• Ocak 13, 2020
  • No Comment

Savcılar Dava Açmaya Mahkum Mu?

Savcılar Dava Açmaya Mahkum Mu?

Bir suçun işlendiğini herhangi bir şekilde öğrenen Cumhuriyet savcısının görevi, kamu davasının açılmasına yer olup olmadığına karar vermek üzere gerekli araştırmaları yapmaya başlamaktır. Bu süreçte savcısı, maddi gerçeği (yani doğruyu) araştırmak ve bunu yaparken de adil yargılanma ilkesinin gerekliliklerine uygun davranmakla yükümlüdür (CMK md.161). Savcı tarafından kamu davasının açılmasından önce daha soruşturmanın en başında yapılması zorunlu olan zihni faaliyet işlenmiş bir suçun var olup olmadığını belirlemektir. Bunu takip eden ikinci aşamada ise lehe ve aleyhe delilleri toplayarak işlendiği konusunda şüphe bulunan suçun ispatı için lazım olan yeterli delilin mevcut olup olmadığını tayin etmektir.

Yaptığı araştırmalar ve topladığı deliller sonucunda soruşturmaya konu ettiği suçun işlendiği konusunda yeterli şüpheye sahip olan Cumhuriyet savcının iddianame düzenlemesi zorunludur (CMK md. 172). Kanunda yeterli bulunan ve dava açılmasını mecburi hale getiren “yeterli şüphe” tabirinden ne anlaşılması gerektiği ve bunun kapsamı, soruşturma sonrasında savcının dava açma konusundaki takdir yetkisinin sınırlarının çizilmesi açısından hayati öneme sahiptir.

Uygulamada “yeterli şüphe” kavramı dar yorumlanmakta ve soruşturmaya konu suç bağlamında fail hakkındaki aleyhe delillerin ve bunları destekleyen zayıf yan delillerin varlığı yeterli görülmektedir. Şüphelinin lehine olan kuvvetli delillerin değerlendirilmesinden imtina edilerek, bu konudaki zihin yürütmenin mahkemenin görevine giren bir husus olduğu düşüncesiyle iddianame tanzim edilerek şüphelilere sanık sıfatı verilebilmektedir. Mevcut savcılık pratiğinde uygulanagelen, kimi kez Yargıtay tarafından da desteklenen, teftiş ve denetleme birimlerince de bu şekilde yorumlanması istenilen “yeterli şüphe” kavramı, hukuk devleti ve adil yargılanma ilkeleri ile masumiyet karinesi bağlamında yasa koyucunun muradına uygun şekilde mi algılanmaktadır? Yerleşik bu algı AİHM içtihatları bağlamında ne kadar doğrudur? Bu sorular, üzerinde durulması gereken önemli hususları ihtiva etmektedir.

Soruşturmanın başlatılıp devam ettirilebilmesi için soruşturmaya konu edilen “eylemin” sahip olduğu unsurları itibariyle bir suçu oluşturması gerekir. Mevcut delillerin de söz konusu suçun unsurlarının gerçekleştiğine dair “yeterli” olması aranmalıdır. Yani dosyada bulunan deliller, suçun maddi ve manevi unsurlarının tam olduğu, hukuka aykırılık niteliğinde bulunduğu, cezalandırılabilirlik şartlarının eksiksiz olduğunu göstermeli ve bir hukukçu olan savcıyı ikna edebilecek yeterlilikte olmalıdır. Savcının, yürüttüğü soruşturmanın bu özellikleri taşımadığı yönünde kanaatinin oluşması halinde, kamu davası açmaması gerekir.

Bir suçun varlığı yönünde dosyada “yeterli delil” olduğuna kanaat getiren savcının bu aşamadan sonra delillerin ispat kuvvetini, hukuka uygun olarak elde edilip elde edilmediklerini de serbest ve vicdani delil sistemi doğrultusunda takdir ederek kamu davasının açılıp açılmayacağına karar vermesi gerekir.

Suçun işlendiğine dair yeterli şüphenin var olduğu durumlarda dava açma mecburiyeti düşüncesinden hareketle savcılıkları buna zorlamak, savcıların delil değerlendirmesi yapamayacaklarını söylemek, masumiyet karinesi ve adil yargılanma ilkeleri ile açıkça çelişmektedir. Zira savcı mevcut delillerin olayı temsil edip etmediklerini, akla ve mantığa uygun olup olmadıklarını, hukuka uygun şekilde elde edilip edilmediklerini inceleyip denetlemeli, bu konuda soruşturma makamının tek hukukçu kişisi olarak, soruşturmaya konu edilen eylemin failinin kuvvetle muhtemel mahkum olacağına kanaat getirdiği taktirde iddianamesini düzenlemelidir. Savcı bu değerlendirmelerde bulunurken ulusal ve uluslararası yüksek mahkemelerin yaklaşımlarını, teamüllerini ve oluşturdukları ilkeleri de gözönüne almalıdır. Yerleşik Yargıtay uygulamalarına göre, mevcut delillerin mahkumiyetle sonuçlanmayacak nitelikte olduğu açıkça ortada iken, bu delillerin bir de mahkeme tarafından değerlendirilmesi istemiyle açılan kamu davalarına dayanak teşkil eden iddianame metinlerinin adillikleri ve hukukilikleri eleştirilere muhatap olmaktadır.

Hukuki bir belge olan ve hukuk sisteminin bir çok alanda kendisine çeşitli sonuçlar bağladığı iddianamenin düzenlenmesi çok kolay olmamalıdır. Özellikle disiplin hukuku açısından iddianame düzenlenmiş olması, ilgilisi açısından disiplin cezası verilebilmesi için yeterli kabul edilebilmektedir. Bırakınız iddianame düzenlenmesini soruşturmanın başlatılmış olması ve devam ediyor bulunması dahi takdir hakkının çok geniş olduğu disiplin mevzuatında temel veri olarak kullanılabilmektedir. Yine kişiler hakkında soruşturma açılması veya iddianame düzenlenmesi, velev ki beraat ile sonuçlanmış olsa dahi, takdir hakkı kullanan bir çok kurulun (örneğin mülakat heyetlerinin) kanaatlerinin belirlenmesinde çok önemli bir veri niteliği taşımaktadır. Bu nedenledir ki savcılar tarafından soruşturma başlatılması, soruşturmanın devam ettirilmesi, sonrasında iddianame düzenlenmesi bile başlı başına somut sonuçlar doğuran eylem ve işlemlerdir. Bu sürecin en önemli aktörü olan savcının, delil değerlendirmesi hususunda yetkisiz olduğunu iddia etmek veya mevcut yasal düzenlemelerin dar şekilde yorumlanarak yetkilerinin bir nevi gaspedilmesi ile sonuçlanacak yaklaşımlar doğru değildir.

Cumhuriyet savcılarının yürüttükleri soruşturmaların temel amacı “maddi gerçeğe, doğruya, hakikate” ulaşmak olmakla birlikte, bu gayesine erişebilmek için şüphelinin sahip olduğu haklara da azami saygı göstermek ve onları korumakla yükümlüdür (CMK’nın 147, 148, 161).

Savcılık tarafından ortaya konulan “iddianın” mahkemelerce de sabit görülmesi arasındaki orantı, hakkaniyetli ve adaletli, temel hak ve özgürlüklere saygılı bir ceza yargılama sisteminin oluşturulup oluşturulmadığı noktasında önemli bir veridir. Adalet Bakanlığı tarafından 2005-2015 yılları arasına ilişkin sayısal veriler incelendiğinde, açılan kamu davalarının ortalama yüzde 21’i beraat ile sonuçlanmakta, yüzde 35’i ise mahkumiyetle neticelenmekte iken yüzde 44’lük kısmı hakkında ise düşme, zamanaşımı veya ceza verilmesine yer olmadığına dair kararlar verilmektedir. Yüzde 44’lük kısmın önemli bir bölümünün soruşturma ve kovuşturma şartlarının gerçekleştiğinin etkili şekilde araştırılmamış olması nedeniyle verilen düşme kararları olduğu anlaşılmaktadır. Bu veriler bir bütün olarak değerlendirildiğinde savcılar tarafından açılan kamu davalarının çok önemli bir kısmı, yani yüzde 60’a yakın bir bölümü, soruşturma aşamasının etkin şekilde yürütülmemesi, gerekli araştırma yapılmaması, alternatif çözüm yollarının (örneğin uzlaşmanın) işletilememesi gibi nedenlerden dolayı mahkumiyetle sonuçlanmamaktadır.

Yukarıdaki sayısal verilerin bir hukuk devletinde kabul edilmesi, özümsenmesi ve sorgulanmaması olanaklı değildir.

Soruşturma evresi sonunda savcılar tarafından delil takdir yetkisinin bulunduğu kabul edilmeli ve bunun etkin şekilde kullanılması teşvik edilmelidir. Toplanan deliller soruşturmaya konu eylemin bir suç olduğunu gösteriyorsa, mevcut veriler ışığında söz konusu eylemin kovuşturulabilir olduğuna kanaat getirilmişse, şüphelinin lehine ve aleyhine olan deliller şüphelinin mahkumiyeti açısından “yeterli” olarak görülmüşse savcılarca iddianame düzenlenmeli ve kamu davası açılarak şüpheliye sanık sıfatı verilebilmelidir. Aksi bir düşünce ile “bir de mahkeme takdir etsin” gibi yasal olmayan gerekçelerle dava açılması bırakınız hukukiliği, kanunilikten ve hatta mantıkilikten dahi uzak olacaktır.

Aslında savcının iddianame düzenlenmesi için kanunda yer verilen “yeterli şüphe” ibaresinden “mahkumiyete yeterli delil” algılanması gerektiği, CMK’nın 170. maddesinin emredici bir hükmüdür. Şöyle ki, düzenlenecek iddianamede yüklenen suç, suçu oluşturan olaylar ve mevcut deliller ile ilişkilendirilerek ortaya konulmalı; bu yapılırken şüphelinin lehine ve aleyhine olan deliller gözönüne alınıp mantık süzgecinden geçirilmelidir. Bu husus zorunlu olarak savcı tarafından delil değerlendirilmesi yapılmasını gerektirmektedir. Bir çok iddianame CMK’nın 170.maddesine aykırı olarak düzenlenmektedir. Zira deliller tek tek ortaya konulmamakta, şüphelinin lehine ve aleyhine olan deliller sayılmamakta, lehe ve aleyhe deliller bir mantık süzgecinden geçirilip sentez yapılarak bir tez ortaya konulmamaktadır. Bu yapılmadan düzenlenen iddianamelerin şeklen olmasa da, hukuken bir “iddianame” olduğunu söylemek kanaatimizce kolay olmayacaktır.

İddianamenin değerlendirilmesi safhasında mahkemelerce iade edilerek CMK’nın 170.maddesine uygun bir iddianame tanzim edilmesinin istenilmesi halinde birçok iddianamenin gerçekte yazılmaması gerektiği, bunu yazan kişiler tarafından da anlaşılıp kabul edilecektir. Bir hukukçu olan, suçun unsurlarını bilen, cezalandırılabilme şartlarının varlığının zaruriliğini özümsemiş, masumiyet karinesi ve adil yargılanma ilkelerine saygılı bir savcı tarafından, hukuka uygun elde edilip şüphelinin lehine ve aleyhine olabilecek tüm deliller gözönüne alınarak ortaya konulamayacak olgu ve olaylar yargılamaya konu edilmeyecektir. Soyut tahminler, hipotezler, olasılıklar yargılamaya konu edilemez. Kovuşturma aşamasında felsefi düşünceler, kişisel değerlendirmeler değil; akla ve mantığa uygun, bilimsel değer taşıyan somut olgu ve olaylar yargılanmaktadır.

AİHS ile güvence altına alınan adil yargılanma hakkı/ilkesi sadece kovuşturma aşamasını değil, “itham” yapıldığı ve isnatta bulunulduğu andan itibaren (yani soruşturma aşamasından) başlar. Adil yargılanma hakkına saygılı bir savcılık teşkilatından beklenen her iddiayı “iddianame” haline dönüştürerek mahkemeler önüne taşıması değildir. Zira, bizatihi her iddianame doğrudan veya dolaylı olarak “kişilik haklarına” da bir müdahale anlamı taşır. Bu müdahaleyi meşru kılacak ve mazur gösterecek tek sonuç, iddianın mahkemece de sabit görülerek mahkumiyet ile sonuçlanmasıdır.

Sonuç olarak; iddianame düzenlenmesi için yasa koyucu tarafından aranan “yeterli şüphe”nin, mahkumiyete yeterli delil olarak algılanması gerektiğini; bu nedenle savcının dosyada mevcut veriler ışığında suçun tüm unsurları ile gerçekleştiğine kanaat getirdikten sonra iddianame düzenleyebileceğini, kullanılan delillerin hukuka uygun olarak elde edilip edilmediğinin savcı tarafından değerlendirilmesi gerektiğini ve hukuka aykırı delillere iddianamesinde yer vermemesi lazım geldiğini, düzenleyeceği iddianamede deliller ile olgu ve olayları irtibatlandırmasının zorunlu olduğunu ve bu hususun gerek ilk derece ve gerekse temyiz makamları tarafından etkin şekilde denetlenmesinin lüzumlu olduğunu düşünüyoruz.

(NOT: Bu yazı Sayın Fatih Birtek’in “Cumhuriyet Savcısı’nın Delilleri ve Fiili Takdir Yetkisi” başlıklı makalesinden esinlenerek kaleme alınmıştır).

Bu yazı daha önce http://dusunenhukukcu.blogspot.com/2016/05/savcilar-dava-acmaya-mahkum-mu.html adresinde yayımlanmıştır.

Bu Yazılarıda Okuyabilirisiniz

NAİF YARGI(Ç)

NAİF YARGI(Ç)

Önceki dönemde egemen iktidar tarafından “sakıncalı” görülen kişiler fikir ya da düşünceleri nedeniyle soruşturulmuşlar; haklarında iddianameler düzenlenerek yargılanmaları ve hatta mahkûm…
TÜRKİYE’DE ÖTEKİ OLMAK

TÜRKİYE’DE ÖTEKİ OLMAK

Öteki olmak mevcut düzen içinde hakim olanın zıttını ifade eden bir kavram. Benliğin dışsallaştırdığı, yabancı gördüğü ve çoğu zaman ön yargılarla…
KAĞITTAN KAPLAN YARGIMIZ

KAĞITTAN KAPLAN YARGIMIZ

Sivas Sulh Ceza Hâkimliği’nin tutukluluk  halimin devamına dair kararı ile HSYK tarafından verilen benim de ismimin yer aldığı 2847 hâkim ve…
HÜCREMİN MAZGALLARI

HÜCREMİN MAZGALLARI

(Bu yazı 15.1.2017 tarihinde, Silivri cezaevinde tutsaklığım sırasında kaleme alındı)   Dış dünyanın görünen tek yüzü olan gökyüzünü seyrederken bile özgür…

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir