- DENEME-MAKALE
- No Comment
Düşman Ceza Hukuku | Hukuk Penceresi
Günler, aylar, yıllar birbirini kovalayıp dururken adına “Yargı” denilen mekanizmanın elinden çıkan her biri ayrı bir “cinayet” niteliğindeki kararların ardı arkası kesilmiyor. Sistemin mağdur ettiği muhalifler, yakınları, hak savunucuları, öyle veya böyle vicdanı harekete geçen herkes hukukun temel ilkelerini ezberledi. Ceza hukuku ve idare hukuku başta olmak üzere hukukun temel kurallarını iyi birer hukukçu gibi öğrendi ve içselleştirdi. Bu tecrübe, her haksız karar ve muamele karşısında insanları önce şaşkınlığa, zamanla ümitsizliğe sevketti.
Neden düşünen, yazan, çizen, eleştiren insanlar cezalandırılıyor? Muktedirin emir kuluna dönüşmeyen kamu görevlisi, yargı mensubu neden işinden ve hürriyetinden yoksun bırakılıyor? Halkın oyuyla seçilen insanlar neden hüriyetlerinden yoksun bırakılıp halkın emanet ettiği mühür ve kalemleri gasbediliyor? Kısacası tek elde toplanmış gücü zayıflatan sivil ve devlet içi dengeler neden kuralsızca darmadağın ediliyor ve neden bu hoyratlığı, canavarlığı umursayan insan sayısı bu kadar az?
Kafalar bu soru işaretleriyle doluyken, küresel bir salgın hukuksuzlukların boyutunun bu kadarla sınırlı olmadığını gösterdi. Çünkü ayrımcılık ve pervasızlık artık doğrudan yaşam hakkına uzandı. Tüm dünyanın makul ve mantıklı tedbirlerine karşılık; cezaevlerine doldurulan, şiddete asla bulaşmamış muhaliflerin tehlikenin korkunç sonuçlara yol açabileceği ortamda bırakılması yönünde kararlı bir irade ile karşı karşıyayız.
Bunların tümüne cevap olabilecek bir adil hukuk kuralı bulunmadığını artık hepimiz biliyoruz. Çünkü uygulanan “düşman ceza hukuku” dur.
Düşman ceza hukuku kavramı ilk olarak 1985 yılında Almanya’da hukuk profesörü Günther Jakobs tarafından ortaya atıldı. İlk zamanlar Alman Ceza kanununun teşebbüs aşamasında kalan bazı suçlar için öngördüğü yaptırım sistemi eleştirisi olarak sıradan bir hukuk teorisi olarak ortaya atıldı. Biraz da Nasyonal Sosyalizm dönemi hukukçularından Carl Schmitt’in “dost – düşman” ayrımının izlerini taşıyan bu teori üç evre geçirdi ve her bir evrede hukukçular nezdinde, günümüzde halen devam eden hararetli tartışmalara neden oldu. En somut uygulaması 11 Eylül olayları sonrası Guantanamo Hapishanesine konulanlarla ilgili yargılama ve infaz usüllerinde kendini göstermiştir.
Bu teori ceza hukuku uygulamasında “vatandaş” ve “düşman” ayrımı yapar. Ceza hukukunda sayılan adam öldürme, hırsızlık, gasp, sahtecilik gibi tüm suçların faillerini “vatandaş” olarak kabul eder. Dolayısıyla yargılanan “vatandaş” ceza yargılama sisteminin tanıdığı her türlü haktan; masumiyet karinesinden, suçta ve cezada kanunilik ilkesinden faydalanır ve her türlü usüli hakkını sonuna kadar kullanabilir. Ceza muhakemesi sistemi “vatandaş” ı muhatap alır, onunla iletişime geçer, hiç bir talebini karşılıksız bırakmaz, adil yargılanmanın her türlü nimetinden faydalandırır. Toplum ve devlet için “birey”dir, yargılanırken “fail” sıfatıyla ceza muhakemesinin bir süjesidir. Bu nedenle kendisine isnad edilen bir “fiil” vardır. Hangi kanunun hangi maddesinde yazılı hangi fiiille suçlandığı belli olduğundan kendisini rahatlıkla savunabilir. En önemlisi de, tanımlanan fiili gerçekleştirmiş olsa bile cezalandırılabilmesi “kusur”unun bulunmasına bağlıdır. Suçu sabit görülüp cezalandırılan “vatandaş”ın cezasının amacı da failin “ıslah olması” ve “toplumsal değerlerin korunması” dır.
“Vatandaş” yargılandığı ülkenin uyruğu olmak zorunda olmadığı gibi, “düşman” da yabancı uyruklu olmak durumunda değildir. Bu “düşman” esasında “iç düşman”dır ve bir “dış düşman”a tanınan haklara bile sahip değildir. Düşman ceza hukukunda amaç, muktedirin menfaatlerini korumak olduğundan, bu menfaatlere zarar verme potansiyeli taşıyan herkes “düşman” dır. Bu “düşman” çoğu zaman “terörist” olarak vasıflandırılır. Düşman ceza hukukunun bir çok ülkedeki kaynağı “terörle mücadele yasa”larıdır. İçeriği, gücü elinde bulunduran tarafından rahatlıkla doldurulabilen bu yasalar sayesinde herkes her an “düşman” ya da “terörist” olarak ilan edilebilir. Jakobs’un basitçe tanımıyla; “kişisel davranışlarında yeterli derecede bilişsel güvenlik sunmayan” dır “düşman”.
“Vatandaş”ın aksine “düşman” masumiyet karinesinden faydalanmaz, müktedirin izlenimine göre tehlikeli görülmesi, suçlanması için yeterlidir. Hedef herhangi bir fiil değil “fail” dir. Suçlama ve iddialar hatta kararlar “kim” sorusunu cevaplamakla uğraşır. Suçluluğu için delil gerekmediği gibi, kendisine isnad edilen suçlamanın daha önce yasaklanmış bir fiil olması da gerekmez. Böylece suçta ve cezada kanunilik ilkesi de masumiyet hakkı da bertaraf edilmiş olur. Suçsuzluğunu ıspatlamak “düşman”ın yükümlülüğüdür. Fakat bunun için bile ceza muhakemesinin güvencelerinden faydalanamaz. Çünkü o “birey” olarak değil “tehlike” olarak algılanır. Dolayısıyla diyalog yolları kapalıdır, muhakemeden beklenen diyalektik gerçekleşemez, tüm tezleri, karşı iddiaları, savunmaları ya boşluğa gider ya da bir duvara çarpıp geri döner. Kusurlu olup olmamasının hiç bir önemi yoktur. Muktedirin “kim” sorusuna verdiği cevap değişmediği sürece suçludur ve bu suçtan mahkum edilmelidir. Muktedirin istediği şekilde “terbiye” olmadıysa suçlu bulununcaya kadar masum değildir. Cezasının infazında amaç “ıslah” yerine bu tehlikenin (!) “toplumdan tecridi” ile “kamu güvenliği” dir. Bu nedenle, ne pahasına olursa olsun “düşman”ın önü mutlaka kesilmelidir. Jakobs’un deyimiyle düşman ceza hukukunu öngören yasaların “veba ve koleraya karşı mücadele” gibi bir amacı vardır ve aslında yürütülen bir “savaş”tır.
Düşman ceza hukukunun uygulanmasında yargı dahil resmi ve gayr-ı resmi tüm erkler tek kişi veya grubun elinde bulunur. Bu pratiği sürdürmek, toplum ve siyaset alanında muhalefet olmamasını gerektirir. Bu açıdan, düşman ceza hukukunun uygulandığı ortamda, toplum da totalitarizmi benimsemiş ve gönüllü destekçisi olmayı kabul etmiştir. Totaliter karaktere sahip yönetimlerin en önemli silahı düşman ceza hukukunun gönüllü uygulayıcısı olan yargıya sahip olmasıdır. Yargı, diğer tüm güçler gibi önceden muktedirin kullanımına hazır hale getirilmiş ve yeri geldiğinde sahibinin menfaati adına her türlü “adli cinayet”i işlemeye hazırdır.
Başta sorduğumuz sorulara bu çerçeveden baktığımızda hiçbir uygulamanın şaşırtıcı olmadığını, bilinçli bir tercih olduğunu rahatlıkla anlıyoruz. Bütün devlet terörü uygulamalarında olduğu gibi Türkiye’de de düşman ceza hukukunun ana taşıyıcılarından biri yargıdır. Nürnberg yargılamalarında Nazi yargıçları ve Adalet Bakanlığı yetkilileri “adli cinayet” ten yargılanmışlardı. Adına “yargı kararı” denilerek bugün Türkiye’de insanların canına, malına, hürriyetine ve zamanına karşı işlenen suçlardan kaçışı olmayan tek kesim, delilleri kendi elleriyle imzalayarak bırakan yargı mensuplarıdır.