Yeni Ben’in İnşası

Yeni Ben’in İnşası

Bir ülkeyi terk etmek, yalnızca sınırları aşmak değildir; insanın kendi hikâyesini, hatıralarını, dilini ve adalet duygusunu da geride bırakmasıdır. Geride kalan yalnızca bir toprak değil, bir ses, bir kokudur. Bir zamanlar “biz” dediği topluluk tarafından dışlanmış, lincin gölgesinde yaşamış, adaletin suskunluğunda çürümeye terk edilmiş birinin göçü, aslında bir yeniden doğuştur ama sancılı bir doğumdur bu.

Yeni ülkeye adım attığında hava bile yabancıdır. Sokaklar, tabelalar, yüzler… Her biri “sen burada misafirsin” der gibi. Oysa giden kişi misafir olmak istememiştir; sadece yaşamak, sadece insan gibi var olmak istemiştir. Ama o da bilir ki, adaletin olmadığı yerde insanın kendisi de eksilir. Ülkesinde eksilen yanını, yeni yerinde tamamlamak ister. Fakat yaralar kolay kolay kabuk bağlamaz; bazen kabuk bağlar ama altı hâlâ kanar.

Yeni ülkede kimlik kartı almak kolaydır, ama yeni bir kimlik kurmak zor. “Ben kimim?” sorusu her sabah aynada yeniden sorulur. Göçmenlik, kimliğin çoğullaşması değil bazen parçalanmasıdır. Yeni ben, eski benle sürekli çatışır. Eski ben, ana dilinde düşünür, eski ülkenin adaletini arar; yeni ben, hayatta kalmak için sessizleşir, uyum sağlar, kabuğuna çekilir.

Bir yanıyla eskisi gibi olmak ister, bir yanıyla da “artık öyle olamam” der.

Çocuklarla aradaki uçurum büyür. Onlar dilin yükünü taşımadan konuşurlar; kelimeler dillerinde hafif, ama anne-babanın kulağında ağırdır. Bir kelimenin eksikliği, bir kültürün kaybıdır. Refik Halit’in Eskici hikâyesinde olduğu gibi, bir Türkçe kelimeye, bir ana dilin sıcaklığına muhtaç kalır insan.

Çocuk, okulda yeni dilde gülmeyi öğrenirken, anne o gülüşün içinde kendi sesini kaybeder. Evde konuşulan her kelime, iki kuşağın arasında görünmez bir duvar örer. Bir taraf “geleceğe” bakarken, diğer taraf “geçmişte” asılı kalır.

Zaman geçtikçe, o kişi önce kendi gibi olanlarla yan yana gelir. Aynı acının insanları, birbirine sığınır. Göçmen kahvelerinde, aynı hikâyeler dönüp dolaşır: kim nasıl kaçtı, kim nasıl dayandı, kim nasıl sustu… Bu ortaklık, bir tür yara kardeşliğidir.

Ama sonra, bir gün, o insan yavaş yavaş sessizleşir. Kalabalığın içinde bile yalnız olmayı öğrenir. Çünkü “biz”in içinden çıkıp “ben” olmanın zamanı gelmiştir.

Kendine ait bir benlik, geçmişin tortusundan, geleceğin belirsizliğinden yoğrulur. Bu yeni ben, ne tamamen eskiye aittir ne de bütünüyle yeniye. Arada, geçiş hâlindedir.

Yeni ben, artık ne bir yere tam ait olmanın peşindedir ne de köksüzlüğün.

O, kendi hikâyesini yeniden yazan, kendi sesini yeniden bulan kişidir.

Bilir ki göç, sadece bir yer değişikliği değil, bir ben değişikliğidir.

Ve her sabah, aynada gördüğü yüze yavaşça alışır:

Bu kez, kendi elleriyle inşa ettiği yeni ben’dir o.

Göçmenlik bir yandan öğretir de insana; sessiz kalmayı, sabretmeyi, yeniden başlamayı… Ama aynı zamanda bir unutma sanatı gibidir. Çünkü unutmadıkça yaşamak zorlaşır.

Bazıları yeni ülkede kendi dilini unutarak hayatta kalır, bazıları unutmamak için yazıya sarılır.

Orhan Pamuk’un bir yerinde dediği gibi, “insan, hatırladıkça kendisi olur.”

Ama göçmen için hatırlamak bazen bir lüks, bazen de bir cehennemdir.

Kimi zaman bir çocuk oyuncağında, kimi zaman bir kelimenin tonunda geçmiş ansızın geri döner.

Bir ses, bir yemek kokusu, bir ezan sesi…

Hepsi birden, insanın içinde unuttuğunu sandığı o eski ülkeyi diriltir.

Ve göçmen, bir kez daha aynı gerçekle yüzleşir:

Toprak değişir, hava değişir, ama acının kokusu değişmez.

Yeni ülke, çoğu zaman adil değildir ama en azından öngörülebilirdir.

Orada yasa işler, ama merhamet eksiktir.

Eski ülkede ise yasa işlemez, ama sokak köşelerinde bile bir sıcaklık kalırdı.

İnsan ikisinin ortasında bir yere ait olmayı ister.

Ama belki de artık mümkün değildir o.

Bir gün, biri ona sorar:

“Nerelisin?”

Duraksar.

Bir ülke adı söylemek içinden gelmez.

Çünkü o artık ülkelerin vatandaşı değil, kendi yaralarının taşıyıcısıdır.

Biraz oradan, biraz buradan, en çok da aradaki boşluktandır.

Ama o boşluk, bir kimliksizlik değil, bir yeniden inşa alanıdır.

Çünkü göçmen, en sonunda kendi ülkesini içinde kurar:

Bir anı, bir kelime, bir dua, bir direniş biçiminde.

Artık pasaportundaki ülke değil, kalbindeki inanç belirler kim olduğunu.

Ve belki de işte o an, göçün bitip insanın yeniden başlamasıdır.

Bir yeri değil, kendini bulduğu an.

Yorgun ama ayakta, suskun ama dirençli bir sesle fısıldar kendi kendine:

“Ben artık yeni ben’im.”

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir