Türkiye’nin BM’den “Özel Prosedür” Talebi: Adil Yargılama Yapılmadığının İtirafı mı?

Türkiye’nin BM’den “Özel Prosedür” Talebi: Adil Yargılama Yapılmadığının İtirafı mı?

Türkiye’nin BM’den “Özel Prosedür” Talebi: Adil Yargılama Yapılmadığının İtirafı mı?

Eski Türk Hava Kuvvetleri Komutanı ve Yüksek Askeri Şura üyesi Akın Öztürk, 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi ile ilgili soruşturmalar kapsamında 17 Temmuz’da Ankara’da gözaltına alındı. 18 Temmuz’da Ankara 5. Sulh Ceza Hakimliği tarafından tutuklandı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının 31 Mart 2017 tarihli iddianamesi ile “darbe girişiminin lideri olduğu” iddiasıyla hakkında dava açıldı. Ankara 17. Ağır Ceza Mahkemesi’nde tutuklu olarak yargılandı ve 20 Haziran 2019 tarihinde “darbe girişiminin lideri olduğu” suçlamasıyla 141 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis ve binlerce yıl hapis cezasına çarptırıldı. Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 21. Ceza Dairesi istinaf talebini reddetti. Temyiz aşamasında da sonuç değişmedi ve Yargıtay 3. Ceza Dairesi mahkumiyet kararını onadı.

Akın Öztürk’ün gözaltına alınması, tutuklanması, tutuklu yargılanması ve hüküm ile birlikte tutukluluk halinin devamı ile ilgili olarak avukatları tarafından yapılan başvuru üzerine Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu, Öztürk hakkındaki bütün bu kararları çöpe atacak nitelikte bir karar verdi. Çalışma Grubu, 30 Ağustos 2024 tarihinde verdiği 33/2024 sayılı kararında, Akın Öztürk’ün tutuklanmasını haklı kılacak herhangi bir yasal dayanağın (makul şüphenin) mevcut olmadığı, özgürlüğünden yoksun bırakılmasının “Kategori I” kapsamında keyfi olduğu (P. 73-76), Öztürk’ün tutuklanmasından itibaren ve yargılama süresince de savunma hakkının kısıtlandığı, delillerin evrensel hukuka uygun değerlendirilmediği, işkence ve kötü muamele yoluyla elde edilen delillere göre karar verildiği, bu uygulamaların adil yargılanma ilkesiyle bağdaşmadığı, Öztürk’ün adil yargılanma hakkının ihlal edildiği ve ve bu hususun tutukluluğuna keyfi bir nitelik kazandıracak kadar ciddi olduğu, bu nedenle özgürlüğünden yoksun bırakılmasının “Kategori III” kapsamında keyfi olduğuna karar verdi (P. 77-84). Çalışma Grubu ayrıca, Öztürk’ün sağlık durumunun vahim olması nedeniyle “acil eylem” prosedürünü uygulamaya koyduğunu belirterek, Türk Hükümeti’nden Öztürk’ün derhal serbest bırakılmasını, kendisine tazminat hakkı tanınmasını ve keyfi olarak özgürlüğünden yoksun bırakan ve haklarını ihlal eden sorumlular hakkında soruşturma başlatılmasını istedi (P. 86-93).1

BM Çalışma Grubu, Hükümetin büyük puntolarla “Darbe girişiminin bir numarası” olarak dünyaya duyurduğu ve tüm aşamalarda bu iddia üzerinden yargılanıp neticeten 141 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılan kişi hakkındaki iddia ve delilleri yeterli bulmadı, keyfi şekilde tutuklandığını tespit etti ve derhal serbest bırakılmasını istedi. Çalışma Grubu Hükümet’in ve rejim yargısının bütün iddiasını çöpe attı. Tabi bu iddia “darbenin bir numarası” denilen bir kişi hakkında olunca, rejimin 15 Temmuz’a ilişkin bütün kurgusu da ciddi ölçüde yara aldı. Rejim yargısı, darbe girişiminden habersiz olan ve olay nedeniyle çağrılıp girişimi durdurmak için çabalayan bir orgenerali darbe girişiminin bir numarası olarak kamuoyuna yutturmaya çalıştı, keyfi ve maksatlı bir kararla tutuklayıp ömür boyu hapse mahkum etti. Peki ya 15 Temmuz’un diğer şüphelileri ve daha alt kademedeki kişiler? Ya da darbe girişimi ile hiçbir ilgisi olmayıp, sadece ByLock, Bank Asya ve benzeri faaliyetler nedeniyle terör suçundan ceza verilenler? Bütün bu kararlar bağımsız ve tarafsız yargı kararı mı, bu davalar hukuka ve adil yargılama ilkelerine uygun mu yürütüldü, keyfi ve özel prosedürler uygulanmadı mı?

Esasında Çalışma Grubu’nun Akın Öztürk kararında yer verdiği bir paragraf, bu karar ile rejim yargısının kararları arasındaki bu taban tabana zıt sonucun nedenini büyük ölçüde açıklayıcı nitelikte. Çalışma Grubu, kararın 71. paragrafında Hükümet’ten gelen bir talebe yer veriyor. Buna göre Erdoğan Hükümeti Çalışma Grubundan, “FETÖ” iddiasıyla yargılananların yaptıkları başvurularda, “özel prosedürler uygulanmasını ve iddiaların reddedilmesini” talep etmiş. Hukuka ve yargı etiğine aykırı bu talebe karşı Çalışma Grubu, “Çalışma Grubu, bir iddiayı kimin dikkatine sunabileceği veya getiremeyeceği konusunda bir ayrım yapmamaktadır. Çalışma Grubu’nun da tarafsız ve bağımsız hareket etmesi gerekmektedir. Bu nedenle, kendisine yapılan tüm başvuruları eşit olarak ele alır ve bunları iddia olarak kabul eder ve ilgili Hükümeti yanıt vermeye davet eder.” şeklinde cevap vermek zorunda kalmış.

Bu talep aslında Hükümetin yargılama süreçlerine dair yaklaşımını, hukuk devletinin temel ilkelerinden sapıldığını, hukukun evrensel ilkeleriyle nasıl bir çelişki içinde olduğunu ve belirli bir kesime yönelik “düşman hukuku” anlayışının benimsendiğini kanıtlayan çarpıcı bir itiraf niteliğinde.

Türkiye BM’den Düşman Ceza Hukuku Uygulamasını mı Talep Etti?

Evrensel hukuk prensiplerine göre, her birey suçluluğu ispat edilene kadar masum kabul edilir ve herkes adil bir yargılama hakkına sahiptir. Ancak Türkiye’nin BM’ye sunduğu bu talep, belli bir kesime yönelik yargısal sürecin baştan itibaren önyargılı ve taraflı olduğunu ve hukukun olağan işleyişinin dışına çıkıldığını gösteriyor. “Özel prosedürler uygulanmalı” ifadesi, standart hukuk kurallarının dışında, düşman ceza hukuku (Feindstrafrecht) benzeri bir yaklaşımın talep edildiğine işaret ediyor. Yani, belirli bir grup için adil yargılanma hakkı ve bireysel suçluluk ilkesi yerine, kolektif suçluluk anlayışıyla hareket edilmesi gerektiği ima ediliyor.

Kolektif cezalandırmanın hedefinde ise Gülen Hareketi mensupları veya gönüllüleri var. Siyasi iktidar, 17-25 Aralık 2013 sonrası Gülen Hareketi’ni “düşman” ilan ederek sistematik baskılar uygulamaya başladı. Erdoğan’ın ve AKP Hükümeti’nin gerek yurt içinde gerekse yurt dışındaki en büyük amaç ve hedefi Gülen Hareketi’ni bitirmek, mensuplarını cezalandırmak oldu. Erdoğan bu hedefi “istiklal mücadelesi” olarak ilan etti ve Gülen Hareketi mensuplarının “A’dan Z’ye bedel ödeyeceklerini”, “her bir ferdi toplumun kazan defterinden düşüne kadar mücadele edeceklerini” söyledi. Bu hedefe ulaşmak için Gülen Hareketi’ni bir terör örgütü olarak kabul ve ilan ettirmek istiyordu. Hemen harekete geçti. Bu konudaki en büyük silahı, mevzuat değişikliği ve siyasi baskılarla yeniden dizayn ederek yürütmeye bağladığı “yargı” oldu.

BM’den özel prosedür uygulanmasını talep eden Hükümet, Türkiye’de bu uygulamaları Gülen Hareketi’ne karşı 17-25 Aralık 2013’ten sonra uygulamaya koydu. Yasalarda değişiklikler yapıldı. Hükümet organizesinde yargı içerisinde Yargıda Birlik Platformu/Derneği isimli bir yapı oluşturularak yargı mensupları Gülen Hareketi’ne karşı organize edildi. Sulh ceza hakimliklerinden başlayarak yargının en üst mercii olan Yargıtay’a kadar uzanan bir süreçte, yargı yeniden dizayn edildi. Ağırlıklı olarak, “Gülen Hareketi’ne karşı iktidar ile birlikte mücadele” sözü veren Yargıda Birlik Derneği üyelerinden seçilen hakimler bu mahkemelerde görevlendirildi. Gülen Hareketi’ne karşı acılan davalar ve bu davalara bakan hakimler takibe alındı. Adalet Bakanlığı, Emniyet ve MİT vasıtasıyla sürekli olarak denetlendi ve üzerlerinde çeşitli baskılar kuruldu. Belirli kararları vermeyen veya beklentilere uygun şekilde hareket etmeyen hakimler görevden alındı ve ihraç, tutuklama, açığa alma gibi tedbirlerle etkisiz hale getirildi.

Siyasi iktidarın bu tür baskı ve yöntemlerle “emre amade” kıldığı yargı, iktidarın elinde bir sopa gibi kullanılarak Gülen Hareketi mensuplarına karşı harekete geçirildi. ByLock kullanımı, Bank Asya’ya para yatırma, yasal sendika veya derneklere üye olma gibi faaliyetler geçmişte suç teşkil etmezken, sonradan ve sadece kolektif cezalandırmanın hedefindeki Gülen Hareketi mensupları için cezalandırma sebebi sayıldı. Bu çerçevede, 2 milyondan fazla kişi hakkında terör suçlamasıyla soruşturmalar açıldı, mallarına el konuldu, kamuda görevli olanlar görevlerinden ihraç edildi. Ayrıca, işkence, adam kaçırma ve keyfi tutuklamalar gibi ağır insan hakları ihlalleri yaşandı. Sonuç olarak, Gülen Hareketi mensubu olduğu iddia edilen kişilere karşı, Nazi Almanya’sındaki ikili devlet/hukuk sistemine benzer şekilde özel prosedürler ve düşman ceza hukuku uygulandı.

Hükümetin Akın Öztürk davasında BM Çalışma Grubu’na yaptığı bu talep, Türkiye’deki bahsi geçen yargı süreçlerinin objektiflikten uzak, siyasi motivasyonlarla ve gizli (sivil bir grubu topyekûn cezalandırma gibi) amaçlarla yürütüldüğünü ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini kanıtlayan bir itiraf niteliğinde. Hükümet, hukukun temel ilkeleri çerçevesinde iddialara cevap vermek yerine, tıpkı rejim mahkemeleri gibi, BM’den de bu ayrımcı ve özel prosedürleri uygulamasını istiyor. BM’nin bu talebi reddetmesi ve “tarafsız ve bağımsız davranarak tüm iddiaları eşit şekilde ele aldığı” vurgusu da, Türkiye’deki yargılamalara dair uluslararası şüpheleri pekiştiriyor.

Nitekim Çalışma Grubu, kararın 87. paragrafında bu hususa da vurgu yapıyor ve son yedi yılda, Türkiye’de keyfi tutuklamalara ilişkin davalarda önemli bir artış olduğu, bu davaların izlediği modelden ciddi şekilde kaygı duyulduğu, uluslararası hukukun temel kurallarına aykırı olarak yaygın ve sistematik bir şekilde verilen hapis cezası veya özgürlükten yoksun bırakmaya yönelik uygulamaların insanlığa karşı suç teşkil edebileceğini hatırlatıyor.

 

1 https://documents.un.org/doc/undoc/gen/g24/208/07/pdf/g2420807.pdf

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir