“KORONA GÜNLERİNDE” ADALET ve İNSANLIK ARARKEN

“KORONA GÜNLERİNDE” ADALET ve İNSANLIK ARARKEN

RAMAZAN F. GÜZEL

Büyük felaketler bazen büyük insani değerleri, aşkları, sevgileri de ortaya çıkarır…

Bunun yanında insanların bastırılmış kötülük duygularını gün yüzüne yansıtıverir…

Bu konuda en etkin tema da salgın hastalıklar.

Salgın günlerinde ortaya çıkan insani duygu savrulmalarını ortaya koyan çok güzel edebi eserler var. Öyle ki bunlar Nobel başta olmak üzere önemli ödüller de kazandırmıştır.

Salgın günlerine dair en önemli eserlerden birisi de Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez’in “Kolera Günlerinde Aşk” (El amor en los tiempos del cólera, 1985) romanıdır.

Kısa adı Gabo olarak bilinen edebiyatçı aynı zamanda romancı, hikâyeci ve oyun yazarıdır.

20. yüzyılın en önemli yazarlarından birisi olarak nitelendirilen Gabo, 1972’de Neustadt Uluslararası Edebiyat Ödülü’nü ve 1982’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştı. Yazarlık ile hukuk adamlığı arasındaki gelgitleri noktasında da kendisine ayrı bir empati ve yakınlık duyarım…

Korona zamanlarında “Kolera Günlerinde Aşk” (1985) romanı daha bir güncel hale gelmiş olsa da onun Yüzyıllık Yalnızlık (1967), Başkan Babamızın Sonbaharı (1975), Kırmızı Pazartesi (1981) isimli romanları da okunmaya değerdir!..

**

Marquez’in 1985 tarihli romanı “Kolera Günlerinde Aşk”, salgın günlerinde insan kalabilmeyi irdeler.

19. yüzyılın sonları ila 20. yüzyılın başlarında (kabaca 1880-1930) üç insan arasında gelişen karşılıksız aşkı işleyen bu eser, acı çekmeyi yücelten temasıyla dikkat çekmişti. Evet, Kolera günlerinde kolera gibi insanın yakasını bırakmayan acılı bir aşk hikayesi!..

Nobel ödüllü Gabo’nun bu eseri Hollywood tarafından oldukça ilgi görmüş ve yapımcı Scott Steindorff tarafından 2007 yılında sinemaya uyarlanmıştır.

Yine Nobel Ödüllü başka bir yazar olan Albert Camus’un “Veba”sı (La Peste) da başka bir salgın günleri eseri… Hümanist ve Nihilist bir doktorun (Dr. Rieux), cehalet, veba salgını ve de bağnazlığı temsil eden Rahip Paneloux ile savaşması konusu üzerine kurgulanmış olan bu roman, aynı zamanda Fransız asıllı yazar Camus’un Fransızların Cezayir’in işgaline de edebi ve keskin bir eleştirisi idi!

Ermeni Tehciri’nin 106. Yılında bu acı hadiseleri de anmış olalım…

Salgınlar geçip gider; ama, eserler, yazılar kalıcıdır.  Ve bir de salgın dönemlerinde belirgin olarak ortaya çıkan iyi ve kötü insanların yaptıkları kalır hafızalarda. Dr. Rieux ve Rahip Paneloux gibi…

Ya da işgalci Fransa ile buna etik ve ilkesel olarak karşı çıkmış ve tarihe geçmiş olan Camus zıt kutupları gibi…

Şimdilerde ise dünyayı kasıp kavuran başka bir salgın (pandemi) var: Korona virüsü.

Bu kritik zamanlarda da ortaya çıkan insani zaaflar ve kötülükler var. Ve de bunlara karşı savaş veren kimseler…

Bunların da kayıt altına alınması ve ileriki nesillere aktarılması gerekiyor zannımca; ibret olsun diye… Eski bir yargı mensubu, hukukçu olarak bizler bunun yargı boyutundaki kısmını yapmaya çalışıyoruz. Bunun diğer alanlarındaki yansımalarını yapacak kimselere de çok ihtiyaç var…

**

Bazı ülkeler cezaevlerindeki tutuklu insanlarını serbest bırakıyor ki içeride salgının yayılmasıyla toplu ölümler gerçekleşmesin, vatandaşlarının katliamından sorumlu olmasınlar diye…

İnfaz yasaları geçti gitti, on binlerce adli suçlu serbest kaldı; içinde mafya babaları, katiller vs her türden insanlar vardı. Fakat geride cezaevinde kalanlar yine siyasi mahpuslar oldu. Her gün de yeni yeni masumlar içeri alınmaya, zulmedilmeye devam ediliyor!

Bu konuda kaleme aldığımız yazılarda bu işin hukuki boyutunu ortaya koyma yanında, yargı camiasında olup da bu tehlikeye kulak tıkayan, hatta vicdanını öldürüp o insanları yokluğa mahkûm eden yargı mensuplarının içler acısı halini yansıtmaya çalışıyoruz.

Vicdan sahibi herkes bu konularda insanlığa çağrılarda bulunsalar da nafile; kötülük sistematik olarak yayılmaya ve kökleşmeye devam ediyor!

HER ŞEYİN BAŞI ADALET!

Adaletin, demokrasinin, hukukun olmadığı yerde, görüyoruz ki diğer meselelerin sağlıklı bir şekilde halli de imkânsız!

Evet, önce adalet!..

Dolayısıyla da –kendim de eski bir yargı mensubu olmam ve de sürecin ucundan da olsa mağdurların birisi olarak– yargının ve yargı mensuplarının sorunlarını, yaşadıklarını dile getirmeye çalışıyoruz. Çünkü yaşanan bu sürecin en önemli dönemeçlerinden birisi olan “15 Temmuz” sonrası 5 bin kadar yargı mensubu mesleklerinden, özgürlüklerinden, en temel insani haklarından edildiler. Hatta bazıları canından bile oldu!.. Ve başta kendi meslektaşları, meslek kurumları, yüksek mahkemeleri olmak üzere kimse onlara sahip çıkmadı, seslerine kulak vermedi.

Yargıdan çok değerli hukukçular uzaklaştırıldı. Meydan geride kalanlara terkedildi. Yargıda kalan ve/ya yargıya yeni atanan hakim ve savcılar yargıya kişilik ve kimlik kazandırdı, ona rengini verdiler. Yeni oluşan kişiliğin iyi veya kötü olup olmadığı, renginin siyah mı yoksa beyaz mı olduğu, onun kritik durumlarda gösterdiği refleks ile ya da önemli davalarda verdiği kararlarda ortaya çıkar. Ben yazılarımda, çalışmalarımda ve programlarımda yeni yargı sisteminin nasıl işlediğini anlamaya, anladıklarımı anlatmaya çalışıyorum.

Yayınlarımız yargımızın ortalamasının resmidir.

Lakin bazı dostlar, “Sen yazıp duruyorsun da ne değişiyor, kimler okuyor ki?” diyorlar. Hatta bunu sosyal medyada çok daha acımasızca yapanlar da var: “At yalanı, yemeyini….” Şeklinde çiğ sözlerle…

**

Yazı ve söylem ile yapılan mücadelenin neleri değiştirdiğini veya değiştireceğini bilemiyorum.

Hak mücadelesinde sonuç odaklı mücadele etmenin doğru olmadığını ve bünyesinde hayal kırıklıklarını barındırdığını düşünüyorum. Bu tür mücadelede, mücadeleye katılan öncelikle  adalet ve zulüm mücadelesinde safını ve tavrını belirler. Yine kendi içerisinde yaptığı savaşta önemli bir cephe kazanır. Aynaya ve çocuğunun yüzüne baktığında onurlu, şerefli ve mücadeleci bir ruhun yansımasını görmek, mücadele sahibine mutluluk ve kısmi huzur verir.

Hak mücadelesinde, eski bir yargı mensubu olarak, ortaya koyduğum eserlerin tarihe bir not düşme adına önemli olduğunu düşünüyorum. Binlerce yıl önce mağara duvarlarına bir şeyler kazımış ilk insanların mesajlarını şimdikilerin anlamlandırmaya çalışması gibi, bu gün yapılanların sonraki nesillerin hayatı ve zamanımızı anlamlandırmasına olumlu katkı sağlayacağı kuşkusuzdur.

Sanal âleme bıraktığımız söz ve yazılar elbet bir gün muhataplarını bulacaktır.  Umarım gelecek nesil, bu insafsız dönemde bu haksızlıklara -en azından- ses çıkaranların olduğunu bilirler de topumuzu lanet ile anmazlar umarım.

YARGISIZ İNFAZA UĞRAMIŞ YARGI…

Evet, 5 bin kadar yargı mensubu sorgusuz sualsiz görevlerinden alındı. Bu kişiler ağır ithamlarla suçlanmış ve temel hakları dahi ellerinden alınmıştır.

Her ortamda dediğimi burada da yineliyorum: “Bizleri sorgusuz atanlar, zamanında yargıladığımız katillere, tecavüzcülere, hakiki teröristlere tanıdığımız savunma hakkının binde birini bari tanısalardı.” Ama heyhat…

Hukukçuları savunmak gerçekte hukuku savunmaktır. Hakim ve savcısı ya da avukatı baskı altında olan, vicdanına göre özgürce karar veremeyen, tüm güvenceleri ellerinden alınmış bir yargı sistemi adalet üretemez; iktidarın bir sopası haline gelir ve zulüm üretmeye başlar. Bu nedenle yaptığım yorumları bir meslek taassubu olarak değerlendirilmemelidir. Yargı sisteminin yozlaşmasını ele alırken hukukçuların uğradıkları mağduriyetleri merkeze almış olmam, diğer mağduriyetleri küçümsemek veya gözardı etmek olarak algılanmamalıdır. Ancak, diğer mağduriyetlerin temelinde yargının siyasallaşması ve bağımsız ve tarafsızlığını yitirmiş olması her zaman akılda tutulmalıdır.

15 Temmuz sonrasında yargı mensuplarının HSK vasıtasıyla uğradığı mağduriyet Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi tarafından makul karşılanıp desteklenmiştir. AİHM tarafından kendi üyelerini Anayasaya aykırı olarak ihraç edip yargılanmasına cevaz verildiği tespit edilen bir AYM’nin bağımsız olmadığı adeta iktidar tarafından rehin alınmış olduğunu tespit etmek gerekiyor.

Son zamanlarda verdiği kimi “hukuki” kararlarının bir gözboyamadan ibaret olduğu, batı dünyasının kendisine yönelik “sen bir iç hukuk yolu olmaktan çıktın” ithamını ötelemek için bir strateji olduğu görülmelidir.

SALGIN GÜNLERİNDE HER GÜN “RAHATLATAN YENİ BİR OPERASYON!”

Korona salgını yayılmaya başladığında bazı gözü dönmüş kimseler köşelerinde, “Salgın çıktı, Fetö ile mücadele yavaşladı!” diye hayıflanmaya başladığında operasyonlar daha da bir arttı.

Ve her gün yeni bir operasyon haberi ile uyanıyoruz.

Bu kin, bu hırs ne zaman biter?

Bu organize ve sistematik kötülük memleketten ne zaman defolup gider, bilemiyorum.

Ama bildiğim tek şey, birilerinin zalimlere ve hukuku ayaklar altına alanlara insanlığı, vicdanı, hukuku hatırlatmak zorunda olduğu, mücadeleye devam etmek gerektiği…

Kurtuluşu da burada görüyorum. Zira Yaratıcının da böyle buyurduğunu biliyorum: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men’eden bir topluluk olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Ali İmran suresi 104. Ayet)

Herkesi iyiliğe çağrıyı davet ediyorum.

Bulunduğunuz yer ve ortam itibari ile buna müsait değil misiniz: En azından bu yolda gayret edenlere madden, manen omuz veriniz lütfen.

Bunu dahi yapamayanlar en azından bu yolda gayret edenlere çiğ sözleri ile engellemeye, tökezletmeye çalışmasınlar.

Son ricam da bu olsun.

 

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir