normal bir hâkim savcının tüm meslek hayatı boyunca göremeyeceği hediye, tebrik ve ziyaretler “menfaatçi” meslektaşlar için rutin lütuflardır.

Menfaatçi bir yargı mensubunun ideolojisi, ilkesi, dini ve milliyeti olmaz. O her kaba göre şekil alabilme becerisi geliştirmiş ayrı bir
türdür. Siyasi iktidarın seyrine göre sakal ve bıyıklarının şekli değişir; ilişki içerisine girdiği ve yarar elde etmeyi umduğu grubun kullandığı
kavramları hemencecik ezberler. Elbise dolabında her meşrebin hoşuna gidebilecek türde farklı renk ve desende giysiler bulundurur.

Menfaat peşinde koşan bir yargı mensubu ile hukuka aykırı yöntemlerle dava dosyalarını etkilemeyi amaçlayan kişi ve gruplar kolayca
birbirlerini bulurlar.

Menfaatçi yargı mensubu, yapacağı hukuksuzlukları çoğu kez kendisi yapamaz. Zira yetki ve sorumlulukları sınırlıdır. Bu durumda kendi
uhdesinde olmayan dosyaları etkilemesi için ya o dosyaya bakan hâkim ve savcıya, ya da itiraz veya temyiz aşamasında bu dosyayı inceleyecek hâkimlere ulaşması onları da “ikna” etmesi gerekir. Bu çerçevede portföyünü belirlemek amacıyla doğrudan ve dolaylı görüşmeler yapmaya başlar. Muhatabına göre söylem geliştirerek bir şekilde onu etkilemeye çalışır. Örneğin ilgilendiği dosyaya
bakan yargı mensubu “milliyetçi” geçinen birisiyse, onu bu yönünden işlemeye ve ikna etmeye, ilgili “müşteri”nin ne kadar vatansever olduğuna vurgu yapmaya çalışır. Bu yöntem kendini solcu, Kemalist, dinci, Alevi vs. olarak tanımlayan tüm hâkim ve savcılar için de geçerli ve kullanışlıdır.

İktidar partileri ve onun etrafında öbeklenmiş menfaat grupları farklı farklı yöntemler kullanıp tüm teşkilatlarıyla seferber olarak her seviyede görev yapan hâkim ve savcı “avına” çıkarlar. Zira siyasi partiler “menfaat” birlikleridir. Bu menfaatin haksız kazanç elde etme ve bürokraside güç kazanma olduğunu söylememe gerek yok. Bu bağlamda adliye içerisindeki sürek avında “yandaş” yargı mensuplarının yanında, adliye ile kolayca ilişki kurabilecek avukatlar, bürokratlar, mahallin tanınmış kişileri kullanılır.

2011-2014 yılları arasında Ankara’da görevliydim. Yüksek makamları “işgal” eden, içlerinde Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay üyelerinin bulunduğu yargı mensuplarının nasıl avlandıklarını yakinen biliyorum. Bunun belirli bir plan doğrultusunda yapılıp yapılmadığını bilmiyorum, ancak tesadüfen gerçekleştiğini düşünmenin de aşırı saflık olacağını düşünüyorum.

Bu süreçte TOKİ aracılığıyla yüksek mahkeme üyelerine sürekli sunumlar yapıldı. Bu sunumların amacı şuydu, TOKİ’nin kısa vadede yüksek kâr getirecek projelerinden bazıları önceden bu üyelere tanıtıldı ve kendilerine uygun peşinat ve taksitle alma olanakları sağlandı. Anayasa Mahkemesi üyelerinin tümüne bu bağlamda sunumlar yapıldığını canlı tanıklarından dinledim. Hatta tam dosya sunumu yapıldığı sırada TOKİ’cilerin gelmesi nedeniyle duruşmaların ertelendiğini duydum. Benzeri sunumların Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay üyeleri ile kendilerine yakın ilk derece mahkemelerinde görevli yargı mensuplarına yapıldığını biliyorum. Bunun en büyük tanıklarından birisi Anayasa Mahkemesi’nin eski ve yeni başkan ve üyeleridir. Eminim bu kişilerin kendi ve yakın çevrelerinin malvarlıkları incelendiğinde, Anayasa’ya aykırı olarak verilen kararların sırrı daha net ortaya çıkacaktır. Aynı şey diğer “yüksek” yargı makamları kararları için de geçerli.

TOKİ’nin “kupon arazileri” sadece yasama ve yürütme organının değil, yargının da kodlarını değiştirdi. İlk ikisinden farklı olarak yargı kodlarındaki değişiklik tüm devlet sistemini ve işleyişini bozdu. Kupon araziler üzerine kurulu bir devlet sistemimiz ve onun yönlendirdiği yasama, yürütme ve yargı organımız var artık. Kupon arazilerin izini sürdüğümüzde, hepimizi şaşırtacak bağlantı ve ilişkilere ulaşacağımız kesin. Bu araziler, ideolojik, siyasi, dini ve etnik tüm farklılıkları yok eden bir iksire sahip.

Ankara ve İstanbul büyükşehir belediyeleri kullanılarak, yargı mensuplarının bireysel veya ortak olarak aldıkları arsaların imar değerlerinin
değiştirildiğini, daha önceden tarla veya yeşil olan gözüken alanların nasıl değerli arsalara dönüştürüldüklerine dair onlarca olay dinledim. Anlatanlar, kendilerinin ne kadar akıllıca yatırım yaptıklarından dem vurarak ben ve benim gibi bu fırsatları kaçıran “aptalları” küçümsemeyi amaçladılar.

Yargının bağımsızlığını yitirmesi, taraflı davranmasının altında öyle derin bağlantılar aramaya, komplo teorileri üretmeye gerek yok kanımca. Yıllarca düşük maaşla, mülki idare birimlerinin aksine kıt olanaklarla çalışmaya mecbur bırakılarak ezilmiş alt gelir grubundan gelme yargı mensuplarını ve onların iradelerini satın almak çok basit: maaş artışı ve onları güvence altına alacak kolay haksız kazanç olanakları sunma. Buna bir de korkutmayı eklemezsek denklem eksik kalır.

Böylesi bir denklemin sonucunu tahmin etmek çok zor olmasa gerek. Farklı etnik ve ideolojiye mensup gibi gözüken ancak temelde aynı bilinçaltı refleksle hareket eden hâkim ve savcılardan müteşekkil böylesi bir yargıyı kontrol etmek ve yönlendirmek zor olmasa gerek.

Günümüz yargı sistemine yön veren hâkim ve savcılar bu iktidar döneminde yetişmediler. Ancak öncekilerin reflekslerini sergiliyorlar: kendi menfaatlerini kutsama, hukuk dışı ilişkiler kurma, hukuku iktidarın iradesine amade kılma, yaptıklarına ulvi gaye maskeleri giydirme ve devletçilik rolü oynama.

Bağımsızlığını MENFAAT Karşılığı Satan Yargı yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/bagimsizligini-menfaat-karsiligi-satan-yargi/feed/ 0