- ANASAYFA
- No Comment
İttihatçı Genler ile Devlet Kurmak

İttihatçı Genler ile Devlet Kurmak Osmanlı’dan Türkiye’ye Devlet Aklının Dönüşmeyen Yüzü
Osmanlı’nın son döneminde tarih sahnesine çıkan İttihat ve Terakki, yalnızca bir siyasi örgüt değil; devletin kendini halktan üstün, dokunulmaz ve şekillendirici bir özne olarak kurguladığı bir zihniyetin kurucu laboratuvarıydı. Bu zihniyet, 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde savaşlar kaybedip fiziki olarak tasfiye edilse de, arkasında bıraktığı devlet aklı, Türkiye Cumhuriyeti başta olmak üzere Osmanlı hinterlandındaki pek çok ülkede yaşamaya devam etti.
Bu yazı, İttihatçılığı yalnızca tarihsel bir olay değil, devletin kendini halktan üstün gören reflekslerinin modern kaynağı olarak değerlendiriyor. Farklı dönemlerde seküler ya da İslamcı, milliyetçi ya da ümmetçi kisvelerle karşımıza çıksa da, özünde değişmeyen ortak kodlara dikkat çekiyor: devleti kutsama, halkı dönüştürme arzusu, gücü merkezîleştirme ihtirası ve toplum mühendisliği tutkusu.
İttihatçı mirasta devlet, halkın üzerinde bir varlıktır. Ona itaat edilmelidir. Devlet hata yapmaz; halk anlamamış olabilir. Bu anlayış, halkın değil, devletin kendini kutsamasıyla meşrulaşır. Bu yüzden: Güçler ayrılığı değil, merkezî kontrol esastır. Eleştiri, fitne olarak görülür. Bürokrasi, yargı, medya, hatta din kurumu; tek bir siyasi merkezin denetiminde olmalıdır.
İttihatçılık: Fikirlerin Koalisyonundan Devletin Tek Sesine
İttihatçılık, çok farklı siyasal eğilimleri bir araya getirmeyi başaran pragmatik bir üst ideolojiydi. İçinde Türkçülük, Osmanlıcılık, İslamcılık, adem-i merkeziyetçilik gibi akımlar aynı çatı altında yer buldu. Enver Paşa gibi bir Pan-İslamcı ile Ziya Gökalp gibi bir Türkçü, aynı hareketin içinde aynı devleti kurma rüyasına ortak oldular.
Bu birliktelik, ortak bir akıl etrafında mümkün oldu: Devlet her şeyin üstündedir. Devlet yıkılırsa hiçbir ideolojinin varlık şansı kalmaz. Bu nedenle İttihatçılar, halkı değil, devleti öncelediler. Özgürlükten değil, düzenin tesisinden yana oldular. Bu düzenin kurulması için gerektiğinde dini, milleti, hukuku ve hatta halkı araçsallaştırmaktan çekinmediler.
Nitekim Balkanlar’dan Yemen’e kadar Osmanlı’nın çöküş süreci, İttihatçıların halkı değil, halkı kendi hedeflerine uygun biçimlendirme çabasıyla yönetildi. Bu anlayışın yıkıcı sonuçları da oldu: Tehcirler, sansürler, muhalefetin bastırılması, savaşların mantıksız yönetimi.
Toplum Mühendisliğinin Doğuşu: Halk İçin Halka Rağmen
İttihatçı ideolojinin en kalıcı miraslarından biri, toplum mühendisliğidir. Bu anlayışta halk, kendi başına bırakılamayacak kadar „ham“, “güdülmesi gereken” bir kütledir. Devletin görevi bu halkı „adam etmek“, „terbiye etmek“ ve kendi tanımladığı „ideal vatandaş“ formuna sokmaktır.
Bu yaklaşım, cumhuriyetin ilk yıllarında da devam etti. Sekülerleşme, harf devrimi, kıyafet inkılabı, tarikatların kapatılması ve laik eğitim reformları, bu toplum mühendisliği anlayışının birer tezahürüdür. Devlet, halkı dönüştürmeyi bir misyon bildi. Devleti korumak için halkı şekillendirmek meşru sayıldı.
Bu anlayış zamanla biçim değiştirse de özünü korudu. Bugün “dindar nesil” yetiştirme söylemleri, “yerli ve milli medya” yaratma çabaları, kültürel normların yukarıdan aşağıya inşa edilmesi; tümüyle bu eski genetik kodun modern uygulamalarıdır. Yöntem farklı, zihniyet aynı: Devlet bilir, halk uyum sağlar.
Kemalizm ve Erdoğanizm: Aynı Genetikten Farklı Bedenler
Mustafa Kemal Atatürk, görünüşte İttihatçılara karşı bir figür olarak doğdu. Ancak Cumhuriyet’in kuruluş sürecine baktığımızda, kadroların, yöntemlerin ve zihniyetin büyük ölçüde İttihatçı gelenekten geldiği görülür. Tek parti rejimi, gücün merkezileşmesi, halkın yukarıdan eğitilmesi, dinin kontrol altına alınması, parti-devleti yapısı: Bunların tümü İttihatçılığın seküler versiyonu olan Kemalizm’in temel taşlarıdır. „İttihatçılar ölür, ittihatçılık ölmez.“ Anlayışı hala hem Türkiyede hem Osmanlı bakiyesindeki devletlerde kendini göstermektedir.
Bugünün Türkiye’si: Yeni Giysilerde Aynı Beden
Bugün Türkiye’de karşıt gibi görünen ideolojiler (laikçilik–İslamcılık, ulusalcılık–ümmetçilik) özünde devletin halkı dönüştürmesi gerektiği ortak anlayışında buluşur. Her iki taraf da halkı bir özne değil, şekillendirilecek bir nesne olarak görür. Devlet hep yukarıdadır; halk, “hazır olmadan” kendi kaderine bırakılamaz. Eleştiri hâlâ tehdit, çoğulculuk hâlâ zafiyet, özgürlük ise “kontrollü” olmalıdır.
Bugün, görünürde bununla taban tabana zıt gibi duran Erdoğan liderliğindeki siyasal İslamcı iktidar da aslında aynı İttihatçı kodlarla hareket eder. Dini öncelese de, özünde yine halkı yukarıdan eğiten, bireyi değil devleti önceleyen, kurumlar yerine tek merkezli karar mekanizmasını kutsayan bir anlayış egemendir.
Kemalizm İttihatçılığın laik modernist biçimiyse, Erdoğanizm onun dini muhafazakâr versiyonudur. Ama her ikisi de aynı genetik yapının ürünü: devleti kutsayan, halkı şekillendiren, gücü merkezîleştiren ve eleştiriyi tehdit olarak gören bir zihniyet.
Osmanlı Coğrafyasında İttihatçılığın Yankıları
İttihatçı zihniyet, yalnızca Türkiye ile sınırlı kalmadı. Osmanlı’nın yıkıldığı topraklarda kurulan yeni devletlerin çoğunda şahıs isimleri dahil, benzer reflekslerle örgütlendi.
Mısır’da Enver Sedat, sadece adıyla değil, devlet merkezli İslamcı modernleşme modeliyle tam bir İttihatçı mirasçısıydı.
Arnavutluk’ta Enver Hoca, dinin yasaklandığı, halkın ideolojik eğitimden geçirildiği bir otoriter ulus-devlet kurdu.
Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri, Arap milliyetçiliği ile halkı tek bir kalıba sokmayı hedefleyen militarist, seküler diktatörlüklerdi.
İran, Pehlevi döneminden İslam Devrimi’ne kadar, devletin halkı biçimlendirdiği İttihatçı aklın farklı varyasyonlarını yaşadı.
Bu devletlerin çoğu, halkın değil, ideolojinin hâkim olduğu, iktidarın halkın üzerine çöktüğü ve eleştiriye tahammül göstermeyen yapılardı. İttihatçılık burada bir “Türk ideolojisi” değil, bölgesel bir devlet aklı modeline dönüşmüştü.
Her Krizde Yeniden Ortaya Çıkan Zihniyet
Türkiye tarihine baktığımızda, ne zaman bir kriz yaşansa, İttihatçı refleksler yeniden devreye giriyor: 1960 darbesi, 1980, 1997 ve 2016… Her biri, “devleti kurtarmak” adına yapılan müdahalelerdi. Ve her seferinde, devletin halkı eğitmesi, hizaya getirmesi, kontrol etmesi gerektiği fikri yeniden sahneye çıktı.
Partiler değişiyor, liderler farklılaşıyor, ama devletin halkla kurduğu ilişki, 100 yıldır aynı kalıyor: yukarıdan aşağıya, eğitici, şekillendirici ve gerektiğinde cezalandırıcı. 15 Temmuzda ve sonrasında gördüğümüz olaylar, işkenceler, toplumsal kıyımlar aslında aynı genlerin göstergesidir. 31 Mart Olayı (Bab-ı Ali Baskını), sizi buraya koyan güç böyle istiyor (27 Mayıs Darbesi) söylemi, Şartların olgunlaşması (12 Eylül darbesi) bunlar hep toplumu bir şekilde askerle veya sivil görünüm ile ittihatçı kafayla değiştirme, baskılama görüntüsüdür.
Kendinden başkasının öne çıkmasını asla kabul etmeyen ve kendi dışındakileri düşükler olarak gören zihniyet, kudret kendi dışına çıkarsa acımasız yüzünü gösterir ve devlet gücüyle yasa, kural tanımaz bir halde adına bugün KHK dediği gibi dün de mutlaka farklı isimlerle ayni şeyleri yapmış. Bir kesimi hep dışlamış, ezmiştir. Genellikle ezdiği kesim hep Anadolu insanının okuyan, yönetilen alt kesiminin çocuklarıdır. Bunlar söz sahibi asla olmamalıdır.
Hayaletiyle Yüzleşmeden Geleceğe Bakamayız
İttihatçılık, sadece geçmişin bir siyasi hareketi değil; bugünün siyasetinde, hukukunda, medyasında, eğitiminde ve hatta aile yapısında bile etkisi süren bir zihinsel tortudur. Türkiye’nin kronik sorunları – ifade özgürlüğünün kısıtlanması, yargının bağımlı hale gelmesi, medya üzerindeki baskı, eğitimde ideolojik yönlendirme – hep bu tortunun izlerini taşır. Bu zihniyetle yüzleşmeden, onu tarihsel bağlamıyla ele alıp aşmadan, gerçek bir demokratik toplum inşa edilemez. Devletin halkı değil, halkın devleti şekillendirdiği bir sistem kurulmadıkça, bu hayalet her nesilde başka bir yüzle yeniden dönecek.