- ANASAYFA
- No Comment
YENİDEN DİRİLİŞİN BEDELİ: BUHARLAŞMAK

İnsanımızın maddi ve manevi bünyesi birkaç yüzyıldır yıkıcı kasırga ve sellere, sarsıcı depremlere, kavurucu sıcaklara maruz kaldı.
Daha ağırlarını da yaşamaya devam etmekte.
Her bir felaketimizin sonra geleni öncekini aratır vaziyette. Yaralar sarılıp hasarlar tamir edilmeden ardı ardına yaşanan bu zelzeleler millet olarak bünyemizi viraneye çevirdi. Değerlerimiz, kurumlarımız ve bir bütün olarak toplum yerle yeksan.
Şanlı ve şerefli bir tarihin yazıldığı ve yaşandığı bu topraklar ölüm, zulüm ve ümitsizlik ile korkunun hüküm sürdüğü bir coğrafyaya evrildi.
Semasında yıldızların eksik olmadığı gökyüzü sık sık karabulutlara teslim oldu; bu anlarda ziyasına yasak kondu güneşin, yıldızlar bir bir görünmez kılındı; şehirler, mahalleler ve zihinler karanlığa teslim oldu. Ana-baba evlatlarından, dostlar ve arkadaşlar birbirlerinden, idareciler hepsinden ayrı düştü.
Ülke kör ve sağırların birbirleriyle dövüştüğü devasa bir ringe döndü. Ne hakemi ne ilkesi vardı bu kavganın ve ne de nihayetinde bir galibi.
Bir bütünün ayrılmaz parçası, bir kilimin ya da mozaiğin nadide deseni ve motifini oluşturan dil, din, ırk gibi farklılıklarımız böylesi zamanlarda ayrılık ve düşmanlık kaynağı oldu. Herkes kendi evine, dünyasına, kalesine çekildi, zırhlarına büründü.
Güneş ve yıldızlara set kuran kara bulutlar dağıldığında ölü ve yaralı bedenler, zedelenip yıkılan değerler, komaya girmiş veya rafa kaldırılmış sevgiler, muhabbetlerdi geride kalanlar. Artık hiçbir şey eskisi gibi değil; ne sokaklar rahat ve güvenli, ne de duygu ve düşünceler tekin.
Şüphe, vesvese, kin ve nefret kalplere taht kurmuş, iyi ve güzel adına ne varsa oradan kovulmuş ya da susturulmuş.
Yıkılan, yakılan, hırpalanan bedenler, zihinler ve değerler tamir edilmeye, yeni başlangıçlar oluşturulmaya çalışılırken ve bunda kısmen başarılı olunmuşken sarsıcı zelzelelere tutulduk. Zeminimiz şak şak yarıldı. Üzerine maddi ve manevi varlıklarımızı inşa edip, abidelerimizi dikmeye gayret ettiğimiz yer parçalandı. Yeniden yıkım ve harabiyetler yaşadık. Alttaki zemin yok oldu; boşlukta, havada asılı kaldık. Hep birlikte nihayetsiz bir karanlıkta düşmeye başladık. Korku içinde dibe çakılacağımız anı bekliyor, bekledikçe dehşete kapılıyoruz. Bu öyle bir düşüştü ki ne tutulacak bir dal vardı etrafta ve ne de uzanan samimi bir el. Birlikte boşlukta sürüklendiğimiz kişi ve şeylere tutunarak kurtulmayı düşünenler oldu safiyane. Bunu deneyenler daha hızlı düştüler.
Böyle anlar, Çinlilerin sevmediklerinin ve kendilerine kötülük yapanların maruz kalmaları için beddualarında kullandıkları “ilginç zamanlar”dı. Bu zamanlarda yaşmanın ne büyük bir acı, nasıl bir işkence olduğunu tecrübe ile anladık.
Düşene tutunacak dal, uzanacak kol gerek; oturacağı bir zemin, basacağı yer gerek. Bu halde seçici olmak lüks, bazı şeylerde ısrarcı olmak anlamsız. Aksi halde düşmek mukadder. Bunun en büyük delili düşülen zaman ve mesafede gizli.
Her çakılış kayıplara, yokluklara ve ölümlere gebe. Ancak kalkmak için düşmek şart. Bundan kaçış yok. Her maddi çöküş ve yıkılış daha sağlam bir inşa için fırsat. Yeter ki maneviyatıyla insan ayakta kalsın.
Zamanı geldi, düştük. Düşerken bölündük, parçalandık. En büyüğü Anadolu’da kaldı bu parçaların. Burada bir bütünü oluşturan her unsurdan bir kalıntı vardı.
Yeni bir başlangıç gerek. Ancak bedenler yaralı, ruhlar kirli ve zemin hasarlıydı. İnsana ve mekâna aşinaydık, fakat mahiyetlerine yabancı. Taze ümit ve heyecanlarla başladı, yıkılan asırlık çınarın gövdesini diriltme gayreti. Böylesine kutsal ve ulvi görevin has taliplileri gün ve gün artmaktaydı. Etraftakiler, bu gayrete bigâne kalamayıp yardıma koşmakta. Çevresine hayat veren göl veya barajlarda toplanan su misali, bileğini, yüreğini, zihnini ve başkaca birikimleri olanlar bu toprakları imar için insan havuzuna boşalmakta. Gök tüm rahmetiyle, çaylar cılız bedenleri, ırmaklar tüm haşmeti ve debdebesiyle bu havzaya su taşımaktalar.
Su can, su kan, su bereket ve hayat demek. Fakat aynı su safiyetini kaybettiğinde yaşam taşıdığı hayatların sinsi katili oluverir. Bilemedik. Bunu çok geç fark ettik.
Su perdedir nice güzellikleri ve çirkinlikleri barındırır bağrında. Gerçeğin ancak bu perde çekildiğinde belirebileceğini çok sonraları fikrettik.
Derinlerine inildikçe değişiyor suyun çehresi. Yüzeyinde ne kadar tatlı ve sevimliyse, diplerde bir o kadar acı ve ürkütücüdür su. Sığ kesimlerinde misafirlerine lütfettiği yaşamı, derinlerinde acımasızca geri alır. Karanlığında başka hayatlar hüküm sürer.
Suyu, içine karışan pisliklerle birlikte karanlığında barındırdığı yaşamlar ve dibindeki bataklıklar zehirler. Bundan dolayıdır suyu tutan barikatların açılarak boşaltılması. Zira her boşaltım bir yenilenmedir, arınmadır, bir kan değişimidir su adına. Böyle çıkar bataklıklar ortaya.
Anadolu, toplumun her katmanında kendini gösteren yakıcı ve kavurucu bir hararetin etkisi altında şimdi. Öyle bir sıcaklık ki bu, hayat damarlarımızı kurutmakta. Göldeki su misali birikimlerimiz, geride çatlamış ve kavrulmuş kalpler ve ruhlar bırakarak buharlaşıp havaya karışmakta. İnsanımız adına yaşam pınarı olan rezervlerimiz ya kaynaklarının kuruması ya hararetin artması ya da sabotajlarla günden güne azaldı. Üstteki bereketli kısım, geride kokulu bir balçık ve safiyetini yitirmiş kirli ince bir su tabakası bırakarak terk etti gitti havzamızı.
Kişi ve kurumlar endişeli, her yerde bir keşmekeş hâkim şimdi. İyilikten, güzellikten, doğruluktan ve adaletten muzdarip ve onlara düşman olanları bir telaş aldı. Tüm olanakları ve kaynakları ile balçığa methiyeler düzmekte; bereketin kaynağının bu olduğunu işaret edip, buharlaşarak göğe yükselen ya da akıp giderek başka diyarlara göç eden suların sebep olduğu hasarlar ve zararlara dair hikayeler uydurup, masallar anlatmaktalar.
Buhar olup semaya yükselen, bulutlara yoldaş olup rüzgarla sürüklenen, coğrafyamızın bereket kaynağı su tanecikleri üzgün ve garip. Üzüntüleri ayrılıktan ve kadir kıymetlerinin bilinmemesinden kaynaklı. Ve tabi bir de geride kalanların balçık ve kirli suya teslim olup, ona mecbur kalmalarından.
Kitleler uyuşuk, kitleler sağır, kitleler lâl olmuş. Ne kendine yapılan ezadan cefadan haberdarlar ne de masumlara yapılan zulümlerin farkındalar. Sinir sistemleri felce uğramış sanki; ölü gibi tepkisiz ve hareketsizler. Bataklığı emerek, kirli sularından içerek “kanıyorlar” söylenenlere, “katlanıyorlar” kendilerine reva görülenlere.
Sular çekildi. Altta kalmış her tarafı balçıkla sıvalı, dini ve milli motifler içeren kalıntılar günyüzüne çıktı. Karanlığın havarileri, buharlaşıp göğe yükselen suları, değerleri yok etmeye çalışmakla suçladılar ve onlardan kendilerini kurtardıklarına inandırdılar milleti. Bunun üzerine milliyetçi muhafazakâr kitle koro halinde suya lanet okuyup, balçığa methiyeler dizdiler. Tam bu puslu ortamda, balçıkta hayat bulup ondan beslenen, yüzyıllardır varlığını devam ettiren sinsi yüzlerin kıs kıs gülüp kendinden geçtiklerini farkedemediler.
Sular çekildi, yüzyıllık maskeler düştü. Zehir kaynakları ifşa oldu bir bir. Zira, üzerlerini örten perde yoktu artık. Mazeretleri ellerinden alındı, kalkanları düştü. Yegâne silahları tezvirat, propaganda ve reklam şimdi.
Hararet zahirde suya düşman, hakikatte ise saflaşmanın bir aracı. Isınan su buharlaşır, geride kirini, zehrini bırakarak göğe karışır. Sema bir ana gibi bağrına olur onu, aklayıp paklayarak başka diyarlara taşır.
Saflaşan. bulutlarla sürüklenerek zoraki göç eder ve taktir edilen bir zamanda ve menzilde toprağa bereket olup yağar. Hayat fışkırtır dokunduklarından. Gün gelir başkalarıyla birlik olur çoğalır, çağlar. Bataklıkları önüne katar da yuyup paklar. Kendine benzetir onları da.
Buharlaşmak, günahlardan arınmaktır. Saflaşmak, berraklaşmak, aslına rücu edip meleklerle dost olmaktır.
Kim demiş buharlaşmak yok olmaktır diye; hakiki varlığa ermek beden değiştirmektir sadece.
Buharlaşmak, kem gözlere atılan bir topraktır kimi zaman, önlerinden geçip kutsal hedeflere varmak adına.
Buharlaşmak ıstırap, çile; buharlaşmak meşakkat çekmektir. Bu öylesine ulvi bir sıkıntıdır ki, sabredildiğinde arşa yükselmek mukadder.
Bize gereken sadece sabır ve dua.
Gerisini havale ettik Allah’a…