• Nisan 28, 2023
  • 1 Comment

NAZİ HUKUKU, İKİLİ DEVLET VE ANAYASA MAHKEMESİ

NAZİ HUKUKU, İKİLİ DEVLET VE ANAYASA MAHKEMESİ

Türkiye’de son 7 yıldır, tıpkı Nazi Almanya’sında olduğu gibi ikili bir hukuk sistemi işlemektedir. Anayasa Mahkemesi (AYM), Yargıtay ve diğer mahkemelerin verdikleri kararlar bunu açık bir şekilde kanıtlıyor. Son olarak, değerli hukukçu Dr. Gökhan Güneş’in politikyol.com’da kaleme aldığı “AYM’nin 12 gün arayla verdiği iki farklı karar ne anlama gelmektedir?” başlıklı yazısına[1] konu iki karar bunun en çarpıcı örneklerinden birisi. Başta AYM olmak üzere Türk Yargısı, davanın taraflarına göre farklı bir hukuk uyguluyor ve bu uygulama bize Nazi Almanya’sında görülen ikili hukuk sistemini, kısaca “Nazi Hukuku”nu hatırlatıyor.

Nazi Almanya’sındaki ikili hukuk sistemini o dönemde avukatlık yapmış bir hukukçu olan Ernst Fraenkel özetle şöyle belirtiyor: Hitler, 27 Şubat 1933 akşamı Almanya parlamentosu Reichstag’ta çıkan yangından[2] bir gün sonra çıkardığı “Milletin ve Devletin Korunmasına Dair Olağanüstü Hal Kararnamesi” ile temel hak ve özgürlükleri askıya alır. Ernst Fraenkel’e göre, bu tarihten itibaren Almanya’da devletin ikili bir görünümü vardır: Kendini hiçbir biçimde hukukla bağlı saymayan bir “tedbir devleti” ile en azından mevcut kanunlar uyarınca işleri yürütmeye çalışan bir “norm devleti” yan yana ve iç içedir. Tedbir devleti hukukî öngörülebilirliğin temelini oluşturan genel normlara tâbi olmaksızın “siyasi karar” ve “durumun icapları” (konjonktür) uyarınca hareket ederken, norm devleti yürürlükteki kanunlar ve mahkemelerin tesis ettiği hükümler uyarınca işler. Siyasi bir karar ve devletin âli menfaatleri söz konusu olmadığında, örneğin, adli davalar, ticaret hukuku, mülkiyet, borçlar ve iş hukuku gibi konularda, mahkemeler “normu” uygulamaya özen gösteriyor. Yani sadece bu tür kararlara bakınca “hukuk işliyor” sanırsınız. Devletin müdahale etme gereği duyduğu siyasi konularda ise (komünistler, Yahudiler, kapitalist düzen), tedbir devleti devreye giriyor. Yani, aynı idare ve hâkimler, iki farklı hukuk uyguluyor (düşman ve vatandaş hukuku). Siyasal alanın sınırlarını, hangi durum ve meselelerin kamu düzenini, milli güvenliği ve devletin bekasını ilgilendirdiğini, genel hukuk normları uyarınca mı yoksa tedbir devleti tarafından mı ele alınacağını takdir etmek bizzat tedbir devletinin işidir. Norm devletinde önceden bilinen kurallara göre hareket edilirken, tedbir devletinin dayanağı 28 Şubat 1933 tarihli olağanüstü hal kararnamesi. “Devlet için tehdit oluşturan bütün hareketlerle mücadele etme görevi” veren bu kararname ile tüm sınırlar kaldırılmış.[3]

Nazi Almanya’sındaki bu tablo bizim için de oldukça tanıdık. Siyasi iktidarın “Allah’ın lütfu” olarak nitelediği ve sonrasında gerek OHAL ilanı ve bu dönemde çıkarılan OHAL KHK’leri ile gerekse aynı dönemde yapılan Anayasa değişikliği ile yeni bir düzen (tek adam rejimi) inşası için başlangıç teşkil eden 15 Temmuz 2016 tarihli şaibeli girişimden sonra, ülkemizde de gerek mahkeme kararları, gerekse idari işlemlerde aynı ikili devletin varlığı göze çarpmaktadır. Bu ayrım, devletin, yönetimindeki insanları “vatandaş” ve “düşman” olarak sınıflandırması ile de yakından ilgilidir. Devletin “düşman” tanımlamasına uyan kişi veya topluluklara karşı “tedbir devleti” tarafından “düşman hukuku” uygulanırken, bu kapsama girmeyen vatandaşlar için “norm devleti” devrededir ve normal hukuk kuralları uygulanmaktadır. Norm devleti, önceden belirlenmiş olan hukuk kurallarına göre hareket ederken, tedbir devletinin dayanağı, siyasi konjonktüre göre değişebilen ve “Kırmızı Kitap” adıyla bilinen MGK kararları ve OHAL KHK’larıdır ve “devletin bekası”, “milli güvenlik” gibi kaygılarla hareket etmektedir. Hukuk kuralları yasa ile önceden belirlenmiş olduğu halde “düşman” sınıfında sayılan kişilere karşı bu kurallar değil, kapsam ve sınırlarını tedbir devletinin “dilediğince” belirlediği “durumun gerektirdiği tedbirler” uygulanmaktadır. Tedbir devleti, devletin “faşist/ceberut” yüzünü yansıtırken, norm devleti “hukuka bağlılık” görüntüsü vermektedir. Sınırları belirleme yetkisi sadece tedbir devletine aittir. Norm devleti, bu sınırlar içerisinde kalmak ve “hukukun işlediği” görüntüsü altında “nisbi bir normallik” sağlamakla görevlidir, belirlenen sınırları aşamaz, aksi halde “devletin bekası” tehlikeye düşebilir. Örneğin, tedbir devletinin “tehlikeli”, hatta sadece “şüpheli” gördüğü kişiye karşı normal hukuk kurulları uygulanmaz.

Türk Yargısı’nın Gülen Hareketi’ne karşı bakışı tam olarak böyledir. Gülen Hareketi’ne karşı düşman hukuku uygulanırken, rejimin bu “düşman” sınıflandırması kapsamına girmeyen, yani “vatandaş” kabul edilen kişilere karşı normal hukuk uygulanmaktadır. Kararları alt derece mahkemeler için bağlayıcı olan veya emsal teşkil eden AYM ve Yargıtay’ın kararları bu konuda yerleşik bir hal almıştır ve arık bu ayrımcı kararlar kör gözlere sokarcasına ve hiçbir hukuk ve adalet kaygısı gözetilmeden fütursuzca verilebilmektedir. Yazının başında değindiğimiz Dr. Gökhan Güneş’in makalesine konu iki karar örneği bunun en açık ve somut kanıtlarından birisi olarak yargı tarihindeki yerini almıştır. Buna göre AYM, 6.10.2022 tarihli Ahmet Aslan kararında başvurucunun durumunu PYD-YPG terör örgütü hakkındaki yargı kararının kesinleşme tarihine göre değerlendirerek, kesinleşme tarihinden önceki eylemin suça konu edilmesinin ifade özgürlüğü ve cezaların kanuniliği ilkesini ihlal ettiğine karar vermiş iken, 12 gün sonra verdiği Bilal Celalettin Şaşmaz kararında tamamen farklı bir hukuk uygulamıştır. AYM, Gülen Hareketi’ne yönelik davalardaki eylemlerin, Gülen Hareketi’nin “hukuk alanında bir terör örgütü olarak kabul edilmesinden” önce işlenmiş olduğunu tespit etmiş(P. 49), ancak buna rağmen, Gülen Hareketi bakımından kesinleşmiş yargı kararının suçun unsurlarından biri olmadığını, aksi halde eylemlerin unsur yokluğu nedeniyle cezasız kalacağını belirterek(P. 50) bu davalarda kesin yargı kararına gerek görmemiştir. AYM, aşağıda belirtileceği üzere 17-25 Aralık 2013 sonrasında MGK ve Bakanlar Kurulunda alınan ve yargıya da dikte ettirilen “yok etme” kararının, yani soykırım politikasının farkındadır ve bu politikayı boşa düşürmemek için “terör örgütü olarak kabulünden” önceki eylemlerin cezalandırılmasını meşru görmüştür. Üstelik bu eylemler ByLock kullanma, BankAsya’ya para yatırma, yasal bir sendikaya/derneğe üye olma, dini sohbete katılma, KHK ile kapatılan kurumda çalışma gibi tamamen yasal, suç unsuru taşımayan, işlendiği tarihte suç sayılmayan, temel hakları kullanmaktan ibaret eylemlerdir. Birbirine taban tabana zıt bu iki karar, açıktır ki Gülen Hareketi’ne karşı uygulanan düşman hukukunun (soykırım politikasının) bir sonucudur ve yukarıda açıklanan “ikili devlet” anlayışını yansıtmaktadır. AYM bu ayrımcı kararıyla “suçüstü” yakalanmıştır ancak bu karar türünün tek örneği değildir. Son 7 yıllık yargı pratiğinde bu karar gibi binlerce örnek vardır ve bu kararlarda Gülen Hareketi’ne karşı normalden farklı bir uygulandığı açık bir şekilde görülmektedir.

Bu ayrımcı uygulamanın temelinde devletin Gülen Hareketi’ne karşı yürüttüğü soykırım politikası vardır ve dayanağı ise “Kırmızı Kitap” olarak bilinen “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi” dir. TBMM Başkanı Mustafa Şentop Kırgızistan’da yaptığı bir konuşmada, “FETÖ’yü yok edene kadar mücadelemizi sürdüreceğiz. Bu, bir devlet kararlığıdır, devlet kararıdır.” demiş,[4] Erdoğan Rejiminin “FETÖ/PDY” olarak isimlendirdiği Gülen Hareketi’ni yok etmenin bir devlet kararı olduğunu vurgulamıştı. Peki bu “devlet kararı” nedir, nerede, nasıl alınmıştır?

Bu konunun devletin milli güvenlik siyaseti kapsamında ele alındığı anlaşılmaktadır. Anayasaya göre Devletin milli güvenlik siyaseti Milli Güvenlik Kurulunca belirlenir ve tavsiye olarak Cumhurbaşkanına (Nisan 2017 öncesinde Bakanlar Kurulu’na) bildirilir ve Cumhurbaşkanı tarafından değerlendirilir (AY m.118/3). MGK kararları, “Gizli Anayasa” olarak da tabir edilen, erişilebilir ve öngörülebilir olmayan, resmen gizli bir belge olan ve içeriği halk tarafından bilinmeyen, TBMM üyelerinin dahi bilgisi dahilinde olmayan, hukukun kaynakları arasında yer almayan “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”ne, kamuoyunca bilinin adıyla “Kırmızı Kitap”a kaydedilir. MGK kararları hükümete tavsiye niteliğinde olup, bağlayıcılığı da yoktur.

17-25 Aralık 2013 tarihli rüşvet ve yolsuzluk operasyonlarının yapıldığı tarihte Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan, bu operasyonlardan Gülen Hareketi’nin sorumlu tuttu ve “paralel yapı” ithamıyla Gülen Hareketi’ne karşı elindeki tüm devlet olanakları ve medya gücüyle bir savaş başlattı. Gülen Hareketi mensuplarının “A’dan Z’ye bedel ödeyeceklerini”[5] ve onlardan “hesap soracaklarını” söyledi. Bu hedefe ulaşmak için öncelikle bir “devlet kararı” ile Gülen Hareketi’ni terör örgütü olarak kabul ve ilan ettirmek istiyordu.[6] Bunun için de önce MGK’dan, sonra Bakanlar Kurulu’ndan karar çıkartacak ve bu kararları yargı organlarına dikte ettireceklerdi. Erdoğan 29.4.2015’te, “Ya bu devletin varlığını kabul edecekler ya yok olacaklar. MGK’dan sonra kararlarımız çok farklı devam edecek.”[7]; 12.5.2015’te ise “Yargı bundan sonra Kırmızı Kitaba göre karar verecek. Kırmızı Kitap’a girdikten sonra burada yargı mercilerinin de bakışı değişecek. Çünkü bu milli güvenlikle ilgili bir durum.” [8] demişti. Erdoğan, 2014 yılı başlarından itibaren konuyu MGK gündemine taşıdı ve nihayet “Yargı bundan sonra Kırmızı Kitaba göre karar verecek” talimatından 1 yıl sonra, 26.5.2016 tarihli MGK toplantısında “Bir terör örgütü olan paralel devlet yapılanması” ibaresi kullanıldı.[9] Ertesi gün Erdoğan, MGK kararını Bakanlar Kurulu’na gönderdiklerini, (Gülen Harekete’ni) terör örgütü olarak tescil edeceklerini belirterek “Bunlar da aynı kategoride yargılanma sürecinin içerisine girecekler.” dedi.[10] 3 gün sonra, 30.5.2016’da, Numan Kurtulmuş Hükümet adına yaptığı açıklamada “MGK kararının gerektirdiği her şey hem Hükümet, hem gerekli yargı birimleri tarafından yerine getirilecektir.” dedi.[11] Böylece, Gülen Hareketi’ne karşı, yargı organları dâhil devlet olarak topyekûn mücadele edildiği ve bunun yerine getirilmesi için yargıya talimat verildiği ve bu konuda yargının bir silah olarak kullanıldığı soykırım süreci başlatılmış oldu.

Oysa MGK kararlarının yazılı olduğu “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (Kırmızı Kitap)”, erişilebilir ve öngörülebilir nitelikte olmayan gizli bir belgedir ve hukukun kaynakları arasında da değildir. Erdoğan’ın “Yargı Kırmızı Kitaba göre karar verecek” sözleri, devletin yargı üzerindeki egemenliğini ifade etmektedir. Ayrıca kuvvetler ayrılığının ortadan kalktığını ve yargı bağımsızlığının bulunmadığını göstermektedir. Nitekim yargı organları da iktidarın ve MGK’nın bu tahakkümüne ve kendilerine görev/talimat vermesine boyun eğdiler.[12] Erdoğan’ın 17-25 Aralık 2013’ten sonra “paralel yapı ile mücadele” adı altında başlattığı süreç, yani Gülen Hareketi’ni bitirmeye yönelik karar, işlem ve uygulamalar, “Devletin milli güvenlik siyaseti” kapsamında yürütüldü. Yargı organları da verdiği kararlarla bu “devlet kararına” bağlılıklarını kanıtladılar. Böylece Nazi Almanya’sından sonra “ikili devlet” yeniden ortaya çıktı: Gülen Hareketi mensuplarına karşı devletin soykırım politikası çerçevesinde düşman hukuku, diğer vatandaşlara karşı normal hukuk.

Esasında Anayasa’nın 38/4, 9 ve 6/3 maddeleri ile BM MSHS’nin 14 ve AİHS’nin 6. maddeleri birlikte değerlendirildiğinde, MGK ya da Bakanlar Kurulu, masumiyet karinesini ihlal ederek, hiçbir kimseyi ve hiçbir topluluğu suçlu ilan edemez. Bu görev münhasıran yargıya aittir. Bu iki organın yargılama yetkisi olmadığı gibi, mahkeme yerine geçerek kişi ya da kişi gruplarını suçlu ilan etme yetkisi de yoktur. Yine bir yapının terör örgütü olduğu konusundaki karar bağımsız ve tarafsız mahkemelerce verilmelidir. Bağımsızlığını ve tarafsızlığını yitiren, dışarıdan gelen baskı ve talimatlara açık olan ve baskı altında çalışan, devletin ve hükümetin güdümünde, konjonktürel ve politik kaygıları gözeterek karar veren mercilerce verilen kararların bağımsız ve tarafsız bir yargı kararı olduğu da söylenemez.

Ne yazık ki temel hak ve özgürlükleri koruma görevi bulunan ve bu konuda iç hukukta en yüksek ve en son başvuru mercii olan AYM, belirtilen süreç içerisinde Kırmızı Kitap’a göre karar veren ilk mahkeme olmuştur. AYM, yukarıda bahsi geçen 6.10.2022 tarihli Ahmet Aslan kararında bir yapının terör örgütü olduğu hususunda kesinleşmiş yargı kararı aramasına mukabil, 15 Temmuz 2016 sonrası sürecin en başında verdiği bir kararda Gülen Hareketi hakkında hiçbir yargı kararı olmamasına karşın MGK kararını baz alarak karar vermiş ve o tarihten beri de bu davalarda aynı anlayışını sürdürmüştür. AYM 2 üyesinin ihracına ilişkin 4.8.2016 tarihli kararında, MGK kararını yargı kararı yerine koymuştur.[13] AYM’nin, KHK’lar hakkında açılan iptal davalarında, KHK’ya dayalı ihraçlara yönelik bireysel başvurularda (örneğin C.A.(3) kararı), 15 Temmuz’u konu edinen kararlarda (örneğin Aydın Yavuz ve diğerleri kararı), kurumların kapatılması ve malvarlıklarının Hazineye devrine ilişkin KHK’larla ilgili kararlarında,[14] Bank Asya ve ByLock (örneğin Ferhat Kara kararı) gibi Gülen Hareketi’ne yönelik davalarda, hak ve özgürlükleri korumak yerine “milli güvenlik siyasetini” ön planda tuttuğu ve bunun dışına çıkmamak ve hak sınırlamalarını meşru göstermek için çabaladığı görülmektedir. AYM’ye göre bu davalarda A’dan Z’ye herkes aynı konumdadır, örneğin bir ordu komutanı ile bir belediyedeki sözleşmeli temizlik görevlisi arasında fark yoktur; Gülen Hareketi’ne mensup/iltisaklı ise şayet, herhangi bir eylemi olmasa bile, her ikisi de milli güvenlik için bir tehdittir ve cezalandırılmalıdır. Veya bir fakültenin barış akademisyeni dekanının KHK ile ihracı meşru değilken, Gülen Hareketi’ne mensup bir akademisyenin, hatta sıradan bir memurun ihracı meşrudur.[15] KHK ile ihraç edilenlerin iade talepleri “kurum kanaati” gerekçesiyle reddedilmektedir. “Kurum kanaati”nin mucidi de AYM’dir. AYM, 4.8.2016 tarihli kararında iki üyenin ihracına gerekçe olarak somut delil gösterememiş, ancak “(diğer)üyelerin kanaatleri” gibi sihirli bir formülle, bu hukuksuzluğa da öncülük etmiştir(P. 97-98).

AYM, soykırım politikasının icrası için siyasi iktidar tarafından ortaya atılan ve hukukta yeri olmayan “irtibat/iltisak” kavramını meşrulaştırmış ve böylece Gülen Hareketi mensubu veya Hareket ile ilişkili kişilerin A’dan Z’ye aynı torbaya koyarak cezalandırılmasının yolunu açmıştır. AYM kararları, Erdoğan’ın “Bu örgütün içinde yer alanların A’dan Z’ye bedelini ödemesi lazım.” sözünün yargı kararlarıyla icraya konulduğunu ve AYM eliyle de meşrulaştırıldığını göstermektedir. Gerçekten de A’dan Z’ye bir cezalandırma söz konusudur.

AYM, “Devletin milli güvenlik siyaseti”nden taviz vermemek için, yani “Kırmızı Kitap”a veya daha gerçekçi bir deyişle devletin soykırım politikasına bağlılık uğruna AİHM kararlarını, uluslararası sözleşmeleri ve evrensel hukuk ilkelerini dahi uygulamamaktadır. Bunun en tipik örneği AYM’nin Yıldırım Turan kararıdır (B. No: 2017/10536, 4.6.2020). AYM, adı geçen kararında, milli güvenlik siyasetinin aksine karar vermemek için, “Türk mahkemelerinin AİHM’e göre çok daha iyi konumda olduğu” gerekçesiyle AİHM’in eski AYM üyesi Alparslan Altan ve eski Hâkim Hakan Baş hakkındaki ihlal kararlarına uymayacağını açıklamıştır. AİHM, süreç içerisinde 960 yargı mensubunun başvurusunda tutuklamanın haksız olduğuna karar verdiği halde, bugüne kadar AYM ve diğer yargı mercilerinin hiçbirisi bu kararlara uymamıştır.

Devletin 17-25 Aralık 2013 sonrasında MGK kararlarıyla açıkça ilan ettiği yeni düşman Gülen Hareketi’dir. Yukarıda AYM ile ilgili bir kısım örnekler verilmiş ise de, başta terör suçlarına bakan Yargıtay 3. CD. (16.)[16] olmak üzere diğer tüm mahkemeler, Gülen Hareketi’ne karşı, “ikili devlet” tanımlamasındaki tedbir devletinin belirlediği “soykırım politikası” çerçevesinde ayrımcı kararlar vermektedirler. AYM ve diğer mahkemeler, bu davalarda önceden belirlenmiş yazılı hukuk kurallarına göre değil, tedbir devletinin “durumun gerektirdiği ölçü” kriteriyle politik amaç ve çıkarlarına göre ihdas ettiği mer’i ve evrensel hukuka aykırı bir takım kurallara, kısacası “düşman hukukuna” göre hüküm kurmaktadırlar. Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin Birol Erdem kararı bu ayrımcılığın tipik bir örneğidir. Adalet Bakanlığı eski Müsteşarı ve eski HSYK üyesi Birol Erdem hakkında mevcut hukuki normlara göre “üzerine atılı suçu işleme kastı bulunmadığı” gerekçesiyle beraat kararı veren yargı, TCK’nın 21. maddesine göre suçun zorunlu unsurlarından olan “suç kastını” Gülen Hareketi davalarındaki diğer yüzbinlerce kişi hakkında uygulamamış, hatta bu konuyu tartışma konusu bile yapmamış, TCK’nın 21. maddesini adeta yok saymışlardır.[17]

Yargıyı ele geçirerek kontrolsüz bir güce ulaşan iktidar, zaman içerisinde bu düşman hukukunu Kürtler ve diğer muhalif kesimlere karşı da uygulamıştır. Yargının; Osman Kavala, Selahattin Demirtaş, Ömer Faruk Gergerlioğlu, Canan Kaftancıoğlu, Ekrem İmamoğlu gibi isimler hakkında verdiği kararlar buna örnektir. Tedbir devleti düşman hukuku uygularken, genel olarak “terör” bahanesine sarılmakta, kendisine muhalefet eden herkesi “terörist” olarak yaftalamakta ve düşman gördüklerini güdümündeki yargı silahıyla vurmaktadır.

İlginçtir; Nazi Almanya’sında, devlet için tehdit oluşturan komünistlerden olmadıkları halde bazı Hıristiyan cemaatler “komünizmin komünistlerden ibaret olmadığı” gerekçesiyle tedbir devletinin uygulamalarından nasiplerini alırken, ülkemizde de belirlenen düşman konseptine uymadığı halde cezalandırılan muhalif veya “siyasi hedef” kişiler hakkında “terör örgütüne üye olmamakla birlikte” gerekçesine sığınılmaktadır. Örneğin; Büyükada Davası’nda yargılanan hak savunucuları, Rahip Brunson, Sözcü Gazetesi yazarları hakkında verilen mahkûmiyet kararları bu niteliktedir.

Öte yandan AYM’de ağırlıklı olarak Erdoğan ve partisinin seçtiği üyelerden oluşan, siyasi konularda iktidar lehine blok oy kullanan bir çoğunluk oluşmuştur. Bugün itibariyle mevcut 15 üyeden 5’i önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından, 7 üye Erdoğan tarafından ve 3 üye TBMM tarafından, dolayasıyla Meclis’te çoğunluğa sahip iktidar tarafından seçilmiştir. Bu tabloya, Anayasal zorunluğa rağmen bazı AYM kararlarının alt derece mahkemeleri tarafından uygulanmaması, Can Dündar, Ömer Faruk Gergerlioğlu, Barış Akademisyenleri, HDP’ye Hazine yardımı üzerine konulan blokajın kaldırılması kararları gibi iktidarı hoşnut etmeyen kimi kararlara karşı iktidar ve ortaklarının, alt derece mahkemeyi direnmeye çağırma, mahkemeyi kapatma tehdidi veya teröre destek olma gibi ithamlara varacak ölçüde ağır bir şekilde baskı kurmaları, AYM’nin “bağımsız ve tarafsız bir mahkeme” için gereken kriterleri karşılamadığını göstermektedir.

Bu noktada AYM üyeleri Selahaddin Menteş ve Basri Bağcı’nın kurucu üyesi oldukları Yargıda Birlik Derneği’nden de söz etmeliyiz. Zira bu husus adı geçenlerin tarafsızlığı ve devletin “yok etme” kararı ile yakından ilgilidir. İktidar, yargı içerisinde bir grup hâkim-savcıyı Yargıda Birlik Platformu/Derneği (YBP/YBD) adı altında örgütlemiş, bu yolla 17-25 Aralık’ın hemen ardından 12 Ekim 2014 tarihinde yapılan HSYK seçimlerine müdahale ederek bu seçimi kendi güdümündeki bu örgütün kazanmasını sağlamış, bir takım yasal değişikliklerle beraber yargıyı tamamen kendi kontrolü altına almıştır. YBD mensubu hâkim-savcılar, iktidarın tüm devlet kurumlarını da yanına alarak hedef gösterdiği Gülen Hareketi’ne karşı devletin yanında olduklarını ve birlikte mücadele edeceklerini açıklamışlardır. Onlar için bu mücadelenin anlamı, yukarıda da sözü geçtiği üzere, söz konusu yapı mensuplarının A’dan Z’ye cezalandırılması, bedel ödetilmesidir. Meclis Başkanı Mustafa Şentop’un açıkça ifade ettiği üzere bu bir “yok etme” kararıdır. İşbu karar, yargı marifetiyle uygulanmaktadır. Böylece Türk Yargısı, Erdoğan Rejiminin elinde bir soykırım silahına dönüştürülmüştür.

Erdoğan tarafından AYM’ye üye seçilen Selahaddin Menteş ve Basri Bağcı, Adalet Bakanı Müsteşar Yardımcısı oldukları dönemde, YBP/D’nin kurucu üyesi olmuş,[18] YBP/D tarafından düzenlenen toplantılara katılmışlar,[19] çalışmalarına destek olmuşlardır. Yine Erdoğan tarafından üye seçilen ve YBD’yi destekleyen İrfan Fidan, 25 Aralık yolsuzluk dosyasını kapatan ve bundan dolayı terfi verilerek ödüllendirilen 3 savcıdan birisidir ve 17-25 Aralık soruşturmalarını yürüten polislere ve Gülen Hareketi’ne karşı yürütmenin isteği doğrultusunda pek çok soruşturma açmış, Başsavcı olduğu dönemde Gülen Hareketi’ne karşı hasmane açıklamalar yapmış ve dolayısıyla tarafını belli etmiştir. Erdoğan’ın seçtiği diğer isimlerden Yıldız Seferinoğlu’nun üye seçilmeden önce sosyal medya hesabından Gülen Hareketi’ne yönelik davaların hukukiliğine yönelik paylaşımları da tarafsızlığına gölge düşüren niteliktedir. Bütün bu hususlar birlikte nazara alındığında, adı geçen üyelerin Gülen Hareketi’ne yönelik davalarda tarafsız kalacakları şüphelidir; en azından tarafsız bir görünüme sahip olmadıkları açıktır.

AYM’de dava konusunun niteliğine göre; “Devletin milli güvenlik siyasetini(Kırmızı Kitabı)” ilgilendiren,[20] başka deyişle “milli güvenlik” kaygısının ön plana çıktığı kararlarda “oybirliği”, bunun dışında kalan konulardan siyasi iktidarı denetleyen ve iktidarın önem verdiği güncel kararlarda iktidar lehine “oyçokluğu” (blok oy) göze çarpmaktadır.[21] Erdoğan ve partisi tarafından seçilen ve sayısal çoğunluğu elinde bulunduran üyelerin, siyasi konularda, önemli ve kritik dosyalarda, iktidarı hoşnut edecek şekilde hak ve özgürlükler aleyhine karar aldıkları, blok halde hareket ettikleri görülmektedir. Bunun sonucunda, siyasi iktidarı denetleyici ve özgürlükçü kararların önü kesilmiş, kuvvetler ayrılığı ilkesi ciddi biçimde zarar görmüş ve siyasi iktidar lehine bir yargı vesayeti oluşmuştur. Konjonktüre göre tavır alan, siyasi iktidarın çıkarlarını gözeten ve bunu yaparken de hak ve özgürlükler aleyhine karar alabilen hâkimlerin bağımsız ve tarafsız oldukları iddia edilemeyeceği gibi, böyle hâkimlerden oluşan bir mahkemenin bağımsız ve tarafsız bir mahkeme ve etkin bir iç hukuk yolu olduğu da söylenemez.

Sonuç olarak, Anayasa Mahkemesi, Türkiye’de Gülen Hareketi mensuplarına yönelik “FETÖ/PDY” iddiasıyla yürütülen davalar ile bir kısım muhaliflere karşı açılan davalardaki hak ihlallerine karşı bağımsız, tarafsız ve etkin iç hukuk yolu olma vasfını kaybetmiştir. AYM, söz konusu kapsama dâhil olan başvurularda insan hakları temelli değil siyasi rejimin bakış açısı ile değerlendirmeler yapmakta, “milli güvenlik”, “devletin bekası” gibi kaygılarla ve “özgürlükçü” değil, “devletçi” bir yaklaşım sergilemektedir. Üye yapısı, üyelerin atanma biçimi, dışarıdan baskılara karşı açık olmaları, siyasilerden gelen kapatma tehdidi, teröre yardımla itham edilerek baskı kurulması, verdiği kimi kararların alt mahkemelerce uygulanmaması ve nihayet belirtilen davalarda verdiği taraflı ve konjonktürel/siyasi kararlar AYM’nin bağımsız ve tarafsız bir mahkeme olmadığını ve mevcut rejimin çıkarlarını gözeten bir vesayet kurumuna dönüşmüş olduğunu göstermektedir.

Görüldüğü üzere, Alman hukukçu Ernst Fraenkel’in Nazi Hukukuna ilişkin tespitleri ile ülkemizdeki fiili durum neredeyse aynıdır. Bazı yönleriyle bizdeki durumun daha vahim olduğu bile söylenebilir. Ülkemizde şu anda işleyen hukuk sisteminin evrensel hukuk normlarıyla hiçbir ilgisi yoktur. “İkili devlet” tanımlamasına tıpatıp uyan bu sistem tipik bir Nazi Hukukudur.

 

 

 

 

 

 

 

[1] https://www.politikyol.com/aymnin-12-gun-arayla-verdigi-iki-farkli-karar-ne-anlama-gelmektedir/

[2] “REİCHSTAG YANGINI İLE 15 TEMMUZ DARBE GİRİŞİMİ ARASINDAKİ BENZERLİKLER” için bkz https://twitter.com/YusufMetin_KHK/status/1150475166452834304?s=19

[3] https://www.birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-354-ekim-2018-354-ekim-2018/9132/diktatorluk-kuramina-bir-katki-ernst-fraenkel-ve-ikili-devlet/9135 

https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/06/25/yasama-yurutme-yargifuhrer/

[4] https://kronos35.news/tr/sentop-kirgizistanda-fetoyu-yok-edecegiz-bu-bir-devlet-kararidir/

[5] http://www.sabah.com.tr/gundem/2015/04/28/bedelini-odeyecekler

   http://www.hurriyet.com.tr/gundem/28850256.asp

[6] 12.03.2014 tarihinde Kanal24 televizyonunda canlı yayınlanan bir program esnasında kendisi ile röportaj yapan gazeteci Mustafa Karaalioğlu’nun Gülen Hareketi hakkında “Cemaat” tabirini kullanması üzerine Erdoğan’ın sert bir şekilde müdahale ederek; “Bak bir defa şu cemaat ifadesini kullanma, örgüt var, niye korkuyorsun, örgüt var, bir hareket olamaz, örgüt var, cemaat de diyemezsin” şeklindeki sözleri Erdoğan’ın bu amacını yansıtan en çarpıcı örneklerden bir tanesidir (http://www.hurriyet.com.tr/gundem/25995066.asp).

[7] http://www.hurriyet.com.tr/gundem/28862429.asp

[8] http://www.aksam.com.tr/siyaset/paralel-yargiya-karsi-tutuklamalar-surecek/haber-404841

http://www.zaman.com.tr/politika_erdogan-yargiya-yeni-gundem-verdi_2294062.html

http://www.habererk.com/siyaset/erdogandan-u-donusu/15294

[9] MGK kararlarının özet kronolojisi için bkz: Anayasa Mahkemesi’nin 04.08.2016 tarih ve 2016/6 (Değişik İşler) ve 2016/12 karar sayılı (AYM Üyeleri Alparslan Altan ve Erdal Tercan’ın meslekten ihraçlarına ilişkin) kararı.

[10] https://www.hurriyet.com.tr/gundem/erdogandan-chpye-cok-sert-hakaret-tepkisi-40109914

Erdoğan bu sözleri sarf ettiği sırada, Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay başkanları ön sıralarda dinleyiciler arasında yer almış ve Cumhurbaşkanının ana muhalefet partisini eleştiren beyanlarını müteakip alkış tuttukları gözlenmiş, bu durum medyaya yansımıştır.

[11] http://www.kamupersoneli.net/gundem/30-mayis-2016-bakanlar-kurulu-toplantisi-h4308.html

[12] İktidarın koordinesinde önce platform olarak kurulan, sonra dernekleşerek Yargıda Birlik Derneği adını olan örgüte üye yargı mensupları “Yürütmeyle uyumlu çalışacağız, Devletimizin yanındayız” diyerek bu kapsamda soykırım politikasının hizmetkârı oldular.

[13] Anayasa Mahkemesi’nin 04.08.2016 tarih ve 2016/6 (Değişik İşler) ve 2016/12 karar sayılı (AYM Üyeleri Alparslan Altan ve Erdal Tercan’ın meslekten ihraçlarına ilişkin) kararından:

“P. 17.     Süreç içinde Milli Güvenlik Kurulu (MGK) tarafından FETÖ/PDY’nin milli güvenliği tehdit ettiğine, bir terör örgütü olduğuna ve diğer terör örgütleri ile işbirliği yaptığına dair kararlar verilmiştir.

  1. 18. Bu bağlamda MGK Genel Sekreterliği tarafından Kurul toplantılarına ilişkin basın duyurularının FETÖ/PDY ile ilgili değerlendirme yapılan kısımları şöyledir:

  1. 97. Anayasa Mahkemesi Genel Kurulunun, Üyeler Alparslan ALTAN ve Erdal TERCAN hakkında 667 sayılı KHK’nın 3. maddesi uyarınca yapacağı değerlendirme, anılan üyelerin MGK’ca devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplardan MGK kararlarında ifade edildiği şekliyle (bkz. § 18) “Paralel Devlet Yapılanması” ile “üyelik”, “mensubiyet”, “iltisak” veya “irtibat” şeklinde herhangi bir bağlarının olup olmadığına ilişkindir. Yukarıda ifade edildiği üzere bu değerlendirme için Genel Kurulun salt çoğunluğunda anılan üyelerle ilgili oluşacak “kanaat” yeterlidir.”

[14] https://kronos36.news/tr/aym-eski-raportoru-dr-selami-er-yazdi-geyiklere-bundan-boyle-dag-baligi-diyelim/

[15] https://twitter.com/KeremALTIPARMAK/status/1486325479086960644?t=nCSgj-hczR4OjZQ8U-90ug&s=19

[16] Örneğin, Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin ilk derece mahkeme sıfatıyla verdiği ve sonrasında bütün mahkemelerce referans alınan 24.04.2017 tarihli ve 2015/3 E., 2017/3 K. sayılı kararında, Daire, söz konusu yapının bir “terör örgütü” olduğu yönündeki kabulünü, Milli Güvenlik Kurulunun yukarıda belirtilen 26.5.2016 tarihli kararı ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün bir raporuna dayandırmaktadır.

[17] https://www.politikyol.com/yargitay-ceza-genel-kurulunun-birol-erdem-karari-ne-anlama-gelmektedir/

[18] https://m.star.com.tr/guncel/paralel-isyani-yargida-birlik-platformu-getirdi-haber-873991/

[19] https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/yargida-cemaate-karsi-yeni-ittifak-64117

https://www.milliyet.com.tr/gundem/hsyk-seciminde-gozler-cemaatte-1915720

[20] AYM Başkanı Zühtü Arslan’ın, “Bizin için milli güvenlik meselesidir” diyerek Can Dündar kararını eleştiren Erdoğan’a cevap olarak, Doğu ve Güneydoğu’daki “sokağa çıkma yasakları” konusunda yapılan başvuruları “Devletin milli güvenlik politikaları çerçevesinde” reddettiklerine ilişkin sözleri,  verilen kararlarda devletin milli güvenlik siyasetinin gözetildiğini kanıtlamaktadır. http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/522133/Sizin_isiniz_Guvenlik__bizim_isimiz_Ozgurluk.html

[21] https://amp.dw.com/tr/hdpnin-kaderi-aymdeki-kritik-dengede-anahtar-2-%C3%BCyede/a-56925923?__twitter_impression=true

https://twitter.com/YusufMetin_KHK/status/1495120097245020170?t=nLEAdwhF1hPrBo8VTfu2LQ&s=19

Bu Yazılarıda Okuyabilirisiniz

KAĞITTAN KAPLAN YARGIMIZ

KAĞITTAN KAPLAN YARGIMIZ

Sivas Sulh Ceza Hâkimliği’nin tutukluluk  halimin devamına dair kararı ile HSYK tarafından verilen benim de ismimin yer aldığı 2847 hâkim ve…
REALİST-İDEALİST HUKUKÇU

REALİST-İDEALİST HUKUKÇU

Her hukukçu teorik olarak hakkın ne olduğunu, adaletin nasıl tesis edileceğini bilir. Bilmekle kalmaz, bu amaca ulaşmak için çaba sarf edeceğini,…
HUKUKUN ÜNSÜZ YUMUŞAMASI

HUKUKUN ÜNSÜZ YUMUŞAMASI

Türkçede sonu –k ile biten kelimelere ünlü harf ile başlayan bir ek, eklenirse kelime sonundaki –k harfi yumuşar ve g/ğ ye…
Ankesörle İlgili Verdiği Farklı Kararlar Bağlamında Anayasa Mahkemesinin Uyguladığı Düşman Hukuk

Ankesörle İlgili Verdiği Farklı Kararlar Bağlamında Anayasa Mahkemesinin Uyguladığı…

Ankesörle İlgili Verdiği Farklı Kararlar Bağlamında Anayasa Mahkemesinin Uyguladığı Düşman Hukuk   Bu yazı da; Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) ankesörle ilgili verdiği…

1 Comments

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir