• Nisan 7, 2020
  • No Comment

Türkiye İçin Genel Af Bir Tercih Değil Zorunluluktur

Türkiye İçin Genel Af Bir Tercih Değil Zorunluluktur

Türkiye tüm dünyada olduğu gibi son günlerde tamamen Corona krizine kilitlenmiş durumda. Popüler gündem olan, işsizlik, ekonominin durumu, doların, euronun önlenemez yükselişi gibi konular neredeyse hiç konuşulmuyor. Türk devleti diğerleri gibi Dünya Sağlık Örgütünün Pandemi uyarısını kabul edip, yine oradan gelen tavsiyeleri dikkate alarak, bu hastalığın insanların en az %70’ine bulaşacağını kabul ederek, en az insan kaybı verecek şekilde süreci yönetme çabasında. Tabi konu Türkiye olunca, disiplinli ve yeknesak bir uygulama gerektiren böylesi önemli bir kriz, pekçok tartışmalı uygulamayı da kendiliğinden gündeme getirdi. Bunlar arasında en önemlisi her biri ayrı bir can olan tutuklu ve hükümlülerin bu hastalıktan korunup korunamayacağı ve durumlarının ne olacağıydı. Adalet Bakanlığı şuanda cezaevlerinde ne kadar mahpus olduğunu açıklamıyor. Ancak 300.000’i çoktan aştığı biliniyor. Hal böyle olunca bu kadar insanın sağlığının akıbetinin ne olacağı ciddi kaygılara neden oldu. Dünyanın farklı ülkelerinden gelen af haberleri, BM yetkililerinin genel tahliye çağrıları dikkatleri,  Cumhurbaşkanı ve Adalet Bakanına çevirdi. Çok geçmeden AKP ve MHP bir yasa teklifi hazırladı, Adalet Komisyonunda görüşüldü, çıkan sonuç son derece tartışmalıydı. Bu tasarı gerek Türkiye gerekse Dünya kamuoyunun beklentilerini karşılamaktan çok uzak. Bu yazımızın başlığından da anlaşılacağı üzere şahsi beklentim ve adalet duygum genel affın gerekliliği üzerinedir. Bu gerekliliği aşağıda açıklama gayreti içinde olacağım.

Türkiye cezaevlerindeki sorun nedir, bu günlere nasıl gelindi ve ne yapılmalı? Bu ve benzeri sorulara cevap ararken sorunların çokluğu dikkat çekmekle birlikte, aralarında ikisi öne çıkmaktadır. Bunlardan ilki cezaevlerinin aşırı kalabalıklaşma nedeniyle içine düştüğü içler acısı durum, ilkinden daha önemli olan ikincisi ise ülkenin yargı sisteminin bir bütün olarak adaletten sapmasıdır. Bu iki sorun birbiri ile ilişkili olup, adaletten sapıldıkça kalabalıklaşma da artmaktadır.

Cezaevi kalabalıklaşması ve AKP’nin bu kalabalıklaşmadaki rolü,

Türkiye cezaevlerinin, Osmanlıdan bu yana en önemli problemi hep kalabalıklaşma olmuştur. Osmanlılar kalabalıklaşma yerine “izdiham” derlerdi. Kalabalıklaşma, kapasiteden fazla mahpus barındırılması nedeniyle mahpus sayısının olması gerekenin çok üstüne çıkmasıdır.

Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı kalabalıklaşmanın sebeplerini ise kronolojik olarak ve özet bir değerlendirme ile şu şekilde izah edebiliriz. 2000 yılına gelindiğinde, Türk Devleti cezaevlerini yönetemez hale gelmişti. Özellikle, Bayrampaşa, Metris, Ulucanlar, ve Buca gibi büyük ve kalabalık cezaevleri mafya ve diğer suç örgütlerinin kontrolü altına girmişti (Bakınız TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Çalışma Raporu 5 Mayıs 1999-1 Ekim 2000)[1]1. Bu süreç 19 Aralık 2000 tarihinde gerçekleştirilen ve daha sonra çok tartışılacak olan Hayata Dönüş Operasyonu ile sonuçlandı. Operasyonun hemen ardından 22 Aralık 2000 tarihinde Rahşan Affı olarak da bilinen genel af benzeri bir şartla tahliye yasası çıkarıldı ve cezaevleri büyük ölçüde boşaltıldı. 2003 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldiğinde ve kalabalıklaşma ve güvenlik gibi sorunları olmayan bir cezaevi yönetimi devraldı.

2004 yılında Ceza Hukuku ile ilgili temel kanunlar olan Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemesi Kanunu ve Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun yenilendi. Değişiklik 2005 yılı Haziran ayında yürürlüğe girdi. Bu yeni kanunlarla cezalar arttı, savcıların özellikle örgütlü suçlarla mücadelede yetkileri genişletildi, cezaların infazı aşamasında ise cezaevlerinde geçirilecek süreler artırıldı. Bu durum haliyle cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlü mevcudunun hızla artmasına netice verdi.

2010 yılına gelindiğinde Anayasa referandumu ve onu takip eden alt mevzuat değişiklikleriyle Yargıtay’ın daire sayısı, üye sayısı ve tetkik hakimi sayısı artırıldı. Hükümet bu değişikliklerle yargının yükünün azalacağını ve yargının artık çok daha hızlı işleyeceğini vaad ediyordu. Vaadedildiği gibi dosyalar Yargıtay’dan çok daha çabuk geçmeye ve kesinleşme süreleri kısalmaya başladı. Yargılama süratlendi ancak cezaevlerindeki mahpus sayısı da hızla arttı. Cezaevi mevcudundaki artış, yeri geldi,  ülke genelinde haftalık 1000 kişiye ulaştı. Bu şu anlama geliyordu. Türkiye’deki en büyük ve en modern cezaevi olan L Tipi bir cezaevinin proje kapasitesi 479 kişidir (Bkz. Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi Cezaevleri Raporu 2015-2016 ve Dünya ve Ülkemizde Cezaevi Mimarlığı ve Güncel Tasarım Ölçütlerinin İrdelenmesi, Yüksek Lisans Tezi Nurcan GÜL, İstanbul 2015)[2] ve bir cezaevinin inşaası ortalama 3 yıl sürmekte iken, bir hafta gibi kısa bir sürede yaşanan tahliyelere rağmen iki cezaevini dolduracak kadar mahpus fazladan cezaevlerine geliyordu.

Tüm bu sorunlar devam etmekte iken özellikle, 17-25 Aralık 2013 tarihinden sonra ülke yönetimini elinde bulunduranlar muhaliflerini hızla cezaevlerine doldurmaya başladı.

Adaletten sapılması ve bunun kalabalıklaşmaya etkisi;

15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleştirilen başarısız darbe girişimi ise Recep Tayyip Erdoğan’ın kendi söylemi ile “Allahın lütfu” oldu ve bu lütuf muhalifler açısından büyük felaketin başlangıcı anlamına geliyordu. Tabi bu durumun cezaevlerine de yansıması olacaktı. Onbinlerce insan kendini bir anda cezaevlerinde buldu. Bu insanlara cezaevlerinde yer bulabilmek için 2016 Ağustos ayında daha önce denenmiş olan ve denetimli serbestlikten faydalanan mahpus sayısını artırarak tahliyelerin yolunu açan bir yasa değişikliği ile 38.000 den fazla adli mahkum cezaevlerinden çıkarıldı[3]. Tahliye edilenlerin yerine darbe girişiminin ilk yılında sadece FETÖ/PDY suçlamasıyla yaklaşık 50.000 insan cezaevine girdi[4]. Bu tutuklamalarda gerekçe olarak 1 Dolar’lık banknot bulundurma, Bank Asya’ya para yatırma, çocuğunu Cemaatin okullarında okutma veya kendisi gitme,  ByLock kullanma, Cemaate yakın bir yayın organında yazar olma veya Cemaatin okullarında çalışma gibi akla ziyan veriler kullanıldı. Böylesi bir uygulama uluslararası bir çok kurum tarafından tepki topladı; yargının siyasallaşmasına ve hukuktan uzaklaşmasına dair ikazlar içeren raporlar yazılıp yayınlandı. Bu kararlar, B.M. İnsan Hakları Komitesi, Haksız Tutuklama Çalışma Grubu kararları ve  bir kısım A.İ.H.M. kararları ile hukuka aykırı kabul edildi.

Süreç bu şekilde devam ederken ülke yönetimindeki popülist yaklaşımlar kendini ceza hukuku uygulamalarında da gösterdi. Mahkemeler 15 Temmuz ve devamında muhaliflere yönelik siyasi dosyalarda bağımsızlık ve tarafsızlıklarını kaybettikleri için gündelik hayatta sıkça rastlanan adli olaylarda dahi siyasilerin ve medyanın elinde kuklaya dönüştüler. Türk Ceza Kanununda yer alan ve tutuklama yasağı bulunan basit yaralama suçunun faili, yazılı ve sosyal medyada gündem olduğu ve siyasilerin diline düştüğü için, bir anda kendini adını bile duymadığı, belki kastında yer almayan, aslında kanunda tanımlanan unsurları da oluşmayan bir şekilde kamu barışına karşı suçlardan dolayı tutuklanır oldular. Aynı sözleri kullanan iktidar partisi üye veya yandaşlarına karşı açılan ceza davaları beraat, hukuk davaları redle sonuçlanırken aynı durum muhalifler için tam tersi neticeler doğurdu.

Uyuşturucu ve cinsel suçlar gibi toplum huzuru ile doğrudan ilgili olan suçlarla mücadele, sosyal tedbirlere başvurulmaksızın, sadece kriminal alana hapsedildi. Bu suçlardan yakalanan hemen herkes tutuklanıp cezaevlerine gönderildi. Artık başarı sayılarla ölçülüyordu. Tutuklanan şüpheli sayısı mücadelenin başarısını gösteriyor, tutuklama kararı verilmemesi ise suçla mücadeleye engel olarak değerlendiriliyordu.

Sayılan suçların cezaları kontrolsüz ve orantısız bir şekilde artırıldığı yetmezmiş gibi şartla tahliye ve denetimli serbestlik gibi müesseseler bu suçlar için zorlaştırıldı. Cezaların artması suçları azaltmadı ancak cezaevindeki bu suçlardan tutuklanan ve mahkûm edilenlerin sayısını artırdı. Tüm bu yanlışlar ve öngörüsüzlükler cezaevlerindeki uzun süreli tutukluluk ve hükümlülükleri artırdı. Cezaevlerindeki mahkûm sirkülasyonunu yavaşlattı. AKP 2003 yılında iktidara geldiğinde 64.296 (Bakınız Barolar Birliği Cezaevleri Raporu) olan cezaevi mevcudu 2019 yılına gelindiğinde 264.031’e ulaştı[5].

Cezaevlerinde yaşanan kalabalıklaşma yanında güvenlik, sağlık, barınma gibi pek çok hayati sorunu beraberinde getirdi. AKP Hükümetleri önüne geçemediği bu hızlı artışa karşı cezaevlerinin genel yönetiminde siyasi ve idari tedbirler alma gayreti içine girdi. Bunlardan ilki idari bir tedbir olan artırılmış kapasiteydi, örneğin proje kapasitesi 479 olan L tipi cezaevi artık 2000 hatta 2500 mahpus alabilecek hale getirildi. Bu çözümde binalar büyümedi sadece koğuşlara yeni ranzalar eklendi. Böylelikle bir L tipi cezaevinde hiçbir alt yapı değişikliği yapılmadan artık 7 kişilik koğuşlarda 45-50 kişi barındırılabilir hale getirildi. C, D, E ve M tipleri gibi eski tip cezaevlerinde ise durum çok daha vahim hale geldi. Su, tuvalet, banyo gibi alt yapı planlaması 7 kişiye göre yapılmış bir koğuşta artık 45-50 kişi kalıyordu.

AKP’nin felaket doğuran çözüm çabaları;

Cezaevlerindeki kalabalıklaşmanın nasıl bir felaket doğurduğu veya ileride doğurabileceği AKP tarafından bizzat biliniyordu. Hatırlanacağı üzere, Urfa E Tipi Cezaevinde 12 Haziran 2012 tarihinde cezaevindeki kalabalıklaşmayı protesto eden mahpuslar koğuştaki yatakları ateşe vermiş ve çıkan yangın ve dumandan etkilenen 13 mahpus vefat etmişti[6]. O dönem Urfa E Tipi Cezaevinin aslında 400 kişi kapasiteli olarak projelendirilip inşa edildiği ancak olay günü 1050 mahpusun cezaevinde bulunduğuna ilişkin haberler basına yansımıştı[7].

Görüldüğü üzere 400 kapasiteli bir cezaevine yeni ranzalar koyarak mevcudu 1050’ye çıkarmak çözüm değil felaket üretiyordu.

Yaşanan felaketler, hükümeti siyasi çözüm olarak da,  af benzeri düzenlemelerle tutuklu ve hükümlüleri tahliye etmeye yöneltti. Böylelikle cezaevi mevcutlarında kısa vadeli düşüşler yaşandı. Rakamsal düşüşler geçici bir rahatlama meydana getirirken öte yandan denetimli serbestlik sistemini felce uğratıp, işlemez hale getirdi. Bu tedbirler, tahliye edilen mahpusların tekrar suç işlemeleri üzerine (kesin hüküm aranmaksızın) cezaevine gelmeleri halinde infazın yarım bırakılan kısmının tamamını kapalı cezaevlerinde geçirmelerini zorunlu kılan düzenlemelerdi. Bu yüzden çözüm yerine kalıcı bir kalabalıklaşmanın da sebebi oldular.

Kalabalıklaşmanın önüne geçemeyen hükümet,  bir başka idari tedbire başvurdu: nakil. Mahpuslar özellikle hükümlüler uzak yakın denilmeden farklı yerlerdeki cezaevlerine transfer edildiler. Mahpuslar ve aileleri için yüz kilometre bile ziyaret için yeteri kadar zahmetli iken, yüzlerce kilometre uzaktaki yerlere nakiller yapıldı. Örneğin ailesi ülkenin güneyinde bulunan bir mahpus kendisine sorulmadan ve haberi dahi olmadan ülkenin en kuzeyine, ülkenin doğusundaki bir mahpus ülkenin en batısına transfer edilebildi. Bu tedbirler de kalabalıklaşmaya çözüm olmadığı gibi ziyaretçilerin yollarda geçirdikleri kazalarla vefatlarına sebebiyet veren felaketlerin sebebi oldu. Türkiye’de kalabalıklaşma günden güne daha da artmakta, sorunlar da git gide büyümektedir. Hükümet ise kalıcı çözümlere yanaşmamaktadır. Yargı reformu adı altında yapılan değişikliklerin hiçbiri cezaevleri sorununa çözüm getirememektedir. Türkiye’de şuan cezaevleri sorunu tamamen kangren olmuş durumdadır. Ancak acısını ve sıkıntısını mahpuslar ve yakınları çekmektedir.

 Corona virüsü ile ilgili infaz düzenlemeleri kalabalıklaşmaya çözüm mü?

Corona virüsünün insanların özellikle kalabalık ortamlarda bulunanlar için ciddi tehdit olduğunda artık herkes hem fikir. Bu yüzden AKP ve MHP de seçim dönemlerinde ısıtıp gündeme getirdiği ancak bir türlü hayata geçiremediği af benzeri infaz düzenlemesini gündeme getirdi. Bu düzenleme ile insan öldürme suçları, uyuşturucu suçları, cinsel suçlar ve terör suçları hariç yaklaşık 90.000 mahpusun tahliyesi hedefleniyor. Bu hiçbirşeyin çözümü değil. Şöyle ki şuan cezaevlerinde 300.000’in üzerinde mahpus var ancak ülkedeki cezaevlerinin gerçek kapasitesi, yukarıda alıntı yaptığımız Tez’deki rakamlar dikkate alındığında 150.000 civarında. Yani yine gerçek kapasitenin üzerinde mahpus cezaevlerinde olacak, yine kalabalıklaşmış bir cezaevi sistemi varlığını sürdürmeye devam edecek. Bunun neticesi olarak mahpuslar Corona virüsü tehdidi ile baş başa olacaklar. Yani bu yasa tasarısı ile hiçbir çözüm üretilmiş olmuyor.

Neden Genel Af ? Adalet vurgusu!

Prof. Dr. Sami Selçuk’un  05.04.2020 günü T24 internet sitesinde bir yazısı yayınlandı. Yazının başlığı “ Şimdi “Genel Af”fın Tam Zamanıdır” idi. Yazıda genel affa gerekçe olarak adaletten sapılması vurgusu hakimdi. Selçuk yazısında, “Türkiye, ceza yargılama yasalarını en kötü uygulayan ülkelerden biridir” önermesinde bulunmuş ve bu önermesini de ayakları yere basan somut olay ve olgularla desteklemiştir. Bu önermede yer alan ceza yargılama yasalarını en kötü uygulamak demek adil bir yargılanma yapılmıyor demektir. Selçuk bu durumu “yargısal yanılgı” olarak nazik bir ifade ile dile getirmiş. Ancak durum “yanılgının” ötesindedir.  Yukarıda da izah ettiğimiz üzere, ülkemizde yargı mercileri hem usul hem de esas bakımından adaletten sapmıştır. Binlerce insan terör suçlusu, teröre yardım, darbe suçlusu gibi siyasi suçlardan, hukuka aykırı ve delil niteliği taşımayan varsayımlarla yok yere cezaevlerine doldurulmuştur.

Durum bunlardan da ibaret değildir. Uyuşturucu ve cinsel suçlarla ilgili olarak da gerçek manzara dışardan göründüğü gibi değildir. Mahkemeler özellikle bu suçlarda medya ve siyasi baskılarla muhatap olmamak için, insanlar hakkında her türlü şüpheden arındırılmış, kati delillere dayanmadan mahkumiyet kararları vermelerinin yanı sıra yasa uygulaması gereği ve taktir yetkisini de üst hadden kullanarak insanları on yıldan 20 yıla kadar uzanan cezalarla mahkum ettiler.

Tüm bu insanlar masum demiyoruz, tabii ki suçu ispatlanmış insan sayısı çok daha fazla olabilir. Ancak adaletin gereği bu değildir. Evrensel hukukun en temel kurallarından olan kati delille ispatlanmadan mahkum edilmeme kuralı özellikle 15 Temmuz sonrası bu suçlar açısından da ihlal edildi. Yargıya herkes müdahale etti, linç kültürü ile gerçeği araştırılmadan, yasanın açık hükmü dikkate alınmadan insanlar adeta yağlı urganlarla meydanlarda sallandırıldı. Mahkemeler de buna alet oldu. Bir kişi bile suçsuz yere on yıldan fazla ceza gerektiren bir suç için cezaevinde tutuluyor ve bu kişi corona virüsten dolayı vefat ederse bunun vebali herkesin boynunadır. “Bir gemide dokuz cani, bir masum bulunsa yine o gemi hiçbir kanunu adaletle batırılmaz” kuralı dikkate alınmalıdır. Diğer bir konu da insanlar suçlarının karşılığı olarak cezaevlerinde pek çok temel haklarından mahrum bırakılmak suretiyle cezalandırılmaktadırlar. Ancak bu temel haklarının arasında yaşam hakkından da mahrum bırakılabileceklerine dair hukuki bir düzenleme yoktur. Olsa adı zaten idam olurdu. Dünyanın hiçbir yerinde idam cezasının infazı insanları günlerce hasta edip boğarak ve acı çektirerek öldüren bir virüsün eline teslim edilmesi değildir, olamaz da.

Hiçbir derde deva olmayacak ve cezaevlerindeki kalabalıklaşmaya da çözüm üretmeyecek olan infaz düzenlemesinin derhal genel af düzenlemesine dönüştürülerek, adaletsiz mahkûmiyetlerin sebep olduğu acıların giderilmesi, yenilerinin de önüne geçilmesi sağlanmalıdır.


[1] https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/docs/21dnm/mayis5_%201999_ekim1_2000.pdf

[2] http://tbbyayinlari.barobirlik.org.tr/TBBBooks/605.pdf , Nurcan GÜL, Dünya ve Ülkemizde Cezaevi Mimarlığı ve Güncel Tasarım Ölçütlerinin İrdelenmesi, Yüksek Lisans Tezi, Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü,  İstanbul 2015

[3] https://www.haberturk.com/gundem/haber/1283679-100-bin-mahkum-tahliye-olabilir

[4] http://www.diken.com.tr/feto-bilancosu-50-bin-tutuklu-105-bin-sanik-9-bin-firari-109-bin-issiz/

[5] http://www.hurriyet.com.tr/gundem/cezaevi-nufusu-264-bin-31-41070059

[6]http://www.diken.com.tr/anayasa-mahkemesi-sanliurfa-cezaevi-yangini-icin-ihmal-var-dedi-400-kisilik-cezaevinde-1050-kisi-kaliyordu/

[7] http://www.diken.com.tr/anayasa-mahkemesi-sanliurfa-cezaevi-yangini-icin-ihmal-var-dedi-400-kisilik-cezaevinde-1050-kisi-kaliyordu/

Bu Yazılarıda Okuyabilirisiniz

Yanlı(ş) Tarih Okumaları

Yanlı(ş) Tarih Okumaları

Taraflı tarih, bir tarihçinin sahiplendiği fikirleri, eğilimleri bilinçli bir şekilde tarihe dayatması, başka bir ifadeyle tarihi verileri bu düşünce ışığında yeniden…
NAİF YARGI(Ç)

NAİF YARGI(Ç)

Önceki dönemde egemen iktidar tarafından “sakıncalı” görülen kişiler fikir ya da düşünceleri nedeniyle soruşturulmuşlar; haklarında iddianameler düzenlenerek yargılanmaları ve hatta mahkûm…
TÜRKİYE’DE ÖTEKİ OLMAK

TÜRKİYE’DE ÖTEKİ OLMAK

Öteki olmak mevcut düzen içinde hakim olanın zıttını ifade eden bir kavram. Benliğin dışsallaştırdığı, yabancı gördüğü ve çoğu zaman ön yargılarla…
KAĞITTAN KAPLAN YARGIMIZ

KAĞITTAN KAPLAN YARGIMIZ

Sivas Sulh Ceza Hâkimliği’nin tutukluluk  halimin devamına dair kararı ile HSYK tarafından verilen benim de ismimin yer aldığı 2847 hâkim ve…

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir