Türkiye arşivleri - Hukuk Penceresi https://hukukpenceresi.com/tag/turkiye/ Zulüm karanlığına ışık saçan pencere Thu, 21 Mar 2024 00:07:05 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hukukpenceresi.com/wp-content/uploads/2022/06/indir-150x150.jpeg Türkiye arşivleri - Hukuk Penceresi https://hukukpenceresi.com/tag/turkiye/ 32 32 Yanlı(ş) Tarih Okumaları https://hukukpenceresi.com/yanlis-tarih-okumalari/ https://hukukpenceresi.com/yanlis-tarih-okumalari/#respond Thu, 21 Mar 2024 00:07:05 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=9224 Taraflı tarih, bir tarihçinin sahiplendiği fikirleri, eğilimleri bilinçli bir şekilde tarihe dayatması, başka bir ifadeyle tarihi verileri bu düşünce ışığında yeniden harmanlaması yani gerçekte olmayan bir tarih inşa etmesidir. Günümüz yanlışlarının başında gelenlerden biri de tarihi, bugün üzerinden değerlendirmektir. Bir devletin, ırkın veya mezhebin bugünkü hali üzerinden o devletin, ırkın ve mezhebin tarihi değerlendiriliyor. Veya […]

Yanlı(ş) Tarih Okumaları yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Taraflı tarih, bir tarihçinin sahiplendiği fikirleri, eğilimleri bilinçli bir şekilde tarihe dayatması, başka bir ifadeyle tarihi verileri bu düşünce ışığında yeniden harmanlaması yani gerçekte olmayan bir tarih inşa etmesidir.

Günümüz yanlışlarının başında gelenlerden biri de tarihi, bugün üzerinden değerlendirmektir.

Bir devletin, ırkın veya mezhebin bugünkü hali üzerinden o devletin, ırkın ve mezhebin tarihi değerlendiriliyor. Veya bir dinin, tarikatın ve cemaatin bugünkü bağlıları üzerinden o din, tarikat ve cemaat değerlendiriliyor.

Çağımızda olgularla kurguların birbirine karıştığını, hatta kurgulara gerçeklikten daha fazla önem verildiğini söyleyebiliriz. Çünkü ekonomiden sanata her alanda olduğu gibi tarihte de her geçen gün gerçeklikle olan bağımız kopuyor.

Sonuçta insanların algıyı gerçek olarak kabul ettiği bir çağda yaşıyoruz. Algıyı gerçek olarak kabul eden bir insanın gözünde bir şey onun algısına göre gerçekse o şey ona göre gerçektir; gerçekte gerçek olmasa dahi!

Bugünün insafsız pozisyonları üzerinden geliştirilen günübirlik değişken siyasi hava, adeta her şeyimizi (dinî, sosyolojik, psikolojik ve tarihsel yorum ve hafızamızı) teslim aldı.

Bugün üzerinden geçmişi yorumluyoruz. Oysa tarihin resmi tanımında olayları ve durumları objektif (tarafsız) bir gözle değerlendirmek esastır. Tarihi olaylara o günün değer yargılarıyla bakmak daha objektif bir sonuç ortaya çıkaracaktır. Ama bu demek değildir ki tarihi değerlendirmek için o günün yargıları tek belirleyici olsun. Bugünün bakışı o günün yargıları ile daha nesnel olana ulaşılır. Örneğin “Hitler döneminde o günün yargılarında diktatörlük normaldi, insan kıyımı hatta toplu kıyımlar o günün devlet ve toplumunda sıradan idi” gibi bir tarih okuması yanlış olacaktır. Bu yüzden o günün anlayışını değerlendirmemizde bir köşeye koyarken bugünkü insanlığın geldiği düşünsel gelişimi de geri plana atamayız.

Bugün üzerinden tarihsel okumalar yapınca da, bugün düşman bellediğimizin tarihini sadece yanlışları üzerinden değerlendiriyoruz. Yanlışlar üzerinden bir ırkı, mezhebi ve tarihlerini toptan silebiliyoruz.

Bu, İslami bir yaklaşım olmadığı gibi insani bir yaklaşım da değildir. İslam bizden her konuda adil olmamızı ister ve bekler. Adalet, bugün düşman bildiklerimizin, tarihlerini; doğruları ve yanlışları, faydaları ve zararları ile olduğu gibi ortaya koymayı gerektirir.

Bugün ırkçılık ve mezhepçilik üzerine oluşmuş olan düşmanlıklar, tarihi yorumlamada koca koca insanları bahsettiğim insafsızlığa ve acımasızlığa sürükleyebiliyor.

Türk tarihine bakarsak belki de en karmaşık ve bilinmez olan uzak tarihimiz değil en yakın tarihimizdir. Cumhuriyetin kuruluş aşaması ve sonra yapılanlar kimine göre kahramanlık kimine göre ihanettir. Yani ortası yoktur. Tarafların bu kadar keskin kanaatlere sahip olması da tarihin ayrı bir cilvesi. Bu ikilikli tarihe farklı renkler ve düşünceler, zenginliğimizdir anlayışı ile bakamayız. Çünkü bu bir düşünceden ziyade pozitif bilimleri de yok saymaktır, değiştirmektir. Örneğin sabah önce uyananın darbe ile başa geçtiği ülkelerde dün suç sayılan bir fiil sonraki gün özgürlük kabul edilebilir diğer gün yine hainlik ile cezalandırılabilir. Darbe yapana göre, suyun kaldırma kuvveti değişmeyeceği gibi tarihin salt gerçekleri de değişmemelidir. Siz bu gerçeklerin içinde sebepler ve sonuçlarla farklı okumalar anlamalar çıkarabilirsiniz ama gerçek olan değişmez. Yani 19 Mayıs’ta M. Kemal’in Samsun’a gittiği gerçeğini değiştiremezsiniz. Ama bunun getirdiği olay ve arka plan hakkında yorumlar yapma hakkınız vardır.

Tarihe farklı bakmanın veya olayları kendimizce farklı okumanın ne zararı var, derseniz tarihin birbirinin devamı yani birinin diğerine etkisi ile bugünlere gelindiğini belirtmek isterim. Demokratik düzen bile tarihin içinde belirli merhaleler ile ortaya çıkmıştır. Krallık-Sultanlık dönemi yani Saltanat Dönemi, sonunda Meşruti çalışmalar, daha sonrası Saltanat yerini alan Saltanat olmayan Diktatörlük dönemi ile Tek Partili ya da kontrollü Muhalefetin olduğu danışıklı demokrasi donemi ve nihayetinde halkın bilinçlenmesi ile oluşabilecek Demokrasi dönemi. Bu gelişim ve değişimi dünyada değişik kereler gördük.

Libya’da Kral İdris’i deviren Subaylar ve Diktatör Kaddafi dönemi, Mısır’da Krallığın devrilip Baas tarzında tek adam askeri dönemi, aynı şekilde Ortadoğu’nun değişik yerlerinde belki de çoğu yerinde (Suriye’den İran’a) bu değişimleri görmek mümkün. Aynı durum Türkiye’de de yaşandı. Osmanlı hanedanı bitti yerine saltanatsız askeri diktatöryal tek adam devri başladı. Bu toplumsal ve yönetimsel dönüşümün halkta makes bulması da bir evrimin gerekliliği şeklinde oldu. Önce zorla yapılan toplumsal değişim, sonraları yeni taktik olarak toplumu değişik merhalelerle hazırlama, kıvama getirme şeklinde kendini gösterdi. Popülist sinema, gazete, film ile tarih ve gerçekler toplumda farklı algılanmaya ve iktidarın istediği yöne gitmeye başladı. Türkiye de 27 Mayıs sonrası güçlü Sol, 12 Eylül’e doğru Güçlü sağa evrilirken 12 Eylül sonrası Liberalizm, 90 larda ise önce totalizm (derin devletçilik) sonra Muhafazakar toplum oluşturuldu. Ve bunlar toplumda bilinçli şekilde oynanarak yapıldı. Siyasal İslam ile sözde Milliyetçiliğin etkisi ile oluşturulan Yeni İttihatçılığın şuan topluma empoze ediliyor. Bununla birbirine normalde zıt olan Abdülhamid -İttihatçılık (Erdoğanizm ile siyasi milliyetçi) ile harmanlanmış bir toplum yani zıt (omurgasız) bir halk oluşturulmaya çalışılmaktadır.

Tarihe bakışta, algının gerçek olarak kabul edilmesinde araç işlevi görmesinde modern devlet aygıtı hiç de masum değildir. Toplumu etkilemek için bilinçli bir şekilde neoOsmanlıcılık ile yapılan ve güncel siyasi gelişmeleri tarih havuzuna serpiştirip toplumu yönlendirme sevdası ülkemizde maalesef son 10 yılda hız kesmeden devam etmektedir. Bu minvalde milyonlarca Dolar harcayan (halkın vergisinden alıp) TRT de yapılan sözde tarihi dizileri örnek gösterebiliriz. Belki de bunun en tipik ya da uç örnek diyebileceğimiz Abdülhamid dizisidir. Tamamen kurgusal olan ama tarihte olmayan bir Osmanlı ve Abdülhamid ortaya konup onun üzerinden topluma Erdoğan ve popülizm yüklenmektedir. Abdülhamid‘in denge politikasını çevirip Erdoğan’ın yaptığı zikzaklı dış -iç siyasete kılıf ve referans yapmak da ancak İletişim Başkanlığının yerli Göbel’inin aklına gelebilir idi.

Bu konuda yıllardır en önemli başucu kitabı diyebileceğimiz George Orwell’ in distopik romanı 1984 de anlattığı gibi, devlet, toplumu etkilemek ve değiştirmek için sürekli bir çalışma halindedir. Bu yolda tarihi sürekli değiştirir. Yaptığı yanlış politikaları, iç- dış, düşman- dost algılarını, savaşları hep günceller. Tarihle oynamak için arşiv bakanlığı bile kurmuştur. (Bkn. Mısır’da Sisi ile olan dönüşümüne ya da İsrail’e en fazla ticaret hacmi yapan ve bunu savaşta da sürdüren anlayışın içteki popülist laflarına)

Kitleler, “hakikat ”ten çok algılarına güvendikleri için propagandanın onlar üzerindeki etkisi güçlüdür.

“Yalanı bir yaşam tarzı” haline getiren iktidar, ilkesel olarak yalan üzerine kuruludur. Böylesi yönetimlerde gerçekler, genel biçimde ve sürekli olarak reddedilirken bütün yalanların gerçek kabul edilebilir

Denetlenip değiştirilen yalnızca şimdi değil, aynı zamanda geçmiştir de.

Geçmiş kayıtların, arşivlerin yani tarihin şimdinin söylemiyle tutarsızlığa düşmesi durumunda değiştirilmesi gereken arşivlerdir. Tüm geçmiş liderin söylemini doğrulayacak şekilde yeniden düzenlenir. Toplum hazır olsun diye o haftaki dizilerde filmlerde, köşe yazılarında bu değişen tarih gerçekten olmuş gibi yayımlanır.

Bu durum geçmişe dönük sürekli bir değiştirme işlemini gerekli kılar. Sürekli değiştirme işlemi yalnızca gazeteler için değil, arşiv niteliği taşıyan, kitaplar, süreli yayınlar, broşürler, posterler, kitapçıklar, filmler, ses bantları, karikatürler, fotoğraflar, siyasal ya da ideolojik bakımdan önem taşıyabilecek her türlü kitap ve belge için geçerlidir.

Geçmiş, günü gününe, neredeyse dakikası dakikasına güncellenir. Böylelikle Liderin tüm öngörülerinin ne kadar doğru olduğu belgeleriyle kanıtlanmış olur.

Sonuçta tarih her zaman birden fazla perspektife sahiptir ve bakış açısı yorumlara tabiidir. Ama gerçekler ile bu denli bilinçli oynamak yalan bir gelecek ortaya çıkarmaktadır. Zemini çürük bir gökdelen gibi yanlış temeldedir. Temel güçlü diye diye çıkılan katlar çoğaldıkça riske girilen hayatlar o denli çoğalır.

Tarih, toplumların kimliklerini şekillendiren ve geleceğe yön veren bir pusuladır; ancak bu pusulanın taraflı ellerde manipüle edilmesi, gerçeklerin saptırılması ve toplumsal hafızanın çarpıtılması, bireylerin ve toplumların kendi geçmişleriyle sağlıklı bir ilişki kurmalarını engelleyerek, gelecek nesiller üzerinde silinmez yanılgılar bırakabilir.

Yanlı(ş) Tarih Okumaları yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/yanlis-tarih-okumalari/feed/ 0
Kafka’nın Dava Romanı Türkiye’de mi Yazıldı! https://hukukpenceresi.com/kafkanin-dava-romani-turkiyede-mi-yazildi/ https://hukukpenceresi.com/kafkanin-dava-romani-turkiyede-mi-yazildi/#respond Wed, 17 Jan 2024 22:51:14 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=9121 “Bu filmdeki tüm karakterlerin ve olayların gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur. Tamamen hayal ürünüdür.” diye başlayan filmleri bilirsiniz. Ben bunu Franz Kafka’nın Dava romanını özetlemeden önce söylemek istiyorum. Romanı okuyanlar ve okuyacak olanlara baştan söyleyeyim, bu bir roman ve Kafka bu romanı 20. yy.’da yazdı. Ne alakası olur AKP Türkiye’si ile, degil mi! Roman […]

Kafka’nın Dava Romanı Türkiye’de mi Yazıldı! yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Bu filmdeki tüm karakterlerin ve olayların gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur. Tamamen hayal ürünüdür.”

diye başlayan filmleri bilirsiniz. Ben bunu Franz Kafka’nın Dava romanını özetlemeden önce söylemek istiyorum. Romanı okuyanlar ve okuyacak olanlara baştan söyleyeyim, bu bir roman ve Kafka bu romanı 20. yy.’da yazdı. Ne alakası olur AKP Türkiye’si ile, degil mi!

Roman şöyle başlıyor:

Biri Josef K.’ya iftira atmış olmalıydı, çünkü kötü bir şey yapmadığı halde bir sabah tutuklandı.”

Ne enteresandı ki o günlere de Korku Çağı deniyor idi. Romanın özeti şöyledir:

Josef K. Bir sabah uyandığında başında bekleyen birkaç kişi görür ve bu beylerden tutuklandığını öğrenir. Israrla tutuklanma nedenini onlardan öğrenmeye çalışsa da bu adamlar hiçbir bilgi vermemektedir. Suç işlemediğinden emin olan Josef K ne yapacağını bilemez durumdadır. Önce, kendi evinde birkaç saat esir edilip ev bastan sona aranır, sonrasında adamların evden gitmesiyle şimdilik serbest bırakıldığını öğrenir. Bu saçma işe bir türlü anlam veremez. Kendisi aynı zamanda bulunduğu bölgenin önemli bankalarından birinde üst düzey bir görevde çalışmaktadır.

Kendi davası hakkında çevre adliyelere gider, yetkili kişilerden bilgi almaya çalışır fakat kendisine bir şey söyleyemeyeceklerini bildirirler. Sanki dosyada gizlilik kararı var gibi. Aynı zamanda, garip bir şekilde bölgede yaşayan hemen hemen herkesin, Josef K adına açılmış bu davadan haberi vardır. Demek ki kamuoyunda çoktan fişlenmiş ve toplumsal baskı başlamıştır. Oysa Josef K, bu durumdan rahatsız olduğu için elinde olsa kimsenin haberdar olmasını istemez. Özellikle bankada kendisiyle yarışan müdür yardımcısının. Aslında belki o iftira atmıştır, makam ve kıskançlıktan dolayı.

Bu haber, kendisinden çok uzakta yaşayan amcasının kulağına bile gitmiştir. Ertesi gün hemen K’nın yaşadığı yere gelen amcası, kendisini iyice azarlar. Josef, her ne kadar suçsuz olduğunu anlatmaya çalışsa da amcası doğal olarak ilk başta buna inanmaz. “Suçsuz olsan devlet niye dava açsın ki” anlayışı demek ki. Ama sonunda Josef’in yoğun ısrarları üzerine ona inanmak zorunda kalır ve Josef’in bu zamana kadar akıl edemediği hatta gerek bile olduğunu düşünmediği bir şeyden bahseder: bir avukatın gerekliliği.

 Amcası, davadan bahsederken Josef de bir sandalyede konuşulanları dinlermiş gibi oturmaktadır. Avukat davayı almıştır ama dava hakkında Josef lehine hiçbir şey yapmaz. Sanki Barodan görevlendirilen ve müvekkilden ziyade kamu gücüne biat etmiş avukatlar gibi.

Aradan uzun zaman geçmiştir. Josef K hala neden kendisi adına dava açıldığını bilmemektedir ve öğrenmek için çeşitli girişimlerde bulunmaktadır fakat hiçbiri olumlu sonuç vermemektedir. Bu süreç içinde birkaç kez avukat ile görüşen Josef, davanın sebebini öğrenemediği için avukatına da sinirlidir.

31. yaş gününe girdiği gece evinin kapısını silindir şapkalı iki adam çalar, belki de kırar. Josef bu adamları tanımıyordur. Birlikte birkaç sokak dolaşırlar ve kent dışına çıktıklarında bu adamlar Josef’i bir taşın üzerine yatırır ve kendisini idam ederler. Günümüzde siyah transporterle insan kaybetmenin roman zamanındaki hali belki de.

Burada italik bölümleri ben ekledim ama italik yapmayıp özetlediğim yerler de italik olmayı hakkediyor, diye düşünüyorum.

Bu topraklarda çoğu insan sabah gün doğmadan belki yerini kıskanan, makam meraklısı, para (yolsuzluk) zaafı olan insanların iftiralarıyla kötü bir şey yapmadığı halde tutuklandı, kaçırıldı, işkenceye uğradı. Çoğu, iddianamesi olmadan yıllarca tutuklu bırakıldı. Savunma hakkı tanınmadı, yasalarda yazan hangi suçu islediklerini söylemeden (çünkü öyle bir suç asla olmadı) kanunlar ayaklar altına alındı. İlginç şekilde romanda herkesin bildiği denilen şey aslında kamu gücüyle (basın yayın) kalabalıkları manipüle ile birilerini öcü ilan etmekten ibaretti. Davalar kanuni olmadığı gibi tarafsız hiç değildi; hatta bağımsız denilen yargıya HSK tarafından davalar sonuçlanmadan bize danışın diye açıktan talimat bile verildi. Avukat hakkı göstermelik idi zaten. Suçlananları savunan avukatlar dahi tutuklandığından, Türkiye’nin Josef K’sı olan çokları avukat dahi bulamadı. Baronun avukatları ise müvekkilden ziyade savcı ne derse ona göre davranan kuklalardan ibaret idi.

Kafka’nın bu romanı hayal ürünü ve aforizmalarla dolu; ama çoğumuz Josef K’nın yaşadıklarını tecrübe etti; bu romanda anlatılanları yaşayan yüzlercesini herkes bir şekilde tanıdı.

Gelecekte değişeceği umuduyla. Sevginin, huzurun, mutluluğun ve bin bir türlü güzelliklerin resmedildiği romanların canlı kahramanları olmak dileğiyle.

Kafka’nın Dava Romanı Türkiye’de mi Yazıldı! yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/kafkanin-dava-romani-turkiyede-mi-yazildi/feed/ 0
ÇOK TANRILI YARGIMIZ HANGİ ÇAĞA AİT? https://hukukpenceresi.com/cok-tanrili-yargimiz-hangi-caga-ait/ https://hukukpenceresi.com/cok-tanrili-yargimiz-hangi-caga-ait/#respond Sat, 12 Mar 2022 23:38:10 +0000 https://hukukpenceresi.com/cok-tanrili-yargimiz-hangi-caga-ait/ Yargı sistemimiz, en başından beri insana hizmet etmek amaçlı kurgulanmamıştır; genelde devleti, özelde ise bürokrasi ile siyasal, sosyal ve ekonomik anlamda dönemine göre güçlü ve makbul gördüğü kişi ve kurumları korumak gayesiyle “kodlanmıştır”. Son bir asırdır yargı pratiğimiz içerisinde buna dair sayısız örnek bulmak mümkündür. Bakılan zaviyeye göre yargı, ya “zalim bir efendidir”, ya da […]

ÇOK TANRILI YARGIMIZ HANGİ ÇAĞA AİT? yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Yargı sistemimiz, en başından beri insana hizmet etmek amaçlı kurgulanmamıştır; genelde devleti, özelde ise bürokrasi ile siyasal, sosyal ve ekonomik anlamda dönemine göre güçlü ve makbul gördüğü kişi ve kurumları korumak gayesiyle “kodlanmıştır”. Son bir asırdır yargı pratiğimiz içerisinde buna dair sayısız örnek bulmak mümkündür. Bakılan zaviyeye göre yargı, ya “zalim bir efendidir”, ya da “itaatkâr bir kuldur”. Ama hiçbir zaman, bir bütün halinde, adaletin, hakkaniyetin ve eşitliğin güvencesi bir merci haline gelememiştir.

Yargının, temel haklara “özgür” bir ortam oluşturmak ve onu devam ettirmek için faaliyette bulunması beklenirken; o, hakları hep “vesayet” altında tutmanın gayreti içinde olmuş, çoğu kez halka rağmen halk adına işlem tesis etmiş, kararlar alabilmiştir.

Yargımız, mevcut kodları nedeniyle, “mal, hizmet, sermaye ve emek”in rahatça dolaşabildiği, adeta tek bir ülke görünümündeki sistemleri (AB gibi) ve uygulamalarını kavrayıp bu minvalde bir hukuk kültürünü hayata geçirmekten uzaktır. Mevcut söylem, eylem ve kararları ile yargımız, bırakalım küresel manada varlık göstermeyi, asgari standartlara sahip klasik bir devlet anlayışı içinde dahi var olamaz. Yargı sistemimiz ve sahip olduğu anlayış olsa olsa “kabile tipi” toplumlarda yahut “çadır devleti” olarak adlandırılan sistemlerde kendine bir isim ve konum bulabilir.

Farklı bir bakış açısıyla yargı sistemimiz, ortaçağ ve yeniçağ karışımı bir devirde yaşam mücadelesi veren, sanayi devrimini ıskalamış, bilim ve teknoloji çağının ise daha yakınından dahi geçmemiştir. Çağdaş hukuk sistemlerine kıyasla, medeniyetten ve olanaklarından habersiz, ekvator kuşağı ormanlarında örneklerine rastlanabilecek “toplulukları” andırmaktadır. Zira insanlığın ortak tecrübesi ile kıvama erdirip günümüz dünyasına bahşettiği, müşterek aklın ürünü kavramlara ve uygulamalarına, yaşamında ilk kez uçak ya da elektronik eşya gören kabile insanının gösterdiği tepkileri göstermekten kendisini kurtaramamıştır. Örneğin, AİHM tarafından ortaya konan, bireyin özgürlük alanını devletinki aleyhine olabildiğine genişleten ve onları teminat altına alan ilke ve kararlara “yüce” yargımız önceleri “milli ve yerel” argümanlarla saldırmış, onları oklarıyla yok etmeye gayret etmiştir. İmha etmeyi ve üzerine gelmesini engellemeyi başaramaması üzerine onu taklit yolunu seçerek şirin gözükmeye çalışmış, güya AİHM’in istediği gibi davranarak riyakârca bir yöntem izlemiştir. Zihin kodlarının temelinde “kabilesinin” kutsal ve tartışmasız doğru ve kabullerini muhafaza eden yargımız, işine gelmediğinde, ya da koruyup kollamayı kendisine yegâne görev bildiği “kutsal devlet” ve onun şemsiyesi altındakiler tehlikeye düştüğünde hemencecik maskelerini çıkartıp gerçek yüzünü göstermekten ar ve hayâ etmemiştir.

Yargı sistemimiz çok tanrılı bir inanışa sahip; taptığı sayısız putu var. Her bir tanrısını işine geldiği gibi kabul ediyor. Menfaatine ters gördüğü tanrısını diğerleriyle hemencecik değiştirmekten geri durmuyor. Yargımız bir anda, Anayasa ve mevzuat hükümlerini kutsayan ve iç hukukta birbiriyle ahenkli içtihatlar ortaya koyan ideal uygulama örnekleri sergilerken; kendi içtihatları ya da yerel mevzuat ayağına dolaştığında veya önüne engel çıkardığında veya Anayasa hükümlerinin aşılmasında menfaati olduğunda hemen AİHM kararları önüne diz çöküp, onun “kutsal” içtihatlarından yardım dilenir görmek şaşırtıcı olmayacaktır. Yine yargımız, işine geldiğinde Alman, Fransız ya da İtalyan yargı kararlarına ve öğretisine sarılmaktan, gerektiğinde okyanus ötesine uzanarak Amerika’dan “yüksek” kararlar ithal etmekten hiç tereddüt etmemiştir. Çok tanrılı dine inanıp putlara tapan kavimlerde sıkça rastlandığı üzere, önce inanmak ve tapmak için putlar inşa etmiş, sonrasında ise yaptıklarını kendi elleriyle yıkmaktan veya bozup yemekten geri kalmamıştır.

İlkel inanışlardan, dinlerden ve putlardan bahsedilince akla gelen önemli noktalardan biri “kurban sunma” merasimidir. Çok tanrılı yargı sistemimiz son iki asır boyunca sürekli bireyleri ve grupları “yüce” tanrılarına kurban etmekten çekinmemiş, bunu kutsal bir vazife kabul etmiştir. Her içtihat değişikliğinin altında yatan temel güdülerden birisi budur. Zira yargı olağanın dışında, açık düzenlemeler aleyhine ve onlara rağmen bir karar verme ihtiyacı hissettiğinde kendisine yeni tanrılar ve dayanak noktaları bulma arayışına girer. Bu yeni tanrıları sayesinde yargı, kamuoyunu susturabilmiş, işlediği cinayetleri örtbas edebilmiştir.

Yargımızı, içinde yaşadığı “izafi” zaman diliminden kurtararak, yaşadığımız ana nasıl getirebiliriz? Bu, üzerinde etraflıca düşünülüp, akla-mantığa ve mevcut çağa uygun çözümler üreterek üstesinden gelinebilecek bir sorundur.

Yargımız, kendisinin dışında var olan hukuk sistemlerinden ve onların ürettiği kavram ve kurumlarından habersiz bir yaşam sürüyor sanki. Ya da, bunları biliyor, ancak bilmek işine gelmediğinden bilmiyormuş gibi yaparak saf görünmeyi tercih ediyor. Var olduğu kesin olan ve ürün ve hizmetleriyle çepeçevre etrafımızı saran, tarafı olduğumuz sözleşmelerle içimize “sızan” ve bundan dolayı gözlerimizi kapayarak ya da kulaklarımızı tıkayarak yok edemeyeceğimiz bu devasa ve canlı dünyayı tanımak, bilmek ve kabullenmek şart. Aksi takdirde “güneş sisteminde dünyadan başka gezegen yoktur” söyleminde bulunmak gibi nahoş bir duruma düşmekle karşı karşıya kalırız.

ÇOK TANRILI YARGIMIZ HANGİ ÇAĞA AİT? yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/cok-tanrili-yargimiz-hangi-caga-ait/feed/ 0