- ANASAYFA
- No Comment
Kırmızı Pazartesi ve Sonrası Türkiye

Sessizliğin Suç Ortaklığı
Gabriel García Márquez’in Kırmızı Pazartesi romanı, sadece bir cinayetin anlatımı değildir; bu cinayet üzerinden toplumun, suça nasıl göz yumduğunu, sorumluluktan nasıl kaçtığını ve nasıl bir ahlaki felce uğradığını anlatan çarpıcı bir alegoridir. Romanın ilk cümlesiyle okur, Santiago Nasar’ın öldürüleceğini öğrenir. Tıpkı bir kehanet gibi, kasabanın tüm halkı bu olayı bilir ama kimse müdahale etmez. Herkesin bildiği, ama kimsenin engel olmadığı bir suç işlenir. Sessizlik, burada suçun en büyük ortaklarından biridir.
Bu sessizlik hali, Türkiye’nin yakın tarihindeki en sarsıcı olaylardan biri olan 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ve sonrasındaki süreçle büyük ölçüde örtüşür. Zira burada da herkesin bir şeyler bildiği, gördüğü, hissettiği bir süreç yaşanmış; ama yine de bir kısmı sustu, bir kısmı ise bilerek görmezden geldi. Kırmızı Pazartesi’deki cinayet gibi, bu süreçte de adalet göz göre göre kurban edildi.
Suçun Herkesin Gözü Önünde İşlenmesi
15 Temmuz sonrası süreç, hukukun “intikam aracına” dönüştüğü, yargının bağımsızlığını kaybettiği bir döneme sahne oldu. Binlerce insanın, yeterli delil olmadan, fişlemeler, itirafçılığa zorlamalar, tanıksız mahkemeler aracılığıyla cezalandırıldığı bir düzen kuruldu. Tıpkı kasaba halkının Santiago Nasar’ın öldürüleceğini bilmesine rağmen “birileri durdurur” ümidiyle hareketsiz kalması gibi, bu dönemde de vicdan sahibi birçok kişi, olup biteni izlemekle yetindi.
Yalnızca yargı değil, kamu görevlileri, medya, akademi ve sıradan yurttaşlar da bu sürecin bir parçası oldu. Sustukça suça ortak oldular. Çünkü “uyuyanları uyandırmak kolaydır; ama uyuma numarası yapanları asla” sözü, tam da bu dönemi tarif ediyordu.
Yargı: Adaletin Değil, İntikamın Kılıcı
OHAL ilanıyla birlikte devreye giren KHK’larla (Kanun Hükmünde Kararnameler), binlerce insan tek bir savunma hakkı dahi verilmeden mesleğinden ihraç edildi. Bazıları gözaltına alındı, bazıları tutuklandı. Yıllar sonra mahkemeler bu kişilerin suçsuz olduğuna hükmetse bile, itirafçılık kültürüyle diz çöktürülen bir yargı sistemi, toplumsal güveni kökten sarstı.
Kırmızı Pazartesi’de Nasar’ın suçsuzluğu herkesçe bilinse de “bir şekilde hak ettiği” düşüncesiyle öldürülmesine göz yumulmuştu. Türkiye’de de benzer şekilde “bir gruba ait olduğu” algısıyla binlerce insanın suçsuzluğuna bakılmaksızın cezalandırılması, bir tür “kolektif cezalandırma” sistemine dönüştü.
Ekonomik Kriz ve Sessiz Kalmanın Bedeli
Sadece adalet değil, ekonomi de 15 Temmuz sonrası çöküş yaşadı. 2018 döviz krizi, Türk lirasının değer kaybı, artan enflasyon, işsizlik, hayat pahalılığı… Bunların hepsi birer “bedel”di. Hukukun zedelendiği yerde ekonomi de sürdürülemez hale geldi.
Adaletsizliğe ses çıkarmamanın maliyeti, yalnızca adaletle sınırlı kalmadı – cüzdanlara, sofralara, çocukların geleceğine kadar yayıldı.
Tıpkı Santiago Nasar’ın ölümüne göz yumanların sonunda kendi vicdanlarıyla baş başa kalmaları gibi, bugün de sessiz kalanlar yavaş yavaş bir toplumun nasıl çürüdüğünü izlemek zorunda kalıyor.
Toplumsal Hafızanın İflası
Bugün Türkiye’de, geçmişte “suç sayılan” birçok fiil artık olağanlaşmış durumda. Yargı mensuplarının yolsuzlukla, siyasilerin torpil ve kayırmacılıkla anılması, dini değerlerin siyasi söyleme alet edilmesi sıradanlaştı. Bu ahlaki çöküş, toplumun gerçekleri reddetmesiyle birleşince daha da derinleşti.
“Sessizlik, zulmün en büyük silahıdır.”
Bu çöküşü durduracak olan şey, salt adalet mekanizmalarının düzelmesi değil; aynı zamanda toplumun yeniden vicdanını bulmasıdır.
Mağdurlar, Mağrurlar, ve Mahvolan Bir Gelecek
Kırmızı Pazartesi’nin son satırında, Santiago Nasar evinin önünde kanlar içinde yere yığılır. O an herkes bilir ki bu cinayet önlenebilirdi. Ama iş işten geçmiştir.
Bugün Türkiye’de de, geçmişte sessiz kalanlar artık şunu görüyor:
“Adalet bir gün herkese lazım olur” sözü, kuru bir slogan değilmiş.
Sessiz kalanların sessizliği, başkalarının acısına sessiz kalmakla kalmadı; sonunda kendi geleceklerini de sessizce yok etti.
Toplumu mahveden şeyler bazen büyük darbeler değil, küçük suskunluklardır.
Bir toplumun ölüm ilanı, o toplumun haksızlığa alıştığı gün yazılır.