yargı arşivleri - Hukuk Penceresi https://hukukpenceresi.com/tag/yargi/ Zulüm karanlığına ışık saçan pencere Sun, 21 Jan 2024 03:41:12 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hukukpenceresi.com/wp-content/uploads/2022/06/indir-150x150.jpeg yargı arşivleri - Hukuk Penceresi https://hukukpenceresi.com/tag/yargi/ 32 32 MIŞ GİBİ YARGI https://hukukpenceresi.com/mis-gibi-yapan-yargimiz/ https://hukukpenceresi.com/mis-gibi-yapan-yargimiz/#comments Thu, 28 Dec 2023 23:41:36 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=9108 Toplumumuz, üzerlerinde şeklen hoş ve içi boş etiketler taşıyan, bunları kötülüklerine maske yapan insan görünümlü, ancak ruhen esfeli safiline demirli bir “sürü/yığın” tarafından istila edilmiş sanki. Etraf yüzlerce edebiyatçı, tarihçi, ilahiyatçı, sosyolog, psikolog, hukukçu, doktor, öğretmen, her rütbeden asker “şeylerle” dolu. Bu sıfatların hepsi, bir şekilde bu kişilerin üzerlerine asılmış ve oradan çıkartılması unutulmuş eski […]

MIŞ GİBİ YARGI yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Toplumumuz, üzerlerinde şeklen hoş ve içi boş etiketler taşıyan, bunları kötülüklerine maske yapan insan görünümlü, ancak ruhen esfeli safiline demirli bir “sürü/yığın” tarafından istila edilmiş sanki.

Etraf yüzlerce edebiyatçı, tarihçi, ilahiyatçı, sosyolog, psikolog, hukukçu, doktor, öğretmen, her rütbeden asker “şeylerle” dolu. Bu sıfatların hepsi, bir şekilde bu kişilerin üzerlerine asılmış ve oradan çıkartılması unutulmuş eski tabelalar gibi.

Bir zamanlar gürül gürül sularıyla kıvrım kıvrım akan, geçtiği yerlere bereket götüren her ırmağa bir ad verilmiş. Irmak kurusa, suları çekilip bataklığa dönüşse, mikrop ve hastalık yaymaya başlasa da, bunların adı yine “ırmak” olarak tekrarlanmaya devam eder.

Bunun gibi, yatağı kurumuş ya da bataklığa evrilmiş ırmakların nasıl isimleri değiştirilmiyorsa; benzer şekilde, “suyu çekilmiş” olmasına rağmen, daha önceden verilen ve haksız şekilde kullanılmaya devam eden hukukçu, aydın, akademisyen, sanatçı, ilahiyatçı vs. isimleri taşıyor sayısız insan. İşin vahim tarafı, kaynakları kuruyan, kurumakla kalmayıp kokuşmaya başlayan kişilerin bu hallerinden habersiz olmaları yahut durumlarını kabul etmemesidir; daha acı olanı ise birçoğunun bilmesine rağmen rollerine utanmaz şekilde devam etmeleridir.

Onlarca hukuk fakültemiz var ve buraları bitiren binlerce mezuna sahibiz. Bu mezunlara her yıl yenileri de eklenmeye devam ediyor. İnsanlarımızın haklarını arayabilmeleri için büyük, şaşalı ve iddialı adliye “saraylarımız” var. Ama bunların hepsinin içi “boş”.

Ne hukukçularımız mesuliyetlerinin tam olarak idrakinde olarak yetişiyorlar ve mesleklerini icra ediyorlar, ne de adliyeler hak dağıtımı fonksiyonu yerine getiriyor.

Hukuk sistemimizde yaşananlar bir tiyatro sahnesinden farksız. Seyirlik bir yargımız var. 

Sahnede her şey ve kişi kurgudan ibaret; Sahte figüranlar rollerini oynuyorlar ve sahneden çekiliyorlar halkın alkışları eşliğinde. Gösteri bittiğinde geride ne dağıtımı yapılan bir adalet, ne telafi edilen zararlar ve ne de tatmin edilen mağdurlar var.

“Mış” gibi çalışan bir yargı sistemimiz var. Devasa büyüklüğüne, kocaman çarklarına ve harcadığı onca enerjiye ve paraya rağmen, beklenen ürünleri vermekten aciz, hatta sürekli hüsran kaynağı yargımız.

Hak dağıtımında aracı olması gereken yargı kurumları adeta bir “tapınak”, orada vazife icra edenler ise oluşturdukları kendi putlarına tapan, onu kullanan ve ondan korkan zavallı kullar gibi davranıyorlar. Soranız her hukukçu “Adalet Tanrıçası’na” taptığını söyler; ancak birçoğu kalbinde para, makam, mevki, şehvet ve şöhret putlarını gizler riyakârca ve asıl korktuğu gücün “iktidar” olduğunu ikrar edemez.

MIŞ GİBİ YARGI yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/mis-gibi-yapan-yargimiz/feed/ 1
1909’dan 2016’ya Değişen Sadece Tarih Mi? https://hukukpenceresi.com/1909dan-2016ya-degisen-sadece-tarih-mi/ https://hukukpenceresi.com/1909dan-2016ya-degisen-sadece-tarih-mi/#comments Mon, 30 Oct 2023 22:37:50 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=9101 Her siyasi rejim, ister Monarşi olsun ister Oligarşi (yerleşik ya da ihtilalci) isterse de Demokrasi, meşrutiyetini Hukuki bir zeminde kabullendirmek ister. Her rejim ya da iktidar değişikliğinde ilk tasfiye Hukuk alanında olmalıdır. Bunda kendi düzenini kurmak isteyen siyasi erkin her şeyden önce (askeri ve bürokratik güçlerden de önce, ki onların tasfiyesi içinde ilk gereken) ilk […]

1909’dan 2016’ya Değişen Sadece Tarih Mi? yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Her siyasi rejim, ister Monarşi olsun ister Oligarşi (yerleşik ya da ihtilalci) isterse de Demokrasi, meşrutiyetini Hukuki bir zeminde kabullendirmek ister. Her rejim ya da iktidar değişikliğinde ilk tasfiye Hukuk alanında olmalıdır. Bunda kendi düzenini kurmak isteyen siyasi erkin her şeyden önce (askeri ve bürokratik güçlerden de önce, ki onların tasfiyesi içinde ilk gereken) ilk ödevi haline gelmiştir.

Aslında bu düzen-iktidar değişikliklerinde hukuksuz uygulamalara karşı durabilecek en büyük ve meşru (askerlere karşı da kabul edilen) gücün Hukuk – Adalet sisteminden (yargı mensuplarından) geleceği düşünüldüğünde siyasi olarak normal sayılabilir.

Ancak gücünü “Adalet” duygusundan alan Hukukçuların bir kısmının bu değişim ve tasfiyede öncü olması hatta yönlendirici olması söz konusudur. 27 Mayıs İhtilalini meşruiyet kazandırmak için özel olarak Ankara’ya getirilen yüksek Hukuk adamlarının Çankaya’da darbecilere yaptıklarının hukuksuzluğunu anlatma fırsatı kazandıkları zamanda bile (darbecilerin anılarında yazdığı şekliyle) onlara destek ve hukuki meşrutiyet aklı verdiklerini biliyoruz. Yüksek Adalet Divanı da o günün Hukukçu aklının ürünüdür. Tıpkı günümüzün 17 -25 Aralık sonrası kurulan Sulh Ceza Hâkimliği (90’ların DGM’si gibi) gibi tasfiye ve muhalifleri ceza ve korkutmak için bizzat Hukukçu aklın ürünü olmuştur.

Meşruiyetini hukuktan, adaletten almayan ama hukuku silah olarak kullanan bu zihniyetin adı bazen İstiklal Mahkemesi bazen Yüksek Adalet Divanı ya da Sulh Ceza olmuştur.

Gelinen noktaya bakıldığında AKP Yargısı (15 Temmuz Yargısı da denebilir) bu toprakların gördüğü ilk hukuksuz Yargı ürünü değildir. Tarih bu topraklarda sürekli devam eden, birilerini öcü ilan edip sonra şartları olgunlaştırıp normalde yapamayacağı tasfiyeleri yapanları  (OHAL, Sıkıyönetim veya Tensikat) göstermiştir.

1909 de İttihatçılar 31 Mart’ı bahane edip yönetimi ele alınca geniş bir tasfiye ile sadece 31 Martla bağı olan değil kendilerine bağlılık yemini etmemiş olanları ve/ya bunu fiilleri ile göstermeyenleri de tespit edip hepsini toptan tasfiyeye giriştiler. Hatta bu isimleri tespit etmek için tanıdık bir uygulama devreye soktular. Her bakanlığın içinde kendilerine bağlı olan bir gayri resmi heyete kendi meslektaşlarını önce fişletme sonra tasfiye etme ödevi verdiler. Yapmayanları dönemin hukuk sistemi içinde ezdiler. Öncelikle hukuk adamlarından başlayarak geniş bir tasfiye yaptılar. Sonra da tek özelliği rejime bağlı olan, hukuk tanımaz ve çoğu da hukukçu olmayan ama mahkeme yapan bir yapı oluştu. Bunun devamı diyeceğimiz İstiklal Mahkemelerinde hakimlerin hukukçu (Hukuk Eğitimi almamış) olmadığı gibi.

1909 Tensikatından  15 Temmuz Yargısına gelene kadar pek bir şey değişmemiş diyebiliriz. Kullanılan tarih 31 Mart iken 15 Temmuz olmuş ama arkadaşlarını satan Hukuk insanları yine bu hukuksuz rejimin önünü açmak için fişleme, tasfiye için hukuksuz gruplar kurarak Anayasa dışı yöntemle anayasal devleti koruma, kurtarma (kurutma ve kendi menfaatlerini koruma) yolunda yürüyorlar. Yine tasfiyeler neticesinde tecrübesi olmayan kişiler yüksek hukuk adamı (Hakim, Savcı, Yargıtay üyesi gibi) olup sosyolojiye konu olacak bir düzeni yasatmaya çalışıyorlar. Tecrübeli ve liyakatli olanları sırf kendi hukuksuzluklarına hukuki olarak cevaz vermez diye tasfiye ettiler.

Peki bu düzen değişebilir mi? Ne yazık ki bu çok zor hatta kısa zamanda mümkün gözükmüyor. Eğer bu bir askeri yönetim olsa idi zamanla askeri yönetim yerini sivil anlayışa bırakabilirdi. Ama bu hukukun yerle bir edilmesi ve tuzun kokması durumudur. Yer yer yapılan yeni tasfiyelerde düşman bulamayıp yeni düşman olarak birbirlerini gören menfaat gruplarının çatışmasıdır. Ve her çatışma bir tarafa kazandırıp diğerine kaybettirmez. Kazanan da yara alır. Cemaat adı altında yapılan tasfiyeler için bir araya gelen birbirinden farklı güç odaklarını şu an sadece pasta paylaşımı ve kendi alanları ile yetinmeme savaşındalar. Bir mahkemenin ağır ceza verdiğine bir il başkanının telefonu ile önce tutuksuz sonra beraat verebilir Bir mafya düzeninin kullanılan bir tarafı olarak kalan bir hukuk düzeninde bir dönüşüm, temiz eller beklemek sadece ütopik bir düşünce olabilir.

Bir büyüğümüzün 2000 li yılların içinde dediği bir söz vardı. “Bu ülkede artık askeri darbe olmaz, ancak hukuki darbe olur” Gelinen nokta itibarıyla hukuki darbenin askeri darbeden daha tehlikeli ve ülkede çözümü neredeyse imkânsız hale geldiği bir durumla karşı karşıyayız.

1909’dan 2016’ya Değişen Sadece Tarih Mi? yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/1909dan-2016ya-degisen-sadece-tarih-mi/feed/ 1
Rejimin Militan Yargısından Kesitler (1) https://hukukpenceresi.com/rejimin-militan-yargisindan-kesitler-1/ https://hukukpenceresi.com/rejimin-militan-yargisindan-kesitler-1/#respond Tue, 01 Nov 2022 23:00:43 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=8947 AKP hükümetleri, uzun süre halkın çoğunluğunun desteğini aldı ve bunun etkisiyle ciddi bir güç zehirlenmesi yaşadı. Özellikle 2010 Referandumundan sonra salt çoğunluğa ulaştıktan sonra hızla evrensel demokratik değerlerden uzaklaşarak otokratik ve despotik bir yönetime evirilmeye başladı. Buna bağlı olarak aynı minvalde bürokratik unsurlarda da zorbalaşma eğilimi baş gösterdi. Yargı bürokrasisi içindeki siyasi iktidarla aynı ideolojik […]

Rejimin Militan Yargısından Kesitler (1) yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
AKP hükümetleri, uzun süre halkın çoğunluğunun desteğini aldı ve bunun etkisiyle ciddi bir güç zehirlenmesi yaşadı. Özellikle 2010 Referandumundan sonra salt çoğunluğa ulaştıktan sonra hızla evrensel demokratik değerlerden uzaklaşarak otokratik ve despotik bir yönetime evirilmeye başladı. Buna bağlı olarak aynı minvalde bürokratik unsurlarda da zorbalaşma eğilimi baş gösterdi. Yargı bürokrasisi içindeki siyasi iktidarla aynı ideolojik kumaşa sahip bir kısım yargı mensuplarına gün doğmuş, kraldan daha kralcı bir üslupla siyasi iktidarın şövalyesi gibi hareket etmeye başlamışlardır. Ülkemizde zaman içinde elde edilen demokratik kazanımlarımızı yok etme pahasına yetki ve görevlerini kötüye kullanarak toplumsal muhalefeti -kürsünün gücüyle- ortadan kaldırmaya çalışmışlardır.

Toplam 23 bin hâkim ve savcının 17 bin tanesi 15 Temmuz darbe girişiminin ardından yargı mensubu olarak atandı. Bunlar tamamen politik motivasyonla hareket ediyorlar. Militanca yetiştirilmiş bu kişiler, Gezi davası, gazeteci Sedef Kabaş’ın tutuklanması ve Cemal Kaşıkçı dosyasının Suudi Arabistan’a devredilmesi kararlarının altında imzası bulunan hâkimlerdir. Başta KHK’lılar ve Kürtler olmak üzere örneklendirecek olursak Ahmet Altan, Kavala, Canan Kaftancıoğlu, Demirtaş ve sosyal medyada eleştirel paylaşım yaptığı için hakkında kamu davası açılan tüm muhalifler bu militanlarca cadı avına tabi tutulmuşlardır.

Bu militanca tutumun en müşahhas örneklerinden biri de önce HSYK genel sekreter yardımcısı ve sonrasında Adalet Bakanlığı Destek Hizmetleri Daire Başkanı olan Erdal Demir’in, bir hukuk insanına yakışmayacak şekilde 15 Temmuz’da sosyal medya hesabından nefret saçtığı paylaşımlardır. Cumhuriyet Savcısı Demir, 15 Temmuz gecesi yaptığı paylaşımlarda yargısız infaz yapmak suretiyle binlerce meslektaşına ‘acımak yok, paralel alçaklar, f…piçlerine kan kusturma günü, başlarını keseceğiz, hepsini toplayacağız, ellerini keseceğiz…’ şeklinde nefret ve insanlık suçu içeren twitler paylaştığı saptanmıştır.

Hukuk nosyonunu yitirmiş ve politikleşmiş bu yargı mensuplarının ‘erdem’ kabul edilen ve ‘ödüllendirilmesi gereken’ bazı davranışları dahi suç olarak soruşturup yargılama konusu haline getirdiklerine tanık oluyoruz. Tutuklu ve hükümlü yakınları ile cezası infaz edilmiş kişilerin birbirleri ile yardımlaşma ve dayanışmalarını örgütsel faaliyet kapsamında değerlendirerek masumiyet ve lekelenmeme haklarını hunharca çiğnediklerini ibretle izliyoruz. Esasen Aile Bakanlığı tarafından tutuklu ailelerine maaş ya da hükümlülerden muhtaç durumda olanlara sosyal yardım yapılması gerekmektedir. Eşi cezaevinde olan kadının, çocuğunun bulunması şartı ile çocuklara SED (Sosyal Ekonomik Destek) denen bir yardım bağlanmaktadır. Bu yardımlar maalesef siyasi ve terör suçları ile suçlanan tutuklu ve hükümlü ailelerine yapılmadığı gibi kendi aralarında dayanışma içinde olup olmadıkları hukuka aykırı bir şekilde MİT ve Emniyet istihbarat görevlileri tarafından tecessüs ve takip edilmektedir. Son dönemlerde yapılan bu ‘yeniden yapılanma operasyonları’ da militan yargı mensuplarının icat ettiği soykırım suçlarındandır. Yardımlaşma ve çalışma hakları gibi temel anayasal hakların kullanılması suç sayılarak operasyonlar yapılıyor ve rutin bu faaliyetler en seri şekilde soruşturmalara konu ediliyor. Yakın zamanda Bartın ve Mersin emniyetlerinin dron ve kameralar eşliğinde icra ederek görüntülerini basına servis ettikleri bu operasyonlar, militan kolluk görevlileri ve savcıların yasaları kasıtlı olarak çiğnediklerine örnek gösterilecek menfur faaliyetlerdendir.

Anayasa Mahkemesi’nin Enis Berberoğlu’na ilişkin verdiği hak ihlali kararını uygulamayarak AYM’nin kararını tanımayan 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin başkanı Akın Gürlek Adalet Bakan yardımcısı olarak atandı. Akademisyen ve yazar Mehmet Altan’ın tutukluyken Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından verilen haksız tutukluluk ile ilgili ihlal kararlarını yok sayarak uygulamayan ve hukuka aykırı yargılama yapan İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi hâkimlerinden Abdurrahman Orkun Dağ da Yargıtay üyesi olarak atanmıştı.

Anayasa Mahkemesi kararının yok sayılmasını talep eden İstanbul Başsavcısı İrfan Fidan’ın Yargıtay üyesi seçilmesi ve daha iki ayı bile doldurmadan Anayasa Mahkemesi üyeliğine atanması da ayrı bir garabet. Yine 32 milyon dolar tutarında para aklama iddiasıyla yargılanan Sezgin Baran Korkmaz’ın banka hesaplarındaki mahkeme kararı ile getirilen blokenin kaldırılması kararını talep eden İstanbul Başsavcı Vekili Hasan Yılmaz da tedbirin kaldırılmasından 10 gün sonra evvela Adalet Bakan yardımcısı, daha sonra da HSK üyesi olarak görevlendirildi. Mümtaz’er Türköne’nin bir yazısında belirttiği gibi, Adalet Bakanı’nın “AYM kararlarına uymayan hakimler kıdem alamayacak” sözlerinden hemen sonra, AYM kararına uymamış bir hâkimin bakan yardımcılığına getirilmesi hukuksuzluğun açıkça desteklenmesi ve bunu yapanların ödüllendirilmesinden başka bir şey değildir. Siyasilere yardakçılık eden bu yargı mensupları kötülüklerinin karşılığı olarak makam ve mansıplarla yüceltilirken Yasar Nuri Öztürk’ün isabetli bir tespitinde olduğu gibi kötülük toplumu haline dönüşen Türk toplumu ‘zorbalara isyanın ıstırabı yerine itaatin rahatını yeğlemeyi’ tercih etti ve olan bitenleri tepkisizce izleyip sindirebildi.

Seçim güvenliği, hür demokratik cumhuriyetlerde seçimlerin adil ve şeffaf bir şekilde yapılması için hayati bir öneme sahiptir. 2022 yılında İktidarın öncülüğü ile kıdemli hâkimlerin il ve ilçe seçim kurulu başkanı olmalarına dair kadim uygulamaya son verilerek seçim hâkimlerini kurayla belirleme ile ilgili bir yasal düzenleme yapılmış olması, seçim güvenliğini ve güvenilirliğini zedeleyecek kritik bir adım olduğu kuşkusuzdur. Zira yargının en az üçte ikisinin son 6 yılda iktidar tarafından militan yargıçlarla doldurulduğu nazara alındığında yapılacak kur’alar sonucunda seçim kurulu başkanlarının büyük çoğunluğunun iktidarın sopası haline gelmiş yargıçlardan oluşacağını öngörmek için kâhin olmaya gerek yok sanırım. Bu militan yargıçlar eliyle seçim manipülasyonları yapılmak istendiği gün gibi aşikardır.

Netice itibariyle karşımızda organize olmuş bir yargı çetesi var. Bu yapı devlet ve toplum hayatının tümüne hükmetme etki ve gücüne sahiptir. Kendileri gibi olmayanlara karşı alabildiğine hırçın ve saldırgan, nemalandığı sistemin değişmemesini isteyen, hukuku menfaatlerine göre sinsice yorumlayan, adaletin bu topraklarda yeniden tecelli etmesi aleyhine çalışan ve kötülüğü başta tutmak için içtihat birliği yapmış bir yargı çetesiyle karşı karşıyayız. Bütün bunlara rağmen her şart altında hukuk yolunda yürümekten ve hukuksuzluk yapanların haksızlıklarını yüzlerine haykırmaktan başka bir yol gözükmüyor. Edmund Burke’nin dediği gibi ‘Kötülüğün zaferi için gerekli olan tek şey, iyi insanların hiçbir şey yapmayışıdır’. Yeterli seviyede olmasa da uluslararası düzeyde samimi gayretlerle küçük ama önemli adımlar atılmaktadır. Hukuki süreçler ağır aksak da yürüse şartların normalleşmesi ile birlikte varılacak yer adalet olacaktır. Ehil insanların elinde adaletin ‘bas davulu’ çalmaya başladığında gök gürültüsü kuvvetinde tesiriyle diğer tüm sesleri bastırıp devletin tüm kurumlarını oluşturan orkestrayı düzene kavuşturup ritim verdiğinde umumi düzene kavuşacağımızdan hiç kimsenin şüphesi olmasın.

Rejimin Militan Yargısından Kesitler (1) yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/rejimin-militan-yargisindan-kesitler-1/feed/ 0
BİR YARGIÇ OLARAK BEN NEYİM? https://hukukpenceresi.com/bir-yargic-olarak-ben-neyim/ https://hukukpenceresi.com/bir-yargic-olarak-ben-neyim/#respond Sun, 05 Jun 2022 15:07:46 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=7818 Modern Devletin üç ana erki olarak kabul edilen Yasama, Yürütme ve Yargı güçleri arasındaki dengeli ilişki ve bu güçlerin birbiri karşısında kendi alanına hakimiyeti ve görevlerini etkin olarak yerine getirebilmesi çağımızın arzulanan yönetim şeklidir. İlkel şekilde yönetilen tüm devletler bu güçleri bir kişi, grup ya da ailede toplamakla demokrasi ve hukuktan uzaklaşmış zamanla diktatörlük halini […]

BİR YARGIÇ OLARAK BEN NEYİM? yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Modern Devletin üç ana erki olarak kabul edilen Yasama, Yürütme ve Yargı güçleri arasındaki dengeli ilişki ve bu güçlerin birbiri karşısında kendi alanına hakimiyeti ve görevlerini etkin olarak yerine getirebilmesi çağımızın arzulanan yönetim şeklidir. İlkel şekilde yönetilen tüm devletler bu güçleri bir kişi, grup ya da ailede toplamakla demokrasi ve hukuktan uzaklaşmış zamanla diktatörlük halini almış; buna karşın bu güçler arasındaki dengeyi koruyabilen devletler gerçek bir demokratik hukuk devleti olmayı başarabilmiştir.

Tarih sahnesinin bir tarafında bundan yaklaşık 250 yıl önce Montesquieu gibi yasama, yürütme ve yargının her birini asli ve etkin güç olarak konumlandıran düşünürler varken diğer tarafında  günümüzde dahi kendisine destekçi bulabilen ve yargıyı “siyasetin köpeği” olarak niteleyen ya da o hale sokmak isteyen düşünce ve çabalar vardır.

Yani bu ilişki düzleminde makas aralığı o kadar geniştir ki bir yargıç devletin üç erkinden birinin şerefli bir temsilcisi olabileceği gibi kendisini siyasilerin köpeğine de dönüştürebilir.

Bir eski yargı mensubu ve hukukçu olarak yargının siyasetin köpeği seviyesine düşürülmesi söylem ve eylemleri beni derinden yaralamaktadır. Ancak bu isnadın Türkiye gerçeğinde bireysel ya da kurumsal bir karşılığının olup olmadığı ve bu aşamaya nasıl gelindiği de üzerinde kafa yorulması gereken bir olgudur.

Şunu kabul etmek gerekir ki Türkiye’de yargı hiçbir zaman arzulanan ölçüde bağımsız ve tarafsız olamadı. Türk yargı tarihi yargının gerçek bir güç olmaya yaklaştığı ya da tamamen siyasetin güdümüne girdiği iniş çıkışlarla doludur. Ancak hiçbir zaman AKP (YBD) dönemindeki gibi aşikar ve pervasız şekilde siyasi iradenin emrine amade bir hale kendini indirgememiştir.

Türk yargısının siyasi iktidarla arasındaki mesafenin adeta ortadan kalkması ve bazılarının tabiriyle „siyasetin köpeği“ ne dönüşmesi özellikle son yedi yılda önlenemez bir hızla dönüşümünü tamamlamıştır. Bu dönüşümün kurumsal anlamdaki en etkin ve başat aktörü hiç kuşkusuz ki Yargıda Birlik Derneği (YBD) dir.

YBD, 2014 yılında Yargıda Birlik Platformu (YBP) olarak kurulup 27 Mart 2015 tarihinden itibaren dernek olarak faaliyetlerine devam eden Türkiye’deki en etkin ve fazla üyeye sahip yargı örgütlenmesidir.

YBP nin kuruluş güdüsü ve faaliyetlerindeki temel motivasyon, kendilerine varlık ve güç imkanı veren AKP iktidarının devamını sağlamak, bu iktidarın bulaştığı suç ve hukuksuzluklara „milli ve yerli“ kılıfı içerisinde gerekçeler uydurarak işlenen suçları aklamak ve bir yandan da iktidara gerçek manada muhalefet eden kesimleri hukukun tüm kurallarını hiçe sayarak korkutmak, yıldırmak, cezalandırmak ve yok etmektir.

YBD nin isminde hernekadar „yargı“ kelimesi, tüzüklerinin 3. maddesinde de „Yargının bağımsızlığının ve tarafsızlığının tam olarak sağlanmasını amaçlar,“  şeklinde hüküm yer alsa da Platformun  filizlendiği, yeşerdiği, boy verdiği ve meyveye durduğu zemin ve zaman onu normal bir yargı derneğinden beklenenin aksine yargıyı doğrudan yürütmeye bağlamak motivasyonuyla hareket etmesinden alıkoyamamıştır. Çünkü platformun gerçek kuruluş amacı onu oluşturan bileşenlerin her birinin bulaştığı suçları aklamak ve bu suçları ortaya çıkaranlarla hesaplaşmaktır.

Haliyle 2013 yılı itibariyle suçları birbiri ardına ortaya dökülmüş olan  AKP iktidarı;

Önceleri Devleti tağut olarak gören ve devlet içerisinde daha etkin görevler kapma telaşında olan siyasal İslamcı ya da başka motivasyona sahip ancak yine kendilerini dini bir kimlikle tanımlayan alevi inancına mensup yargı mensupları;

Bulaştığı suçlar ya da görevlerini ihmalleri nedeniyle disiplin kovuşturmalarına muhatap olmuş yargı çalışanları;

Darbe hazırlığı sırasında suçüstü yakalanan Balyoz ve Ergenekon’un akıl hocası derin yapılar,

Kendilerini milliyetçi olarak tanımlayan ancak tüm vatan sevgisi edindiği unvan ve oturduğu makam koltuğundan ibaret olan menfaatçi kitlelerin oluşturduğu yapılar,

Ve baştan itibaren kendilerini devletin ve/ya Kemalist rejimin yegane sahibi, koruyucusu veya “askeri” olarak telakki eden solcu, ulusalcı olduğunu iddia edenler veya kendi kişisel menfaatlerini bu maske ile gizleyenler birlikte hareket etme kararı almış;  bazen kendilerini „yerli ve milli“ görüp karşılarındakini “işbirlikçi, paralelci, hain” olarak yaftalayan; çoğu zaman hukuka aykırı eylem ve söylemleri haklı göstermek adına „devlet aklı devreye girdi“ gibi söylemler ardına gizlenen, zaman zaman da “devletin ali menfaatleri böyle icap ettiriyor” diyerek yapılanmalarına bir gizem katmaya çalışan hakim ve savcılar yargı teşkilatı içerisinde hızlı bir şekilde örgütlenmişlerdir.

Kuruluş aşamasındaki söylemlerine yansıyan amaçları, önceleri “paralel devlet yapılanması” ile mücadele, sonraları “gülen cemaati” ile mücadele ve bunları “imha, bertaraf etme” olarak formüle edilmiş ve bu vaat ile “oy” toplamışlar ve zahirde bunu fazlasıyla hayata geçirmiş iseler de, asıl gayeleri yargının siyasetin köpeği haline getirilmesi olmuş ve bunu da realize etmişlerdir.

2014 HSYK seçimlerinin hemen sonrasındaki eylem, söylem ve çalışmaları ile bir tür “suç örgütü”ne evrilen YBD, daha en başlarda da bir tür “menfaat” yapılanması olarak ortaya çıkmış ve iltisaklı, irtibatlı ve/ya mensup olacaklara kısa-orta-uzun vadede çeşitli menfaat vaadi büyüme ve kurumsallaşma sürecini tamamlamıştır. Üye ve destekçilerine makam, maaş zammı, unvan ve çeşitli dokunulmazlıklardan yararlanma imkanlarını kazandırmış olmakla şimdilik yargıyı köpekleştirme pahasına da olsa amacına ulaşmış gibi gözüküyor. Ancak Türk yargısına ve toplum barışına vermiş oldukları telafisi imkânsız zararlar bizzat kendi üyelerince oluşturan soruşturma ve yargılama dosyaları ve imzalanan kararlarla tüm gerçekliğiyle kaybolmaz bir şekilde yerini koruyor.

Yargı ve köpek kavramlarının aynı cümlede kullanılması acı bir hakikati işaret etse, hepimizin içini parçalayan bu gerçekliği inşa edenler hukuk işlerlik kazandığında önce mahkeme önünde hesap verecek, sonrasında ise toplum vicdanında ve tarih önünde hak ettikleri yeri alacaklardır.

Yargının maddi ve manevi birikimlerini yağmalayanlar, itibarını içerde ve dışarda ayaklar altına düşürenler, yargı sistemini temel hak ve özgürlükleri koruyan değil ve fakat onun önünde en büyük tehdit ve tehlike haline getirenler, eylem, söylem ve kararlarını zihin aynalarında karşılarına alsınlar ve kendilerine şu soruları sorsunlar;

  • Ben attığım imzayı sadece yürürlükteki yasalara, hukuk bilgime ve dosyadaki deliller ışığında ulaştığım kanaatime göre mi attım?
  • Bu imzayı atarken soruşturma geçirme, unvanımı kaybetme, tayin olma kaygısıyla vicdanımda oluşan kanaatin aksine bir hükme vardım mı?
  • İmzamı atmadan önce bana gayri resmi ve gayrimeşru olarak iletilen telkinlerin etkisinde kaldım mı?
  • İmzamı atarken bir gruba duyduğum negatif kimi duygular kararımı olumsuz etkiledi mi?
  • İmzamı maddi bir menfaat karşılığında mı attım?

Bu sorular belki çoğaltılabilir. Her hukukçu hatta sıradan bir vatandaş bile bu soruları sorabilir ancak bu soruların gerçek cevabını ancak o imzaları atanlar bilebilir. İşte bu sorulara samimiyetle verilen cevaplar kişiyi Montesquieu’nun konumlandırdığı noktada devletin bir erkinin asli (asil) temsilcisi ya da Perinçek’in konumlandırdığı noktada „siyasetin köpeği“ yapar.

Kurumsal anlamda YBD yargımız adına talihsiz bir dönemin baş aktörüyse de bireysel anlamda her bir yargı mensubu geniş makas aralığındaki konumunu kendisi belirler.

İdeal manada yargıç mıyım? Siyasetin köpeği mi?

Taktir yüce mahkemenin!!!…..

BİR YARGIÇ OLARAK BEN NEYİM? yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/bir-yargic-olarak-ben-neyim/feed/ 0
Terör Ve Darbe Davası Kararlarının Çoğu Fahiş Şekilde Hatalı https://hukukpenceresi.com/teror-ve-darbe-davasi-kararlarinin-cogu-fahis-sekilde-hatali/ https://hukukpenceresi.com/teror-ve-darbe-davasi-kararlarinin-cogu-fahis-sekilde-hatali/#respond Sun, 05 Jun 2022 14:45:03 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=7804 Son yıllarda gözlemlediğim ve inceleme fırsatı bulduğum terör ve darbe davalarının önemli bir kısmı ne yazık ki hatalı. Hem de fahiş şekilde. Neden mi ? YARGILAMALARDA, YASADA TERÖR SUÇU İÇİN ARANAN ZORUNLU KOŞULLARA UYULMADI. 3713 sayılı Terörle mücadele Kanununun 1. Maddesinde terör suçunun tanımı yapılmıştır. Bu tanıma göre, bir eylemin terör suçu sayılması için: a-MUTLAKA […]

Terör Ve Darbe Davası Kararlarının Çoğu Fahiş Şekilde Hatalı yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Son yıllarda gözlemlediğim ve inceleme fırsatı bulduğum terör ve darbe davalarının önemli bir kısmı ne yazık ki hatalı. Hem de fahiş şekilde. Neden mi ?

YARGILAMALARDA, YASADA TERÖR SUÇU İÇİN ARANAN ZORUNLU KOŞULLARA UYULMADI.

3713 sayılı Terörle mücadele Kanununun 1. Maddesinde terör suçunun tanımı yapılmıştır. Bu tanıma göre, bir eylemin terör suçu sayılması için:

a-MUTLAKA “ cebir, şiddet, tehdit içeren ve suç teşkil eden bir eylem “  olması gerekir.

b- Terör suçunu işleme KASTI olmalı. TCK md.21

(Bu koşulları anlamak için akademisyen olmaya gerek yok. Sadece Türkçe okumayı bilmek (3713 sayılı yasa md 1 i okumak) yeterli.

BUGÜN MAALESEF TERÖR DAVALARININ YÜZDE 99 UNU İNCELEDİĞİNİZDE BU YASAL KOŞULLARIN HİÇBİRİNİN OLMADIĞI GÖRÜLECEKTİR.

Örneğin, son yıllarda terör suçundan kişilerin mahkûmiyet gerekçelerine bakıldığında,

-Türkü söyleme (grup yorum),

-Parasız eğitim talebi, hükümet karşıtı protesto, muhalif bir partiyi destek,

-Dini bir sohbete katılma, özel okulda okuma, çalışma, dernek -sendika üyeliği, fakir ve öğrencilere yardım etme, bylock kullanma, ankesörden aranma, Bank Asya ya para yatırma…

Görüldüğü üzere bu fiillerin hiçbirinde 3713 sayılı TMK da suç için aranan “cebir, şiddet, tehdit olarak tanımlanmış olma”  unsurlarını taşımamaktadır. Hele bu fiiller, yasada suç teşkil etmesini bırakın, hemen hepsi Anayasa md 22 vd da sayılan temel hak ve hürriyetlerden. Mutlaka tüm suçlarda olması gereken suç işleme kastı “manevi unsur” ise hiç bulunmamaktadır.

Suç diye son dönemlerde mahkemeler tarafından tanımlanan yukardaki fiillerin hepsi TC Anayasasının 22 – 48 maddeleri arasında ve iç hukukumuzda anayasanın da üzerinde bağlayıcı özelliği olan Avrupa insan Hakları sözleşmesi ve BM Evrensel İnsan Hakları Sözleşmesinde temel hak ve hürriyetler bölümünde zikredilmiştir.

Bu hakların ihlali ise Türk ceza Kanunu md.115 vd. da suç olarak sayılmıştır.

EN ACI OLANI, yukarıda suç olarak tanımlanan fiillerin cebir ve şiddet kullanarak engellenmesi, bu eylemlerinden dolayı kişilerin tehdit edilmesi, takibata maruz bırakılması 3713 sayılı yasada TERÖR SUÇU olarak tanımlanmıştır. Twitter hesabımda bazen vurgu yaptığım gibi uygulamanın kendisi 3713 sayılı md. deki terör suçunu oluşturmaktadır.

HUKUKUN EN TEMEL KURALLARI GÖZ ARDI EDİLEREK BU İNSANLAR MAHKUM EDİLMİŞLERDİR.

Makalenin sıkıcı olmaması için darbe davalarında gözlemlediğim önemli hataları bir sonraki yazımda işleyeceğim. Özetle bu davalarda da suçun manevi unsuru olan KASIT (darbe yapma kastı) ile fiilin amaç suç için elverişli olması unsurlarının gereği gibi araştırılmadığına üzülerek tanık oldum.( buna rağmen ilgililer müebbet ağır hapis cezası ile cezalandırıldı)

DOLAYISIYLA, SON DÖNEMDE TERÖR VE DARBE SUÇLARINDAN DOLAYI CEZAEVİNDE OLAN KİŞİLERİN AĞIRLIKLI BİR BÖLÜMÜ, SIRF ANAYASAL HAKLARINI KULLANDIKLARI YA DA GÖREVLERİNİ YAPTIKLARI İÇİN, EHİL OLMAYAN, GÖREVİNİ AĞIR ŞEKİLDE SUİSTİMAL EDEN HAKİM VE SAVCILAR TARAFINDAN TUTUKLANIP HAKLARINDA MAHKUMİYET KARARI VERİLMİŞ VE SON DERECE MAĞDUR EDİLMİŞ KİŞİLERDİR.

Hâkimler, yetkileri dışına çıkarak kanundaki suç tanımının dışına çıkmak suretiyle TBMM nin yetkisini gasp ederek kafalarından yeni terör suçu ihdas ettiklerinden TBMM nin bu konuda milli iradeye sahip çıkarak hukuka tamamen aykırı şekilde tutuklanmış ve cezası kesinleşmiş onbinlerce masum vatandaşın maruz kaldığı bu hukuksuzluğu ivedilikle sonlandırması önem arz etmektedir.

DOLAYISIYLA TERÖR SUÇLULARININ ÇIKARILACAK YASADAN MUAF TUTULMASI SKANDAL ÖTESİ BİR İŞLEM OLACAKTIR. Dikkat edilirse bu kişilerin muaf tutulmasını isteyen kesimler, cezaevindeki tüm terör suçlularını  eline silah almış ve adam öldürmüş, bombalamış kişiler olarak düşünmekte, yukardaki hataların mahkemelerce işlendiğini bilememekte ya da bu skandal hak ihlallerini bile bile destekleyen çete tarafından muaf tutma talebi dillendirilmektedir.

Dolayısıyla evleviyetle hiçbir suç işlemediği halde “terör suçu işledin” denilerek 4 yıldır ağır bir hukuksuzluğa ve iftiraya maruz kalmış TCK 314 maddesinden tutuklu, cebir ve şiddete bulaşmamış, adam öldürmemiş tutuklu ve hükümlü olanların tahliye edilmesi, çıkarılacak yasadan faydalandırılması gerekir.

Özellikle korona virüsünün kalabalık ortamları sevdiği bu günlerde suçsuz yere demir parmaklıklar arkasında tutulan bu masumlar tahliye edilerek itibarları iade edilmelidir.

Terör Ve Darbe Davası Kararlarının Çoğu Fahiş Şekilde Hatalı yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/teror-ve-darbe-davasi-kararlarinin-cogu-fahis-sekilde-hatali/feed/ 0
CEZAEVİNDE ŞİİRİN ZAMAN VE MEKÂN ÖTESİ ETKİSİ https://hukukpenceresi.com/cezaevinde-siirin-zaman-ve-mekan-otesi-etkisi/ https://hukukpenceresi.com/cezaevinde-siirin-zaman-ve-mekan-otesi-etkisi/#respond Wed, 16 Mar 2022 00:05:00 +0000 https://hukukpenceresi.com/cezaevinde-siirin-zaman-ve-mekan-otesi-etkisi/   Not: Bu yazı 12.1.2017 Perşembe günü, yazar, Silivri Ceza İnfaz Kurumunda tutsak iken kaleme alınmıştır. Anlatamıyorum Ağlasam sesimi duyar mısınız, Mısralarımda; Dokunabilir misiniz, Gözyaşlarıma, ellerinizle? Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu Bu derde düşmeden önce Bir yer var; biliyorum; Her şeyi söylemek mümkün; Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; Anlatamıyorum. Her şiir, okunduğu zaman ve […]

CEZAEVİNDE ŞİİRİN ZAMAN VE MEKÂN ÖTESİ ETKİSİ yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
 

Not: Bu yazı 12.1.2017 Perşembe günü,
yazar, Silivri Ceza İnfaz Kurumunda
tutsak iken kaleme alınmıştır.

Anlatamıyorum

Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?

Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce

Bir yer var; biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.

Her şiir, okunduğu zaman ve mekân ile okuyanın hislerine bağlı olarak farklı şekillerde anlam kazanır ve ruhta tadımlanır.

Orhan Veli’nin bu şiirini, cezaevinde, koğuşta, kendimle baş başa kaldığım bir anda, ümit beklediğim kapıların ardı ardına yüzüme kapatıldığı bir ortamda okudum. Şiirin, sanki benim duygularıma tercüman olması için yazılmış olduğu hissine kapıldım. Yıllar öncesinde Veli, zamanda yolculuk yaparak hücreme girmiş, bakışlarıyla zahir ve batınıma nüfuz ederek, mısralarında beni tasvir etmiş sanki.

İçinde bulunduğum(uz) hal ve şartları sözlerle izaha kalkışmak beyhude bir uğraştan öteye gitmiyor. Zira akla gelecek tüm izah yollarına hendekler kazılmış, tuzaklar kurulmuş; bütün yollar envaı çeşit pisliklerle kirletilmiş. Derdimi anlatamamam için her nesep ve meşrebe hitap eden, onları korkutup uzaklaştıracak büyüler ve sihirler yapılmış. Böylesi ortamda sadece ben değil, herkes anın veya geleceğin mağdurudur.

Her kişi ve grup, vücut kazandığı andan itibaren içinde barındırıp gizlediği, ötelediği, ancak besleyip büyütmekten de geri durmadığı zaaflarının, korkularının, kininin, nefretinin ve önyargılarının kurbanı olmuş vaziyette. Zira hemen hepsi, zahiren dillendirdiği ve peşinden koştuğunu, mücadele ettiğini deklare ettiği “ilkelerin” ve “gerçeklerin” çok uzağındalar.

Duygu ve hislerin egemen olduğu bir bünyede, akıl ancak bunların kölesi, dalkavuğu ve meşrulaştırıcısı haline dönüşür. Rehber ve önder olması gereken aklın köleleşmesi ve köpekleşmesi, onu taşıyan bedenin kısa zamanda çürüyüp, sonrasında yok olacağının en büyük habercisidir.

Cezaevi ortamında “şarkılar” ve “şiirler”,  aklın ördüğü ağları delerek veya duvarları aşarak doğrudan ruha ve oradan vicdana ulaşabilme yeteneklerinden dolayı dert anlatma ve anlamlandırmada öteki vasıtalardan daha tesirlidirler. Zira onların sahip olduğu güç zaman ve mekân üstüdür. Sihri ve büyüleri çok öncelerden gelip öteleri etkileyip değiştirebilir. Bu güç ve kudretleri, insanlığın üzüntülerini, mutluluklarını ve umutlarını damıtıp söz ve mısralarında formüle ederek geleceğe taşıma yeteneklerinden kaynaklıdır. Bugünlerde yaşadığımız, bireysel ve toplumsal her sorunun sebeplerini ve çarelerini şarkılarda ve şiirlerde bulabilmemizin sebebi ondandır belki.

Şairler, tılsımlarını kelime ve satırları arasına şifreleyerek, onlara dokunanları etkileyip dönüştürme potansiyeline sahip, zaman ve mekân ötesine tesir edebilen büyücü veya sihirbazlardır. Yine her şair bir tür “simyacıdır”; o, sihirli formülü bulup mısralarında kullanmış, mısralarıyla insana zenginlik katıp yol göstermiş, yudumlayanları dönüştürmüştür.

Duygularıma tercüman olan ve içimi rahatlatan Orhan Veli’ye ve onun şahsında hakiki tüm şairlere sonsuz minnet ve şükranlarımı sunuyorum.

CEZAEVİNDE ŞİİRİN ZAMAN VE MEKÂN ÖTESİ ETKİSİ yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/cezaevinde-siirin-zaman-ve-mekan-otesi-etkisi/feed/ 0
Hâkimin Siyaseti Adalete İhanetidir https://hukukpenceresi.com/hakimin-siyaseti-adalete-ihanetidir/ https://hukukpenceresi.com/hakimin-siyaseti-adalete-ihanetidir/#respond Fri, 18 Sep 2020 23:05:21 +0000 https://hukukpenceresi.com/hakimin-siyaseti-adalete-ihanetidir/ Hukukçu olma erdemi peşinde koşmayan, bu şerefi yegâne makam olarak telakki etmeyen, görevinin yüklediği sorumlulukların idrakinde olmayan bir hâkim, adliye içinde kendini yabancı hisseder, orayı kendi evi ve mülkü gibi görmez. Sürekli bir korku ve endişe duygusu içinde kıvranır durur; tedirgindir. Varlığını ikame ve idame ettirmek adına, kendini yaratan ilke ve değerlere sıkıca sarılmak yerine, […]

Hâkimin Siyaseti Adalete İhanetidir yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>

Hukukçu olma erdemi peşinde koşmayan, bu şerefi yegâne makam olarak telakki etmeyen, görevinin yüklediği sorumlulukların idrakinde olmayan bir hâkim, adliye içinde kendini yabancı hisseder, orayı kendi evi ve mülkü gibi görmez. Sürekli bir korku ve endişe duygusu içinde kıvranır durur; tedirgindir. Varlığını ikame ve idame ettirmek adına, kendini yaratan ilke ve değerlere sıkıca sarılmak yerine, gözünü dışarılarda gezdirir, gönül kapısını başka duygu ve düşüncelere açar. Böyle bir ruh ve bedene sahip bünyede “Adalet Tanrıçası’nın” ilanihaye kalacağını düşünmek safdillik olur. Zira O, ilahi aşkı temsil eder; kendine şirk koşulduğunda, ikinci plana itildiğini anladığı anda, barındığı bünyeyi sessizce terkedir. Adalet Tanrıçası’nın terk ettiği kalp ve ruh sahibi bir hâkim ölüdür artık; görevde bulunduğu sürece yapacağı tek şey canlı taklidi yapmak, rol kesmektir.

Ne kadar gerçekçi gözükürse gözüksün izleyiciler, sahnede (kürsüde) bulunan kişinin “gerçek” bir hâkim olmadığını bilir; ancak konumları icabı ve ortam gereği onlarda bu oyuna dâhil olup kendi rollerini oynarlar ve taklitçi hâkimi kerhen alkışlamak zorunda kalırlar.

Gönlü ve gözü adliye dışında olan hâkimin, hukukçu kimliğinin ve kişiliğinin zarar görmesi mukadderdir.

Gerçek bir hukukçu olmayı gaye edinen bir hâkimin tek amacı vardır: adaletle hükmetmek. Adaleti tesis, hâkimin varlık nedeni ve gelecekte var olmasının da teminatıdır. Sahip olduğu olanakları ve yetkileri, bu yolda yürüyen hâkimin tek dostu olduğu gibi, bunlar aynı zamanda onun en azılı düşmanlarıdır. Şekerin bal arılarını kendisine çekmesi misali, hâkimin sahip olduğu iktidar da adliye dışında kümelenmiş adalete düşman kişi ve grupları kendisine çeker. Bunlar sürekli olarak adliyenin etrafında pervane gibi döner ve içerisine nüfuz etme olanaklarını gözetlerler. Bunun için her daim açık kapı veya pencerenin olup olmadığını araştırırlar. Sistemi ve kurgusu nedeniyle adliyenin kapı ve pencere kilitlerinin dışarıdan açılması olanaksızdır. Adliye içerisine nüfuz etmenin tek yolu kilitlerin içeriden açılmasıdır.

Adliye içinde güvenli bir hayat süren; orada değerli, özel ve güzel olan hâkime ulaşmak, ona dokunmak, var olan zenginlik ve değerlerinden faydalanmak iki ihtimalde mümkündür: hâkim ya anahtarı ile kapısını açarak dışardakileri içeri alacak, ya da kendisi adliye dışına çıkarak başkalarına katılacaktır. Her iki durumun da ortak neticeleri, hâkimin büyüsünün bozulması, elinde tuttuğu adalet terazisinin dengesini yitirmesi, “tanrısal” bir pozisyonda bulunan hâkimin insanileşmesi, yani zaaf ve eksiklikleriyle fanileşmesidir.

Hâkim, kendini adliyeye zincirlemiş, kapı ve pencerelerini dış dünyaya kilitlemiş, anahtarları elinde, cübbesine sarılmış gönüllü bir mahkûmdur. Hâkim, Adalet Tanrıçasının kulu, kölesi ve hizmetkârı; bu Tanrı’nın yeryüzündeki tecellisi, varlığının insanlar nezdindeki biricik delilidir.

Hâkime ulaşmak için adliyeye girmek ve/ya onu adliye dışına çıkarmak isteyenler, ona türlü türlü vaatte bulunup onu etkilemeye, kandırmaya gayret ederler. Bu yöntem işe yaramadığı takdirde, korkutmaya, ürkütmeye veya endişeye sevk etmeye yönelirler. Bu kişiler, hâkimin her eylem ve söyleminde onu ele geçirecek açıklık bulmaya çalışırlar. Hâkimin tespit edilen her yanlışı ve zaafı, kötü niyetlilerce adliye surlarında oluşturulan bir deliktir adeta. Oradan saldırarak zapt etmeye çalışırlar “adalet kalesini”; esir ederler bekçisi olan hâkimini.

Hâkimin siyaseti, adalete karşı yapacağı en ağır ihanetidir. Doğrudan veya dolaylı olarak siyasete temas bir hâkimi başkalaştırır, dönüştürür. Siyaset, onun vicdan aynasını kirletir veya görüntü odak noktasını etkiler. Siyasete bulaşan hâkimin vicdan aynası ya gerçekleri olduğu gibi tam ve eksiksiz şekilde göstermez, ya da olduğundan farklı aksettirir. Her iki ihtimal de gerçek zarar görür; ilkinde yaralanır, ikincisinde ise can verir.

Siyasetin S’sinden bile bihaber olması gereken hâkimin, böylesi bir alçalış ve kaybının temelinde onun bir tür cehaleti yatar. Mutsuzluğu, huzursuzluğu, tedirginliği, iç sıkıntısı cehaletten kaynaklı ihanetinin sadece cüzi bir gelir vergisidir. Kalabalıkların, siyaset uğraşısı nedeniyle alkışladığı hâkim, ne kadar sefil olduğunun farkında değildir. Kalabalıktan yükselen her alkış hâkimin ölüm fermanı, her ses ise bu fermanın ilanıdır.

Hâkimin Siyaseti Adalete İhanetidir yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/hakimin-siyaseti-adalete-ihanetidir/feed/ 0
YARGININ “ÜÇ HAL YASASI” https://hukukpenceresi.com/yarginin-uc-hal-yasasi-2/ https://hukukpenceresi.com/yarginin-uc-hal-yasasi-2/#respond Sun, 09 Aug 2020 09:48:30 +0000 https://hukukpenceresi.com/yarginin-uc-hal-yasasi-2/ Yargının “Üç Hal” Yasası Fransız sosyolog Augoste Comte’un bilimin gelişimini üç aşamada tamamlayacağını savunduğu görüşüne, bilimin “üç hal yasası” adı verilir. Bunlar sırasıyla teolojik, metafizik ve pozitivist safhalardır. Comte’ye göre ilk safha olan teolojik aşamada tüm olaylar tanrısal güçlerle açıklanır. Her bilim böylesi bir aşamadan geçmiştir. Metafizik evrede ise meseleler soyut güçlerle izah edilmeye başlanmıştır. […]

YARGININ “ÜÇ HAL YASASI” yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>

Yargının “Üç Hal” Yasası

Fransız sosyolog Augoste Comte’un bilimin gelişimini üç aşamada tamamlayacağını savunduğu görüşüne, bilimin “üç hal yasası” adı verilir. Bunlar sırasıyla teolojik, metafizik ve pozitivist safhalardır. Comte’ye göre ilk safha olan teolojik aşamada tüm olaylar tanrısal güçlerle açıklanır. Her bilim böylesi bir aşamadan geçmiştir. Metafizik evrede ise meseleler soyut güçlerle izah edilmeye başlanmıştır. Olaylar genel, belirsiz ve saf entelektüel izahlara dayanılarak temellendirilir ve yine bu bağlamda tespitler ve çözümler önerilir. Üçüncü ve nihai aşama olan pozitivist dönem, olayların sebep-sonuç zemininde aralarındaki ilişki ve yasalar tespit edilerek izah edilip ortaya konduğu evredir. Düşünüre göre sosyal bilimler hâlihazırda teolojik veya metafizik seviyede olup, henüz pozitivist döneme erişememişlerdir.

Comte’un bu yaklaşımından esinlenerek, yargı sistemimizi “üç hal yasası” çerçevesinde tartmak ve yargımızın hangi dönemde bulunduğuna dair değerlendirmelerde bulunmak istiyorum.

Yargı sistemleri Batı’da, 1789 Fransız Devrimi ile “teolojik dönemin” surlarını yıkmış ve “metafizik” aşamaya geçerek, eskinin temelleri üzerine, temel hak ve özgürlükleri güce ve keyfiliğe karşı güvence altına alan, tüm kurumları ile devleti bu amaç doğrultusunda organize eden, verilen yetki ile doğru orantılı şekilde sahiplerine dünyevi mesuliyet yükleyip bunun hesabını sorabilen bir hukuk külliyatı/kültürü ihdas edebilmiştir.

Hukukun “ölümlü tanrıları” olan insanlar, kelimelerle formüle edip tanımlarıyla olgunlaştırdıkları soyut kavramlarla ve istikrarlı uygulamalarıyla “metafizik” hukuku yaratmışlardır. Uluslararası hukuk metinleri, hukuk teorileri, AİHM gibi yargı birimlerince üretilen kavram ve kurumlar ile genel olarak kabul gören hukukun ilke ve usulleri hukukun geldiği seviyeyi gösteren önemli deliller ve belirtilerdir. Comte’un tasvir ve idealize ettiği şekliyle günümüz hukukunun metafizik seviyede önemli aşamalar kaydettiği, kimi “pozitivist” gereklilikleri karşıladığı iddia edilebilirse de, “pozitivist” döneme tamamen eriştiği söylenemez. Mahiyeti itibariyle hukuk biliminin “pozitivist” seviyeye ulaşması mümkün olmayan bir idealdir.

Türk hukuk öğreti ve uygulaması şeklen “pozitivist” seviyeyi çoktan aşmış görünmekle beraber, fiilen “teolojik” aşamaya dahi erişememiş, keyfiliğin hüküm sürdüğü, güce göre şekillenen, kişi ve gruplara göre algılanış ve uygulaması tamamen değişen, “anarşik” bir hal arzetmektedir.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde, temel dayanaklarını şeri hukukta bulan, tali kısımlarını ise örfi hukuk ile tamamlayan yargı sistemimiz, son iki asırda yapılan inkılap ve devrimlerle, daha iyisinin yapılacağı öngörüsü ya da bahanesiyle, önce “ilahi” kökenlerinden koparılarak laikleştirilip “dünyevileştirilmiş”, daha sonrasında iktidarı elde eden her grup kendi ideolojisine göre yargıya şekil ve yön verme gayretine girmiş, bunu yaparken herhangi bir ayrım yapmaksızın geçmişe dair yargının bütün teamüllerini, içtihatlarını ve kavramlarını ya yıkmış, ya fiilen uygulamamış veya içlerini tamamen boşaltarak etkisizleştirmiştir. Yapılan bu yıkım hukuk adamlarının gözü önünde, onlardan destek alarak, onların meşrulaştırıcı fikirleri eşliğinde ve çoğu kez bizatihi hukukçular eliyle yapılmıştır. Bu imha hareketleri, zamanın sivil toplum örgütleri tarafından adeta bir bayram havası eşliğinde alkışlanıp kutsanmış, yaşanan bu şölen havası yazılı, görsel veya sesli medya organları eliyle tüm hanelere yaygınlaştırılmış ve onlarla paylaşılmıştır.

Yargımız, bilimlerin ve dolaylı olarak insanların “ilkel dönemlerini” anımsatır tarzda “kaotik” bir seviyeyi tecrübe etmektedir. Son iki yüzyıldır yaptığı hamlelerle Türk yargısı zamanda ileriye değil, insanlık tarihinin başlangıç noktasına, yani geriye doğru üzücü ve telafisi zor bir mesafe almıştır. Uygulayıcılarının söz ve eylemlerinde, mahkeme kararlarında, akademisyenlerinin demagojiden ileri gitmeyen fikirlerinde vücut bulup görünür hale gelen “hukuk seviyesi” içler acısıdır.

Hâlihazırdaki hukukumuzun temelinde ne “tanrı” kaynaklı vahiyler ve ne de akla, mantığa ve vicdana dayalı “insani” ilkeler vardır. Temellerinde kin, düşmanlık, nefret, öç alma gibi “ilkel” hırslar yatmaktadır. Bu duyguların egemen olduğu bir ortamda haktan, hukuktan ve adaletten bahsedilemez. Yargımızın ve temsilcilerinin yegâne amacı hayatta kalmak, kendileri dışındaki her şeye ve değere husumet beslemek, içindekileri ile birlikte tüm dünyayı sahiplenmek ve kendilerine hizmetkâr kılmaktır. Bir bütün olarak yargı sistemi ile hukuki kural ve kaideler böylesi bir hedefe ulaşmak için kullanılan adiyattan “araçlar” seviyesine indirgenmiştir.

Hukukun teolojik dönemi kaynağında tek bir “tanrı” vardı. Semavi dinlerin tanrısı ortaktı ve kaynakları temel konularda benzer vahiylere dayanmaktaydı. Bu aşamayı tecrübe eden yargı sistemimizin de kaynakları bir seviyede öngörülebilir idi. Yargımız sahip olduğu bu aşamayı dahi yitireli çok oldu. Yargımızın güncel yaşamında, siyasiler ve onların temsil ettiği ideolojiler sayısınca “tanrıları” var artık. Her tanrının “vahiyleri” birbirine zıt ve düşman.

Nevzuhur yerli ve milli yargı sistemimiz, iktidarda bulunan ideolojinin etkisiyle “muhafazakâr” refleksler sergilemektedir. Meri mevzuatı uygular gözüken günümüz hâkimleri kararlarını, benliklerinin derinliklerinde gizli “İslamî” ilkeler ile uyumlu şekilde verme yarışındalar. Laik hukuk sistemi içerisinde “şeri hukuka” hayat verme gayreti içerisinde bulunan “becerikli hukukçularımız”, yürürlükte bulunan kanun maddelerinin kendi “ideolojik” menfaatlerine ters düşen kısımlarını gözardı etmekte bir sakınca görmeyip maslahata uygun bir yol izleyerek takiyye yapmaktadırlar.

Bu haliyle yargımız “metafizik hukuk” görünümlü, bünyesinde zaman zaman “teolojik” hukuku var etmeye çalışan, ikisi arasında geliş-gidişler yaşayan, ancak bunu “ilahi” bir gaye adına değil, “beşeri” hırslar uğruna icra eden, çift karakterli, hakiki kişiliği ve karakteri olmayan, anlık gelişmelerin girdabında sürekli sağa-sola savrulan, takip ettiği bir çizgisi ve geçmişten getirdiği zihni birikimi bulunmayan, sahtekâr ve riyakâr bir şahsiyeti andırmaktadır.

Yargımızın “pozitivist” aşamaya gelebilmesi için, teolojik ve metafizik aşamaları tecrübe etmesine gerek yoktur; yazılı mevzuatında yer verdiği, uluslararası antlaşmalarla taahhüt altına girdiği, hukuk doktrininde tekrarlanan, insanlığın ortak mirası olan ilke ve usulleri hayata geçirmeyi kendine amaç edinmesi, bu hedefe ulaşmaya azmetmesi ve bunun için istikrarlı şekilde yürümesi yeterlidir. Bu gayeyi hedef edinen hukuk işçileri, şahsi, ideolojik, inançsal ya da grupsal tüm önceliklerini adliye dışında bırakmalı, tüm hırslarından kendilerini soyutlamaya söz verip bu uğurda gayret göstermelidir.

YARGININ “ÜÇ HAL YASASI” yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/yarginin-uc-hal-yasasi-2/feed/ 0
MAKYAVELİST HUKUKÇU https://hukukpenceresi.com/makyavelist-hukukcu/ https://hukukpenceresi.com/makyavelist-hukukcu/#respond Wed, 10 Jun 2020 23:16:18 +0000 https://hukukpenceresi.com/makyavelist-hukukcu/ Hukukçunun bilerek alet olduğu zulme (adaletsizliğe) ilişkin sığındığı ezeli mazereti, çoğunluğun (yani kamunun) menfaati adına katlandıkları bir yük olduğu yönünde. Tek tesellisi, vesile olduğu hukuksuzluğu son kez yapıyor olma ümidi. Tüm dinlerin ortak emri: Zulmetmeyeceksin. Ancak Batı ve onun tarihinden ve inanç köklerinden doğup bizi de istila eden “maddecilik” fikri ve bu düşünceyi temel alan […]

MAKYAVELİST HUKUKÇU yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Hukukçunun bilerek alet olduğu zulme (adaletsizliğe) ilişkin sığındığı ezeli mazereti, çoğunluğun (yani kamunun) menfaati adına katlandıkları bir yük olduğu yönünde. Tek tesellisi, vesile olduğu hukuksuzluğu son kez yapıyor olma ümidi.

Tüm dinlerin ortak emri: Zulmetmeyeceksin. Ancak Batı ve onun tarihinden ve inanç köklerinden doğup bizi de istila eden “maddecilik” fikri ve bu düşünceyi temel alan ideolojiler, sefil çıkarları ve hırsları uğruna zulmü adeta araçsallaştırıp meşrulaştırdılar. Batı’nın bu yaklaşımı Goethe’nin “ya örs olacaksın, ya çekiç” sözleriyle adeta levhalaştırılıp alenilik kazandı.

Doğu kültürü insana zulmü yasaklamış, dünyanın bütün zenginliklerinin tek bir insanın kanına karşılık gelmeyeceğini kodlarına işlemiştir. Hiçbir şekil ve şartta, bilinçli olarak irtikâp edilen zulüm bu kültürün köklerinde kendisine meşru bir dayanak bulamaz.

Avrupa’nın tarihi adeta bir kıyım kronolojisi. Machiavelli’ye göre, “mecbur kalınınca kuvvet haktır”. Mecburiyet halini tanımlayacak olan da insanın kendisi; yani onun hırsları ve çıkarları.

İdareciler, aktüalitenin, grup çıkarlarının veya kısır görüşlerinin tesiriyle bazı kötülükleri kendilerine hak telakki edebilirler.

Varlık nedeni idare edenleri, yani devletin ve onun sağladığı olanakları kötüye kullanabilecekleri denetlemek olan yargı mensuplarının, zulmün mücavir alanına dahi ayak basmaları düşünülemez.  Atacakları ilk adımları ile üzerlerindeki efsun bir anda kalkar, esfel-i sâfilîne yuvarlanırlar. Zira gayesi adaleti tesis ve tahkim ederek daimiliğini sağlamak olan yargı, hedefine ulaşmak adına vasıta olarak zulmün hiçbir çeşidinden ve türevinden faydalanamaz.

Faydacı bir mantıkla zulmü ehveni şer gören bir hâkim, bu yöntemi önce kaçınılmaz bir meşru müdafaa hali kabul edip kullanır; sonra en iyi ve kolay yolun bu olduğuna kanaat getirerek sıradanlaştırır ve kurumsallaştırır. Takip edilen böylesi bir yöntem ve yaklaşım, kısa veya orta vadede yargıyı yok oluşa sürükler.

Hukukun asıl gayelerinin ya ikinci plana itilerek ya da göz ardı edilip yok sayılarak, araçlarının kutsanıp süslenmek suretiyle uygulama yapılmasını “hukukçu makyavelizm’i” olarak adlandırabiliriz. Başka bir anlatımla bu kavram ile hukuki bilginin (vasıtaların), hukuki hikmetlere (amaçlara) ulaşmak için bir basamak olarak kullanılmayıp, ya kullananın kendisinin veya başka kişi ya da grupların iktidarına “meşru” zemin hazırlamak için uygulanması anlatılmaktadır.

Bir ideal uğrunda fikri ve bedeni mücadele veren insanların cesur olmaları elzemdir. Bununla tüm sıkıntı ve felaketlere göğüs gerip onlarla mücadele gücü ve azmini içlerinde hissedebilirler. İçinde cesareti barındırmayan yavan bir bağlılık hissi sadece köksüz itaatten başka bir anlam taşımaz. “İtaat” duygusuyla “ideal” hedefe hizmet edileceğini düşünenler daima kendilerine, tabi olacakları bir efendi ararlar. Bu arayışın temelinde kolaycılık ve tembellik; amaçladıkları “idealin” usul ve ilkelerini içselleştirmeme, onlara inanmama yatar. Zamanla “itaat” duygusu, kişisel bir varoluşun temelini oluşturup, bireysel menfaatlerin kutsanması ile sonuçlanır. Kendi menfaatleri uğruna, faydası olacağını düşündüğü bir “efendiye” itaat etmeyi vazife addeder. Hangi makam ve mevkide bulunursa bulunsun cesur olmayan insanlar, inandıkları ideoloji ve davalarına en çok zarar verenlerdir. Hukuku araçsallaştırarak basitleştiren makyavelist hukukçu, her daim bir efendinin kapısına kul olarak zillet yaşamış; daha iyi bir efendi bulduğunda öncekini değiştirmekten ar etmemiştir.

Makyavelist bir hâkimin sorunu, gerekli bilgiye sahip olmamasında değil, hukuki hikmeti, gayeyi özümsememiş olmasında ve bu tür bir değeri hayatının merkezine oturtamamasındadır. Hukukun gayesi meşru yollardan giderek adaleti tesis edip, hakikate ulaşma çabasıdır. Böylece bireyin mutluluğu ve huzuru temin edilmiş, toplumsal barış ve güvenlik tamir ve tahkim edilerek güvence altına alınmış olacaktır.

MAKYAVELİST HUKUKÇU yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/makyavelist-hukukcu/feed/ 0
Dostun İhaneti ve Avluda Yeşeren Umut https://hukukpenceresi.com/dostun-ihaneti-ve-avluda-yeseren-umut/ https://hukukpenceresi.com/dostun-ihaneti-ve-avluda-yeseren-umut/#respond Sat, 25 Apr 2020 12:42:11 +0000 https://hukukpenceresi.com/dostun-ihaneti-ve-avluda-yeseren-umut/ Lanetli ilginç zamanlarda yaşıyoruz. Varlığımıza zemin yaptığımız ilke, değer ve kişiler altımızdan kayıyor tek tek. Her biri sonrasında boynumuza takılı yağlı ilmek biraz daha sıkıyor boğazımızı. Nefes almakta güçlük çekiyor, boğuluyoruz yavaş yavaş. Darağacımızın altı derin, dipsiz, karanlık bir kuyu. Yusuf misali, kurtarılacağımız anı bekleyeceğimiz zemine düşüyoruz. Varacağımız yer dikensiz bir gül bahçesi mi olacak? […]

Dostun İhaneti ve Avluda Yeşeren Umut yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Lanetli ilginç zamanlarda yaşıyoruz. Varlığımıza zemin yaptığımız ilke, değer ve kişiler altımızdan kayıyor tek tek. Her biri sonrasında boynumuza takılı yağlı ilmek biraz daha sıkıyor boğazımızı. Nefes almakta güçlük çekiyor, boğuluyoruz yavaş yavaş.

Darağacımızın altı derin, dipsiz, karanlık bir kuyu. Yusuf misali, kurtarılacağımız anı bekleyeceğimiz zemine düşüyoruz. Varacağımız yer dikensiz bir gül bahçesi mi olacak? Kim bilir! İthamlar, iftiralar ve sürgünler, cennetinden kovulduğumuz dünyanın, iyilerine mutat muamelesi değil mi?

Suçluyuz!

Günahkârız!

Acılarına göz yumup, sırtımızı döndüğümüz hayatların vebali var omuzlarımızda. Istırabı seyir, ona neden olmaktan daha mı hafif bir cürüm?

Vicdanlarımız, masumların pıhtılaşmış kanlarıyla lekeli.

Ruhlarımız kirlimi kirli; her biri katran karası.

Onursuzluğu temizleyecek bir ilaç var mı?

Ne zemzem temizler bizi, ne ab-ı hayat can verir beden ve ruhumuza. Eğer “rahmet” yağmazsa üzerimize.

Zamanın hangi “an”ında yitirdik benliğimizi? Nere pazarında sattık kişiliğimizi? Karakterimizi aşındırarak tanınmaz hale getiren el kimin? Bilemedik.

Giyotinler kurulmuş “dost meclis”lerinde. Her birinin önü kesilen başlarla dolu. Ne ipi çeken “el” farkında cinayetinin, ne de altına yatırılan baş, masumiyetinin.

Etraf karanlık, bir “yığın” insan var; her dilde ayrı bir “lisan”, her bir gönülde farklı bir “aşk”.

Kelimeler anlamını yitirdi; gözden fışkırıp yüze akseden ve ağızlardan kusulan kin ve nefret yüklü duygular zaptetmiş tüm benlikleri.

Akıl ve izan göç edeli çok olmuş bu meclislerden.

Ölümün en acı vereni, Azrail’in, bir dostun hançerini aracı kılarak can almasıdır.

Cellatlarımıza aşinayız. Bakamasalar da yüzümüze, tebessümlerimizle idam edeli çok oldu onları.

Zamanın iksiriyle sarhoş olmuş zihinler. Düşünceler omurgasız. Dengesini yitirmiş şuurlar. Her biri bir “sağ”a, bir “sol”a sendeliyor bilinçsizce. Ne nereden geldiklerine ve neyle mesul olduklarına dair malumatları var; ne de nereye gittiklerine dair sağlam bir pusulaları.

Naralar yankılanıyor sokaklarda, kimse kimseyi dinlemiyor. Tam bir körler-sağırlar karnavalı. Manzara, insanımız adına bir utanç vesikası.

Korsanlar kılavuzluğunda ve haramilerin rehberliğinde nereye bu gidiş?

Onlar vurdular, kanatlarında umutlarımızı taşıyan güvercinleri; onlar çaldılar yıllardır biriktirdiğimiz değerleri.

Oysa, ne güzel umutlar yeşertmiştik gelecek adına; rengarenk hayaller kurmuştuk biz, hepimiz için.

Zamanın çarklarına kapıldı dostluklarımız, sevgimiz, muhabbetimiz; parçalanıp meze oldu her biri, zalimlerin alem sofralarına. Geride ne birbirimize itimadımız kaldı, ne de bizi biz yapan ortak değerlerimiz.

Etraftaki “şeyler”, ardı ardına “hiçbirşey”e evriliyor bir bir.

Rakibin tezgâhtarı olmuş dostlar, pazarlıyorlar yüzyıllık birikimlerimizi yok pahasına.

İhanetler birbiriyle yarışıyor ekranlarda, sayfalarda ve sokakta.

Alçalmanın dibi yok. Herkes daha derine düşmenin yarışında.

Dostlar, içleri bize ait mahrem duygularla dolu kalplerini ve beyinlerini, kendi elleriyle çıkarıp teslim ettiler ortak düşmanımıza.

Yüzlerindeki donukluk bundan, ruhsuzluklarının sebebi bu. Boğazlarından gelen ses nefesten değil; “hırlamaları” can çekişiyor olmalarından. Hakikatte yaşamıyorlar artık.

Zamanın karanlığı boğuyor riyakâr dostlukları; sel misali önüne katıp götürüyor sahte aşkları.

Bu anlarda geçip gidecek, bizlere geride temizlenmiş bir dünya vererek.

Havası puslu memleketin. Sisten, dumandan ve kargaşadan faydalanarak “çakallar” indi aramıza; avlamak için bizleri.

Göz gözü görmüyor sokaklarda. Ne ana-baba tanıyabiliyor evladını, ne de kardeş kardeşi.

Kuduz çakalların ısırıklarıyla zehirlenmiş, ağzından salyalar akıtan “aşina” simalar, diş ve pençeleriyle etlerini parçalama yarışında sevdiklerinin. Kanın ve elde edilen ganimetin hazzı bakışlarından belli. Daha fazlasını istiyorlar ve giderek daha da azgınlaşıyorlar.

Kavram ve kurumlarımız ihanet etti bize; her biri ok oldu, dostun elinden çıkarak saplandı kalplerimize.

Her köşe başına baykuşlar tünemiş, harabelerinde hiç olmadıkları kadar mutlular şimdi.

Gündüzleri de avlanabiliyorlar artık, karanlık mağaralarında asılı yaşamaya mecbur yarasalar.

Damarlarımızda emilecek kan kalmadı. Beyinlerimiz lime lime.

Musalla taşımız önünde sıralanmış halk, “saf” “saf”; tabutun içinde geleceğe dair umutlarının olduğundan habersiz. İmamlarının komutlarıyla tekbir alıyorlar robot misali. Biraz sonra omuzlayacak ve götürüp toprağa gömecekler hayallerini. Sevap niyetine her biri birer kürek toprak atacaklar üzerine ve bir Fatiha okuyacaklar “ruhuna”.

Kimilerinin gözünde gerçeği şüpheli gözyaşı var. Ölene mi ağlıyorlar, yoksa onun saflığına mı? Bilinmez. Belki de yitip giden masumiyetlerine, ya da vicdanlarının çarptırdığı mahkûmiyetlerine.

Söyleyin bana! Kanatlarında umut, uçacak kelebekleri kozasında öldüren hanginiz?

Hangi toprak bağrına alıp saklar bu “ihaneti”; hangisi üzerinde taşıma zilletine katlanır zalimlerin bedenini?

Sonu mutlu bitecek hikâyeler hüzünle başlar.

Masumiyetin hakiki manasıyla vicdanlarda duyumsanıp kabulü için, kimi zaman suçlanması, lekelenmesi, iftiraya ve ihanete muhatap olması gerek.

Beyazlığın daha iyi algılanması, üzerindeki lekelere bağlıdır birazda.

Düştüğümüz kuyuda, özlediğimiz günleri beklerken, duvarlara attığımız çentiklere dokunmak heyecanlandırıyor bizi.

Müddeti belirsiz bir mahpusluktan gün düşülür mü?

Bu telaşın ve sevincin anlamı ne o zaman?

Yoksa ötelerden, ruha ilham edilen mutlu ve kutlu bir haber mi var?

 

Not: Bu yazı 25.11.2018 tarihinde tutsak olarak bulunduğum Silivri Zindanında kaleme alınmıştır.

Dostun İhaneti ve Avluda Yeşeren Umut yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/dostun-ihaneti-ve-avluda-yeseren-umut/feed/ 0