Erdoğan arşivleri - Hukuk Penceresi https://hukukpenceresi.com/tag/erdogan/ Zulüm karanlığına ışık saçan pencere Thu, 21 Mar 2024 00:07:05 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hukukpenceresi.com/wp-content/uploads/2022/06/indir-150x150.jpeg Erdoğan arşivleri - Hukuk Penceresi https://hukukpenceresi.com/tag/erdogan/ 32 32 Yanlı(ş) Tarih Okumaları https://hukukpenceresi.com/yanlis-tarih-okumalari/ https://hukukpenceresi.com/yanlis-tarih-okumalari/#respond Thu, 21 Mar 2024 00:07:05 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=9224 Taraflı tarih, bir tarihçinin sahiplendiği fikirleri, eğilimleri bilinçli bir şekilde tarihe dayatması, başka bir ifadeyle tarihi verileri bu düşünce ışığında yeniden harmanlaması yani gerçekte olmayan bir tarih inşa etmesidir. Günümüz yanlışlarının başında gelenlerden biri de tarihi, bugün üzerinden değerlendirmektir. Bir devletin, ırkın veya mezhebin bugünkü hali üzerinden o devletin, ırkın ve mezhebin tarihi değerlendiriliyor. Veya […]

Yanlı(ş) Tarih Okumaları yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Taraflı tarih, bir tarihçinin sahiplendiği fikirleri, eğilimleri bilinçli bir şekilde tarihe dayatması, başka bir ifadeyle tarihi verileri bu düşünce ışığında yeniden harmanlaması yani gerçekte olmayan bir tarih inşa etmesidir.

Günümüz yanlışlarının başında gelenlerden biri de tarihi, bugün üzerinden değerlendirmektir.

Bir devletin, ırkın veya mezhebin bugünkü hali üzerinden o devletin, ırkın ve mezhebin tarihi değerlendiriliyor. Veya bir dinin, tarikatın ve cemaatin bugünkü bağlıları üzerinden o din, tarikat ve cemaat değerlendiriliyor.

Çağımızda olgularla kurguların birbirine karıştığını, hatta kurgulara gerçeklikten daha fazla önem verildiğini söyleyebiliriz. Çünkü ekonomiden sanata her alanda olduğu gibi tarihte de her geçen gün gerçeklikle olan bağımız kopuyor.

Sonuçta insanların algıyı gerçek olarak kabul ettiği bir çağda yaşıyoruz. Algıyı gerçek olarak kabul eden bir insanın gözünde bir şey onun algısına göre gerçekse o şey ona göre gerçektir; gerçekte gerçek olmasa dahi!

Bugünün insafsız pozisyonları üzerinden geliştirilen günübirlik değişken siyasi hava, adeta her şeyimizi (dinî, sosyolojik, psikolojik ve tarihsel yorum ve hafızamızı) teslim aldı.

Bugün üzerinden geçmişi yorumluyoruz. Oysa tarihin resmi tanımında olayları ve durumları objektif (tarafsız) bir gözle değerlendirmek esastır. Tarihi olaylara o günün değer yargılarıyla bakmak daha objektif bir sonuç ortaya çıkaracaktır. Ama bu demek değildir ki tarihi değerlendirmek için o günün yargıları tek belirleyici olsun. Bugünün bakışı o günün yargıları ile daha nesnel olana ulaşılır. Örneğin “Hitler döneminde o günün yargılarında diktatörlük normaldi, insan kıyımı hatta toplu kıyımlar o günün devlet ve toplumunda sıradan idi” gibi bir tarih okuması yanlış olacaktır. Bu yüzden o günün anlayışını değerlendirmemizde bir köşeye koyarken bugünkü insanlığın geldiği düşünsel gelişimi de geri plana atamayız.

Bugün üzerinden tarihsel okumalar yapınca da, bugün düşman bellediğimizin tarihini sadece yanlışları üzerinden değerlendiriyoruz. Yanlışlar üzerinden bir ırkı, mezhebi ve tarihlerini toptan silebiliyoruz.

Bu, İslami bir yaklaşım olmadığı gibi insani bir yaklaşım da değildir. İslam bizden her konuda adil olmamızı ister ve bekler. Adalet, bugün düşman bildiklerimizin, tarihlerini; doğruları ve yanlışları, faydaları ve zararları ile olduğu gibi ortaya koymayı gerektirir.

Bugün ırkçılık ve mezhepçilik üzerine oluşmuş olan düşmanlıklar, tarihi yorumlamada koca koca insanları bahsettiğim insafsızlığa ve acımasızlığa sürükleyebiliyor.

Türk tarihine bakarsak belki de en karmaşık ve bilinmez olan uzak tarihimiz değil en yakın tarihimizdir. Cumhuriyetin kuruluş aşaması ve sonra yapılanlar kimine göre kahramanlık kimine göre ihanettir. Yani ortası yoktur. Tarafların bu kadar keskin kanaatlere sahip olması da tarihin ayrı bir cilvesi. Bu ikilikli tarihe farklı renkler ve düşünceler, zenginliğimizdir anlayışı ile bakamayız. Çünkü bu bir düşünceden ziyade pozitif bilimleri de yok saymaktır, değiştirmektir. Örneğin sabah önce uyananın darbe ile başa geçtiği ülkelerde dün suç sayılan bir fiil sonraki gün özgürlük kabul edilebilir diğer gün yine hainlik ile cezalandırılabilir. Darbe yapana göre, suyun kaldırma kuvveti değişmeyeceği gibi tarihin salt gerçekleri de değişmemelidir. Siz bu gerçeklerin içinde sebepler ve sonuçlarla farklı okumalar anlamalar çıkarabilirsiniz ama gerçek olan değişmez. Yani 19 Mayıs’ta M. Kemal’in Samsun’a gittiği gerçeğini değiştiremezsiniz. Ama bunun getirdiği olay ve arka plan hakkında yorumlar yapma hakkınız vardır.

Tarihe farklı bakmanın veya olayları kendimizce farklı okumanın ne zararı var, derseniz tarihin birbirinin devamı yani birinin diğerine etkisi ile bugünlere gelindiğini belirtmek isterim. Demokratik düzen bile tarihin içinde belirli merhaleler ile ortaya çıkmıştır. Krallık-Sultanlık dönemi yani Saltanat Dönemi, sonunda Meşruti çalışmalar, daha sonrası Saltanat yerini alan Saltanat olmayan Diktatörlük dönemi ile Tek Partili ya da kontrollü Muhalefetin olduğu danışıklı demokrasi donemi ve nihayetinde halkın bilinçlenmesi ile oluşabilecek Demokrasi dönemi. Bu gelişim ve değişimi dünyada değişik kereler gördük.

Libya’da Kral İdris’i deviren Subaylar ve Diktatör Kaddafi dönemi, Mısır’da Krallığın devrilip Baas tarzında tek adam askeri dönemi, aynı şekilde Ortadoğu’nun değişik yerlerinde belki de çoğu yerinde (Suriye’den İran’a) bu değişimleri görmek mümkün. Aynı durum Türkiye’de de yaşandı. Osmanlı hanedanı bitti yerine saltanatsız askeri diktatöryal tek adam devri başladı. Bu toplumsal ve yönetimsel dönüşümün halkta makes bulması da bir evrimin gerekliliği şeklinde oldu. Önce zorla yapılan toplumsal değişim, sonraları yeni taktik olarak toplumu değişik merhalelerle hazırlama, kıvama getirme şeklinde kendini gösterdi. Popülist sinema, gazete, film ile tarih ve gerçekler toplumda farklı algılanmaya ve iktidarın istediği yöne gitmeye başladı. Türkiye de 27 Mayıs sonrası güçlü Sol, 12 Eylül’e doğru Güçlü sağa evrilirken 12 Eylül sonrası Liberalizm, 90 larda ise önce totalizm (derin devletçilik) sonra Muhafazakar toplum oluşturuldu. Ve bunlar toplumda bilinçli şekilde oynanarak yapıldı. Siyasal İslam ile sözde Milliyetçiliğin etkisi ile oluşturulan Yeni İttihatçılığın şuan topluma empoze ediliyor. Bununla birbirine normalde zıt olan Abdülhamid -İttihatçılık (Erdoğanizm ile siyasi milliyetçi) ile harmanlanmış bir toplum yani zıt (omurgasız) bir halk oluşturulmaya çalışılmaktadır.

Tarihe bakışta, algının gerçek olarak kabul edilmesinde araç işlevi görmesinde modern devlet aygıtı hiç de masum değildir. Toplumu etkilemek için bilinçli bir şekilde neoOsmanlıcılık ile yapılan ve güncel siyasi gelişmeleri tarih havuzuna serpiştirip toplumu yönlendirme sevdası ülkemizde maalesef son 10 yılda hız kesmeden devam etmektedir. Bu minvalde milyonlarca Dolar harcayan (halkın vergisinden alıp) TRT de yapılan sözde tarihi dizileri örnek gösterebiliriz. Belki de bunun en tipik ya da uç örnek diyebileceğimiz Abdülhamid dizisidir. Tamamen kurgusal olan ama tarihte olmayan bir Osmanlı ve Abdülhamid ortaya konup onun üzerinden topluma Erdoğan ve popülizm yüklenmektedir. Abdülhamid‘in denge politikasını çevirip Erdoğan’ın yaptığı zikzaklı dış -iç siyasete kılıf ve referans yapmak da ancak İletişim Başkanlığının yerli Göbel’inin aklına gelebilir idi.

Bu konuda yıllardır en önemli başucu kitabı diyebileceğimiz George Orwell’ in distopik romanı 1984 de anlattığı gibi, devlet, toplumu etkilemek ve değiştirmek için sürekli bir çalışma halindedir. Bu yolda tarihi sürekli değiştirir. Yaptığı yanlış politikaları, iç- dış, düşman- dost algılarını, savaşları hep günceller. Tarihle oynamak için arşiv bakanlığı bile kurmuştur. (Bkn. Mısır’da Sisi ile olan dönüşümüne ya da İsrail’e en fazla ticaret hacmi yapan ve bunu savaşta da sürdüren anlayışın içteki popülist laflarına)

Kitleler, “hakikat ”ten çok algılarına güvendikleri için propagandanın onlar üzerindeki etkisi güçlüdür.

“Yalanı bir yaşam tarzı” haline getiren iktidar, ilkesel olarak yalan üzerine kuruludur. Böylesi yönetimlerde gerçekler, genel biçimde ve sürekli olarak reddedilirken bütün yalanların gerçek kabul edilebilir

Denetlenip değiştirilen yalnızca şimdi değil, aynı zamanda geçmiştir de.

Geçmiş kayıtların, arşivlerin yani tarihin şimdinin söylemiyle tutarsızlığa düşmesi durumunda değiştirilmesi gereken arşivlerdir. Tüm geçmiş liderin söylemini doğrulayacak şekilde yeniden düzenlenir. Toplum hazır olsun diye o haftaki dizilerde filmlerde, köşe yazılarında bu değişen tarih gerçekten olmuş gibi yayımlanır.

Bu durum geçmişe dönük sürekli bir değiştirme işlemini gerekli kılar. Sürekli değiştirme işlemi yalnızca gazeteler için değil, arşiv niteliği taşıyan, kitaplar, süreli yayınlar, broşürler, posterler, kitapçıklar, filmler, ses bantları, karikatürler, fotoğraflar, siyasal ya da ideolojik bakımdan önem taşıyabilecek her türlü kitap ve belge için geçerlidir.

Geçmiş, günü gününe, neredeyse dakikası dakikasına güncellenir. Böylelikle Liderin tüm öngörülerinin ne kadar doğru olduğu belgeleriyle kanıtlanmış olur.

Sonuçta tarih her zaman birden fazla perspektife sahiptir ve bakış açısı yorumlara tabiidir. Ama gerçekler ile bu denli bilinçli oynamak yalan bir gelecek ortaya çıkarmaktadır. Zemini çürük bir gökdelen gibi yanlış temeldedir. Temel güçlü diye diye çıkılan katlar çoğaldıkça riske girilen hayatlar o denli çoğalır.

Tarih, toplumların kimliklerini şekillendiren ve geleceğe yön veren bir pusuladır; ancak bu pusulanın taraflı ellerde manipüle edilmesi, gerçeklerin saptırılması ve toplumsal hafızanın çarpıtılması, bireylerin ve toplumların kendi geçmişleriyle sağlıklı bir ilişki kurmalarını engelleyerek, gelecek nesiller üzerinde silinmez yanılgılar bırakabilir.

Yanlı(ş) Tarih Okumaları yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/yanlis-tarih-okumalari/feed/ 0
Dreyfus’un Hakkını Savunmak https://hukukpenceresi.com/dreyfus-un-hakkini-savunmak/ https://hukukpenceresi.com/dreyfus-un-hakkini-savunmak/#comments Tue, 09 Jan 2024 21:50:21 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=9116 Dreyfus Davası her yönüyle hukuk tarihini derinden etkilemiş ve kelle isteyen yığınların güdüleri ile hareket etmenin nasıl bir hukuksuzluk ve adaletsizlik ortaya çıkardığını gösteren ibretlik bir örnektir. Fransa da milliyetçiliğin zirveleştiği bir dönemde (Johnson’un ‘Her alçağın son sığınağı milliyetçiliktir’ sözünü hatırlayalım) ekonomik darboğaz ve küçümsenen Almanya’ya karşı yenilmiş olmanın sebebi olarak dış güçlere (Almanya) destek […]

Dreyfus’un Hakkını Savunmak yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Dreyfus Davası her yönüyle hukuk tarihini derinden etkilemiş ve kelle isteyen yığınların güdüleri ile hareket etmenin nasıl bir hukuksuzluk ve adaletsizlik ortaya çıkardığını gösteren ibretlik bir örnektir.

Fransa da milliyetçiliğin zirveleştiği bir dönemde (Johnson’un ‘Her alçağın son sığınağı milliyetçiliktir’ sözünü hatırlayalım) ekonomik darboğaz ve küçümsenen Almanya’ya karşı yenilmiş olmanın sebebi olarak dış güçlere (Almanya) destek veren (!) içteki azınlık (Yahudiler) suçlu ve öteki ilan edilmekte idi.

Ülkenin tüccar kesimini oluşturan Yahudilerin, son dönemde ordu ve bürokrasi içerisinde çeşitli görevler almaya başlaması dikkatleri onların üzerine çekiyordu.

Bu rüzgârda toplum ekonomik kriz ve hükümetin başarısız yönetimini görmüyor ve suçlu arıyordu. Tanrılar (Egemen güçler) kurban istiyordu. Tam bu sırada Ulusal basında (havuz ve bağımlı medyada) sıklıkla ordunun içine sızmış (!) Alman yandaşı Yahudilerin listesi yayımlanıyor ve ülkede kötü giden her şeyin sorumlusu olarak Yahudi topluluğu gösteriliyordu.

Fransız ordusu içerisinde bir kişinin Alman istihbaratına bilgi sızdırdığı ile ilgili bir kâğıt parçası delil kabul edilip fırtınalar koparılmaya başlandı.

Bu yeterli delil olmayan makul şüphelerle delil kabul edilen kâğıtlar sayesinde kanunsuz suç icat edilmişti. Bu kâğıt parçası İstihbaratın başında bulunan Albay Jean Sandherr’e ulaştığında Fransız kamuoyunda küçük bir kıyamet kopacaktı. Sandherr bir Yahudi karşıtı olmasıyla ünlüydü.

Yapılan tahkikatların sonucu bu Yahudi subay Dreyfus’u işaret ediyordu; ancak Dış İşleri Bakanı Hanotaux kanıt yetersizliğinden davanın açılmasına karşı çıktı.

Böyle bir dava Fransız kamuoyunu böleceği gibi uluslararası kamuoyunda Fransa’nın elini zayıflatabilirdi.

Buna rağmen cadı avı kararı alınmıştı. Soruşturmanın başına da Sandherr’in bizzat kendisi getirildi, bu atama soruşturmanın adil bir mahkeme olmaktan çıkıp bir kelle avına dönüşmesine neden olacaktı.

Aslında Dreyfus ’un belge ile ilişkilendirilmesi yalnızca bir tahmine dayanmaktaydı. Onun seçilmesinin başka nedenleri de vardı. Dreyfus  bir Yahudi ailesine mensuptu. Ordu içerisinde durdurulamayan bir yükselişi vardı. Böyle bir kişinin örnek olarak ilerlemesi Fransız yerli ve milli çıkarlarına daha doğrusu egemenlerin çıkarlarına hizmet etmeyeceği aşikar idi.

Dreyfus seçilmiş bir kurbandı. Soruşturma esnasında tüm iddialar boşa çıkmıştı ama karar yukardan verildiğinden sahte deliller uydurulmaya devam edildi. İlk zamanlar bir kaç akil kişi Dreyfus’un suçsuz olduğunu bu cadı avının Fransız değerlerini kökünden sarsacağını belirtse de  hükümet, parlamento ve milliyetçi kanat kelle istemekte idi.

Mahkeme başladığında tanıklardan birisi Savunma Bakanı General Mercier’dir. Davanın seyrini değiştirir çünkü sahte bir mektup hazırlayarak yalnızca mahkeme başkanı ve üyelerinin okumaları kaydı ile heyete teslim eder. Bu hareketi ile kendi ordusunda şerefli bir subaya kumpas kurdu ve iftira attı. Hulusi Akar’a örnek teşkil etmiş midir bilinmez ama üstüne Fransız İstihbaratında çalışan Hakan Fidan’in (!) personelleri de teker teker kürsüye gelerek şerefleri  üzerine yeminler ederek hainin Dreyfus olduğunu söylerler.

Görülen odur ki tüm imkanlarını seferber eden devlet, yalan deliller üretip, havuz medyası ile algıyı yönetip, kurduğu düzmece Mahkeme ile davanın sonucuna ilişkin kararını zaten önceden belli etmişti. Aslında davada Dreyfus değil bir milletin içinde bir grup yargılanıyor ve cadı avı zemini hazırlanıyor idi.

Nihayet delillerin (!) ışığında üçüncü gününde mahkeme karara varır ve Dreyfus’u müebbet hapse ve rütbelerinin sökülmesine hükmeder. Karar milliyetçileri memnun etmez. Dreyfus ’un muhakkak idamını  istemektedirler. 15 Temmuz sonrasi idam geri gelsin diyenler ve RTE nin gelsin hemen imzalarım demesi gibi. (Oysa o da geriye hukuk işlenmezi biliyor idi ama toplumsal yığınları yönlendiriyordu).

Sonuçta herkesin gözü önünde bir seremoni ile rütbeleri söküldü ve oradan ömur boyu hapis cezası çekmeye Şeytan Adası hapishanesine gönderildi.

Hikayenin bu tarafına kadar olanlar aslında isimleri değiştirsek Türkiye ve 15 Temmuz sürecinin benzeridir. Yolsuzluk ve krizler sonucu gündemi değiştirmek ve kendi suçlarını milliyetçi kılıfıyla saklamak için bir iç düşman belirtme isteği, bunda eğitimde ve ticarette başarı elde etmiş bir topluluğu medya eliyle fişleme, devlet eliyle, uydurma belgelerle, uyduruk mahkemelerle, yalancı şahitlerle yargılama ve onurumu ayaklar altına alıp, linç edilmesi için toplum önüne atma (orta yerde rütbeleri sökme gibi).

Ama buradan sonrası belki de aydın kişiler için geçerli. Emile Zola  tek başına bu haksız duruma meydan okur. Bunun neticesinde tehdit edilir, baskılara uğrar, tabiri caizse Paralel ilan edilir, buna rağmen Cumhurbaşkanına kadar ulaşır ve tarihte “İtham Ediyorum adlı meşhur mektubu ile bu hukuksuzluğa meydan okur.

 Zola, hükümete hakaretten, ağır para cezasına ardından da hapis cezasına çarptırılır. Sonrasında tüm servetine de el konulur.

Dava çığırından çıkmış, bir cadı avına dönüşmüştür. Dreyfus ile beraber listelenen kişilerin mallarına el konur veya Kayyumlar atanır.

Baskılardan sonra Dreyfus taraftarları çareyi İngiltere’ye iltica etmekte bulur. Meriç ve Egenin soğuk sularının o zamanki adı belki de Manş Denizi’dir.

Adalet topaldır, ağır yürür fakat gideceği yere er geç varır. Mücadele eden bir avuç inanmış adalet peşinde sürgün olan şahsiyet sayesinde dava ilerde tekrar görülür. Sonunda adil mahkemeler Dreyfus Davası’nı yeniden görür ve olayın baştan sona yanlış anlaşılmalar ve komplolarla dolu bir kumpas olduğu ortaya çıkartılır.  Dosya ve ifadeler ile gerçek suçlular, kumpas yapanlar tek tek tespit edilir. Dreyfus, önce Hükümet Affı ile serbest bırakılır ardından rütbeleri söküldüğü meydanda iade edilerek Binbaşılığa yükseltilir.

Dreyfus Davası ya da kumpasının başı bildiğimiz yaşadığımız hatıralarda var. Ama Emile Zola’ların yokluğu hissediliyor. İnanıyorum ki bir avuç sürgündeki inanan hukukçunun mücadelesi sonunda Günümüz Dreyfus Davasında tüm hakikatler  ortaya çıkacak ve tarihte aynı şekilde, aynı meydanda rütbeler, haklar iade edilecektir. Tarih tekerrürden ibarettir.

Dreyfus’un Hakkını Savunmak yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/dreyfus-un-hakkini-savunmak/feed/ 1
FAKİR HALK, ZENGİN İKTİDAR: ALARMI SÖKÜLEN HAZİNE https://hukukpenceresi.com/fakir-halk-zengin-iktidar-alarmi-sokulen-hazine/ https://hukukpenceresi.com/fakir-halk-zengin-iktidar-alarmi-sokulen-hazine/#respond Thu, 16 Jun 2022 10:01:41 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=8205 Son birkaç yıldır Türkiye’de ciddi ekonomik sıkıntılar yaşanmakta ve son aylarda enflasyon gayri resmi makamlara göre %70 civarında olup halkın alım gücü gün geçtikçe düşmektedir. Fiyatlar çok kısa aralıklarla sürekli yükselmekte, bunun karşısında alım gücü düşen halk sürekli fakirleşmektedir. İktisat ve ekonomi bilimi bu durumu kendi kriterleri açısından değerlendirip pek çok yanlış uygulamaya imza atıldığını […]

FAKİR HALK, ZENGİN İKTİDAR: ALARMI SÖKÜLEN HAZİNE yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Son birkaç yıldır Türkiye’de ciddi ekonomik sıkıntılar yaşanmakta ve son aylarda enflasyon gayri resmi makamlara göre %70 civarında olup halkın alım gücü gün geçtikçe düşmektedir. Fiyatlar çok kısa aralıklarla sürekli yükselmekte, bunun karşısında alım gücü düşen halk sürekli fakirleşmektedir.

İktisat ve ekonomi bilimi bu durumu kendi kriterleri açısından değerlendirip pek çok yanlış uygulamaya imza atıldığını rahatlıkla ortaya koyabilecektir. Bu konuda ülkenin önde gelen iktisatçı ve ekonomistleri birçok platformda gerek para politikasının gerekse reel ekonomi politikasının yanlışlarını dile getirmişlerdir.

Bu makalede bir ülkede hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı ile ekonomik gelişmişlik arasındaki ilişki ele alınacaktır.

Hukukun üstünlüğü kavramı en basit ve kısa tanımla, devletin egemenliğinin hukukla kısıtlanmasıdır. Hukukun üstünlüğü, temel olarak hukukun bir topluluktaki veya ülkedeki yaygınlığını ve yetkisinin yüksekliğini ve özellikle de devlet ve hükûmet yetkisini elinde tutanlara karşı üstünlüğünün kabul edilip uygulanabilmesini, bir başka ifade ile hukuk devletinin varlığını ifade eder.

En genel tanımla hukuk devleti, her eylem ve işlemi hukuka uygun, insan haklarına saygı gösteren, insan hak ve özgürlüklerini koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlarından kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayıp yargı denetimine açık olan devlettir[1].

Kişilerin, devlete güven duymaları, maddi ve manevi varlıklarını korkusuzca geliştirebilmeleri, temel hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri ancak hukuk güvenliği ve üstünlüğünün sağlandığı bir hukuk düzeninde gerçekleşebilir. Hukuk devleti olmanın en önemli araçlarından ve bu ifadeyi tamamlayan kavramlardan birisi de demokrasidir. Hukuk devleti olmadan demokrasi olmaz[2].

Türkiye’de demokrasiyi hayata geçirme çabalarının yaklaşık 200 yıllık bir tarihi gelişim süreci vardır. 1808’de Sened-i İttifak ile başlayıp, 1876’da Kanun-i Esasi’nin ilanı ile gelişen süreç Cumhuriyetin bir eseri olarak günümüze kadar devam etmiştir. Türkiye 16 Nisan 2017 yapılan referandum ile Cumhurbaşkanlığı hükumet sistemine geçmiş ve böylelikle yürütme yetkisi ve görevi artık cumhurbaşkanı tarafından yeri getirilmeye başlanmıştır. Pek çok kurum ve kuruluş doğrudan Cumhurbaşkanına bağlanmış, hukuk devletinin vazgeçilmezi olan kuvvetler ayrılığı ilkesinde ciddi sıkıntılar yaşanmaya ve demokratik bir yönetimden ziyade otokratik tek adam rejimine varan uygulamalar yaşanmaya başlanmıştır.

Demokratik sistemlerde kuvvetler ayrılığı prensibi çerçevesinde devletin çatısını yasama, yürütme ve yargı oluşturmaktadır. Bilindiği gibi yasama erkini parlamento ve meclisler kullanmakta, yürütme erkini başkan veya başbakan ve bakanlar kurulu kullanmakta, yargı erki ise bağımsız yargıçlar tarafından kullanılmaktadır. Bu üç erk arasında öncelik ya da üstünlük söz konusu değildir. Bu ilkeler anayasalarda ve yasalarda açıkça yazılmasına, doktrin ve uygulayıcılar tarafından güçlü bir biçimde dile getirilmesine karşın, pratikte yasama ve yürütme erkleri, ülkemiz uygulamasında olduğu gibi, tek elde toplanmakta ve üstesinden gelinemeyecek bir güç haline dönüşmektedir. İşte bu koşullarda kişisel hak ve özgürlüklerin korunması yanında, hukukun üstünlüğü ve hukuk devletinin gerçekleşebilmesi için, bağımsız yargı çok büyük bir önem taşımaktadır[3].

Yukarıda izah edilen kavramlar bağlamında maalesef son yıllarda Türkiye, World Justice Project tarafından dünyanın her ülkesinden akademisyen ve hukukçuların katılımıyla hazırlanan Rule of Law Index (Hukukun Üstünlüğü Endeksi) sıralamasında çok gerilerde yer almaktadır. Türkiye, 2021 Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde (Rule of Law Index) 139 ülke arasında 117’inci sırada ve coğrafi bölgelere göre kategorize edilen endekste, Doğu Avrupa ve Orta Asya grubunda bulunan 13 ülke arasında ise Rusya’nın da gerisinde sonuncu sırada yer almıştır. World Justice Project’in 2020 endeksine göre geçen yıl hukukun üstünlüğü konusunda 128 ülke arasından 107’inci olan Türkiye, 2021 endeksinde ise 139 ülke arasından 117’inci olmuştur. Hukukun üstünlüğünde ilk 10’da Danimarka, Norveç, Finlandiya, İsveç, Almanya, Hollanda, Yeni Zelanda, Lüksemburg, Avusturya ve İrlanda yer almıştır.[4]

Aynı rapor çerçevesinde Türkiye yolsuzlukla mücadele konusunda ise 134 ülke arasında 69’uncu sırada yer almıştır. Hukukun üstünlüğünde ilk 10’da yer alan ülkelerin ekonomilerinin güçlü, kişi başına düşen gelir bağlamında halklarının zengin olduğu ilk bakışta dikkat çeken bir durumdur.

Pek çok araştırma ve bilim insanına göre hukukun üstünlüğü ekonomik kalkınmayı olumlu yönde etkilemektedir. Bu çerçevede ülkelerin hukukun üstünlüğünün göstergesi olarak; devletin işleyişinde ve politika uygulamalarında şeffaf, hesap verilebilir, öngörülebilir olması ülkeyi yatırımlar için cazip hale getirecek ve sonuçta ekonomik büyümeyi destekleyecektir. Türkiye örneğinde, 2004 yılında Avrupa Birliği üyelik müzakerelerinin başlaması ile birlikte, birçok hukuksal ve demokratik reformlar hayata geçirilmiş ve sonuç olarak doğrudan yabancı yatırımlar, 1 milyar $ düzeyinden 27 milyar $ düzeyine yükselmiş ve buna paralel olarak milli gelir ve dolayısıyla kişi başı gelirde önemli artışlar kaydedilmiştir. Kişi başı gelir 2002 yılında 3688$ iken 2009 yılında 9104$’a, 2013 yılında ise 12614$’a yükselmiştir. Hukuk reformları aynı ölçüde devam etmediği için yatırım düzeyi düşmüş, kişi başı gelir 2020 yılında 8550$’a gerilemiştir.

Görüldüğü gibi ekonomik kalkınma düzeyini artırabilmek için hukukun üstünlüğünün tesis edilmesi oldukça önemlidir. Bu bağlamda öncelikle var olan hukuki normların uygulanması, uluslararası hukuk kurallarının ve evrensel hukukun gereksinimlerinin ulusal hukuk sistemi içine entegre edilmesi ve uygulanabilirliğinin sağlanması ve adaleti tesis etmekle görevli bireylerin bu ilkeler doğrultusunda eğitilmesi gerekmektedir[5].

Türkiye’de hukukun üstünlüğünün açıktan veya örtülü olarak rafa kaldırıldığı durumlarda  ekonomik sıkıntılar yaşanmıştır. Örneğin 28 Şubat 1997’de yapılan Millî Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açıklanan kararlarla “irtica“ya karşı başlayan ordu ve bürokrasi merkezli süreç ile  Türkiye‘de siyasi, idari, hukuki ve toplumsal alanlarda değişimler yaşanmıştır. Yaşananlar postmodern darbe olarak adlandırılmıştır.  Bu koatik ortamda ülkede gündem “irtica ile mücadele” olarak adlandırılırken bankaların içi boşaltılmış, o zamanın tabiri ile bankalar yani milletin parası ‘hortumlan’mıştır. O zamanın dikkat çeken uygulamalarının başında MGK tarafından hakimlere verilen irtica ile mücadele konulu seminerlerdir. Yargı bağımsızlığına gölge düşüren bu uygulama ve seminerlere katılan hakimler yıllarca eleştirilmiştir.

17-25 Aralık Operasyonları olarak adlandırılan ve 4 Bakanın karıştığı milyon Dolarlık yolsuzluk operasyonlarından sonra Hükumet, önce bu operasyonları yapan polisleri ve yargı mensuplarını görevden alıp akabinde tutuklanmalarını sağlamıştır. Bu operasyonlardan sonra bir daha bu tarz yolsuzlukların ortaya çıkartılmasının önüne geçmek amacıyla yargısal ve yapısal değişikler yapılmıştır. Bu konuda son nokta Hükumet tarafından 15 Temmuz Darbe girişimi bahane edilerek olağanüstü hal rejiminin ilanı ile birlikte kolluk görevlilerinin de dahil olduğu binlerce kamu görevlisi ve yargı mensubu görevden alınmış pek çoğu tutuklanmıştır. Aynı 28 Şubat sürecinde olduğu gibi 15 Temmuz’dan sonra ülkede kaotik bir rejim kurulmuş ve iktidar partisi tarafından pek çok kurumla birlikte yargı da yeniden dizayn edilmiş ve Hükumet destekli Yargıda Birlik Derneği üyeleri tarafından tamamen iktidara bağlı hale getirilmiştir.

Her ne kadar yargıda yapılan görevden almaların ve yeni sistemin yargıdan belli bir grubu temizleyip yargıyı bağımsız ve “milli” hale getirmek amacıyla yapıldığı söylense de yukarıda da izah edildiği gibi hukukun üstünlüğü endeksinde ülkenin geldiği nokta bu amacın realiteden çok uzak olduğunu göstermektedir.

Bu çerçevede yeni yargı sistemi ve üyelerinin görevi Hükumet aleyhine olabilecek herhangi bir soruşturmayı önlemek, gerekirse onları aklamak ve muhalifleri sindirmekten öteye gitmemektedir. Ülkede yapılan her ihale usulüne uygun olmasa da sürekli belli kişilere verilmekte, yolsuzlukların önü açılmakta, hesap sorulamaz bir sistem kurularak Hazine ve pek çok kurumun içi mali kaynaklar yönüyle boşaltılmaktadır. Bir başka ifade ile vatandaşın ödediği vergiler dolaylı ya da doğrudan birilerinin cebine gitmekte, halk gün geçtikçe fakirleşirken birileri zengin olmaktadır.

Yeni Asya gazetesinde yayınlanan bir karikatürle İbrahim Özdabak’ında ifade ettiği gibi Hazine’ye başta takılmayan güvenlik alarmı ülkenin geldiği noktada fiyatlardaki artış nedeniyle artık bir litrelik sütün üstüne takılmaktadır. Halkın parasına, bir anlamda Hazineye sahip çıkıp keyfi şekilde harcanmasını ve hortumlanmasını engelleyecek tek kurum bağımsız yargıdır. Bu bağlamda 15 Temmuz sonrası yapılan tasfiyelerin amacı daha net anlaşılmaktadır.

Sonuç olarak demokrasiden uzaklaşmış, hukukun üstünlüğünün olmadığı, yargının bütün birleşenleri ile hükumete bağlı olduğu bir ülkede halkın vergilerinin yani Hazinenin hortumlanması, ekonomik hayatın zorlaşması, enflasyonun artması ve halkın her geçen gün fakirleşmesi kaçınılmaz olmaktadır. Bu fakirleşme sarmalından çıkışın tek yolu ise ülkede yeniden bağımsız yargıyı tesis etmektir. “Fiat justitia ne pereat mundus”[6]

 

[1] https://www.anayasa.gov.tr/Kararlar/GenelKurul/Basvuru_Karari/2017-9.pdf

[2] Mahfi EĞİLMEZ, https://www.mahfiegilmez.com/2019/12/hukukun-ustunlugu-ve-ekonomi.html

[3] Özdemir ÖZOK, NEDEN BAĞIMSIZ YARGI?, http://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2005-60-167

[4] https://worldjusticeproject.org/our-work/research-and-data/wjp-rule-law-index-2021

[5]Fatih KARA, HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜNÜN KALKINMA GÖSTERGELERİNE ETKİSİ: PANEL VERİ ANALİZİ, http://adudspace.adu.edu.tr:8080/jspui/bitstream/11607/4485/1/3152.pdf

[6] “Dünyanın yıkılmaması için adalet yerini bulmalı”

 

FAKİR HALK, ZENGİN İKTİDAR: ALARMI SÖKÜLEN HAZİNE yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/fakir-halk-zengin-iktidar-alarmi-sokulen-hazine/feed/ 0
Rejimin Militan Yargısı (1) https://hukukpenceresi.com/rejimin-militan-yargisi-1/ https://hukukpenceresi.com/rejimin-militan-yargisi-1/#respond Sun, 05 Jun 2022 23:34:21 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=7910 AKP rejimi tarafından 2013 yılından itibaren ülkemizdeki binlerce hâkim ve C. savcısı ve kamu görevlisi politikleştirilerek militanlaştırıldı. Adeta yargı, siyasal iktidarın arka bahçesi haline getirildi. Militan yargı mensupları için rejimin devamı, devletin devamı ve toplumun huzurundan daha önemlidir. Çünkü kendi varlık ve ikballerini hukuk düzeninin egemen olduğu bir devlette asla gerçekleştiremeyeceklerinden emindirler. Genel olarak bir […]

Rejimin Militan Yargısı (1) yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
AKP rejimi tarafından 2013 yılından itibaren ülkemizdeki binlerce hâkim ve C. savcısı ve kamu görevlisi politikleştirilerek militanlaştırıldı.

Adeta yargı, siyasal iktidarın arka bahçesi haline getirildi. Militan yargı mensupları için rejimin devamı, devletin devamı ve toplumun huzurundan daha önemlidir. Çünkü kendi varlık ve ikballerini hukuk düzeninin egemen olduğu bir devlette asla gerçekleştiremeyeceklerinden emindirler.

Genel olarak bir devleti meşru ve bâki kılan adalet ise, bir rejimi de var ve devamlı kılan ideolojisidir. Her ne kadar adı konmamış olsa da AKP rejiminin de bir ideolojisi vardır ve bu ideoloji dört başı mamur ‘faşizm’dir.

“Faşist” kelimesi İtalyanca’da “fascio”, sıkıca birbirine bağlı çete anlamında kullanılıyor. Bu zihniyet, iktidarı tamamen ele geçirmek için kendileri gibi düşünenlerden oluşan bir kitle yaratmayı hedeflemekle beraber, ülkenin kurumlarını da menfaatlerine göre radikal bir biçimde değiştirmeyi amaç edinmişlerdir. Bunun en kestirme yolu öncelikle parlamenter yönetimden çıkıp başkanlık yönetimine geçmekti ki bu hedefe 2018 yılında ulaşmayı başardılar. Cumhuriyetin ‘olmazsa olmaz’ kurumu olan ‘parlamento’ işlevsizleştirilerek etkisiz bir hale getirildi. Başkan ve -sekretarya konumuna düşürülen- bakanları denetleyen ve dengeleyen tek bir organ bırakılmadı. Muhalif olan gazete, dergi, radyo ve televizyonların tamamına yakını 15 Temmuz akabinde kapatıldı, birkaç istisna dışındakiler hariç basının yüzde 90’ı “havuz medyası” çatısı altında toplandı. Netice itibariyle demokrasinin dördüncü kuvveti olan basın kontrol altına alındı.

Arda ardına çıkarılan yasa ve KHK’lar ile diktatörlüğe giden yol pekiştirildi. Yoksullaştırılan halka mukabil çok büyük servetler elde eden oligark olarak adlandırılan bir zenginler sınıfı oluşturuldu. Nerdeyse bireysel ve kurumsal muhalefetin tamamı da tesirsiz hale getirildi.

Bu yeni faşist rejimin amaçlarını, istihbarat kurumu vasıtasıyla devşirdiği resmi ve gayri resmi militanlar eliyle gerçekleştirmeye çalıştığını görüyoruz. Bu kadar kısa zamanda militan yetiştirmek zor olduğundan işe adam devşirmekle başladılar. Zamanla kendi militanlarını yetiştirdikten sonra öncekileri de sonrakilerin eliyle bertaraf edecekleri kaçınılmazdır. Çünkü tarihte bu hep böyle olmuş, rejim önce kendi evlatlarını yemiştir.

Fransızca’da ‘Militant’ anlamına gelen ‘militan’ kelimesi TDK’ye göre ‘bir düşüncenin, bir görüşün başarı kazanması için savaşan, mücadele eden kimse’ anlamına gelmektedir.
Bu bağlamda diğer bürokrasi unsurlarına paralel olarak yargı kurumu da artık adalet hizmeti üreten bir kurum olmaktan çıkmış, rejimi müdafaa eden ve toplumsal muhalefeti sindirmek için korku saçan bir mitralyöz bataryasına dönüşmüştür. Oysa kabul etmekle iftihar ettiğimiz İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 10. maddesinde ‘Herkes, haklarının ve yükümlülüklerinin ve kendisine karşı herhangi bir suç isnadının (hukuksal) karara bağlanmasında tam bir eşitlikle bağımsız ve tarafsız bir yargı yeri tarafından adil ve aleni/(açık) olarak yargılanma hakkına sahiptir.’ belirtilen en önemli sütunu barbarca çiğnenmektedir.

Aslında bağdaşması mümkün olmayan ‘militan’ ve ‘demokrasi’ kelimelerini yan yana getirerek ülkemizde “Militan Demokrasi ve 1982 Anayasası” adlı kitabını yazan kişi Dr. Yusuf Şevki Hakyemez’dir. Bazı hukukçuların nazizm, faşizm ve komünizm gibi anti-demokratik akımlara karşı, “devletin ve demokrasinin kendini koruması” diye formüle ettiği bir görüş olduğunu belirtir. Kitabın ön sözünde “Liberal demokrasilerde de elbette devlet ve demokrasi kendini korur. Ama bunun ölçüleri vardır: Şiddet yanlısı partiler kapatılır mesela… Militan demokrasi ise kolayca anti demokrasiye kayabilir: Devletin temel hak ve hürriyetlerin bekçisi olarak çoğulcu demokratik düzeni koruması için militan demokrasiyi kullanması ne kadar doğruysa, bunun ötesine geçerek siyasal iktidarı elinde tutan egemen güçlerin mevcut toplumsal ve siyasal düzeni korumak için kullanması da o kadar yanlıştır.” denmektedir. 28 Şubat dönemini meşhur Yargıtay C. Başsavcısı Vural Savaş’ın “Militan Demokrasi” adlı kitabında kullandığı “militan” ibaresi günümüz yargı mensuplarının büyük çoğunluğunun tanımlanması için özet bir ifadedir. Aslında ‘Militan Demokrasi’ teriminin günümüz anlayışına da birebir uygun olduğunu görmekle birlikte Y. Ş. Hakyemez’den mülhem yargıya bakan yönü itibariyle ‘Militan Yargı’ nitelendirmesini kullanmayı uygun bulduk. Üstelik günümüzdeki militan yargı, demokratik yönetimi anti-demokratik akımlara karşı korumak için değil, bilakis anti-demokratik AKP rejimini demokrasiye karşı koruyup güçlendirme işlevi görüyor.
Türkiye gibi demokrasisi az gelişmiş ülkelerde bireysel hakları yazılı kurallarla güvence altına almak yetmiyor. Malum olduğu üzere “En iyi yasa kötü uygulayıcı elinde berbat, en kötü yasa iyi uygulayıcı elinde mükemmel olur.” 15 Temmuz bahane edilerek Anayasal ve yasal güvenceleri gözetilmeden -siyasi iktidar ile uyumlu çalışmayacağı varsayılan- 5 bin civarında hâkim ve C. savcısı ihraç edilmiş ve pek çoğu tutuklanmıştır. Geriye kalan sindirilmiş yargı mensupları ile birlikte başta AKP teşkilatlarından olmak üzere bünyeye dahil edilen endoktrine edilmiş yargı mensupları elinde yasaların, ihdas edilme gayelerine ve gerekçelerine göre değil, politikacıların menfaatlerine göre uygulandığını görüyoruz.

Rejimin Militan Yargısı (1) yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/rejimin-militan-yargisi-1/feed/ 0
KİRLİ POLİTİKALARIN HİZMETKÂRI OLARAK YARGIDA BİRLİK DERNEĞİ https://hukukpenceresi.com/kirli-politikalarin-hizmetkari-olarak-yargida-birlik-dernegi/ https://hukukpenceresi.com/kirli-politikalarin-hizmetkari-olarak-yargida-birlik-dernegi/#respond Sat, 26 Mar 2022 22:46:38 +0000 https://hukukpenceresi.com/kirli-politikalarin-hizmetkari-olarak-yargida-birlik-dernegi/ Hitler’in propaganda bakanı Joseph Goebbels günlüklerinde “Yargı devlet hayatının efendisi olamaz, devlet politikasının hizmetkârı olmalıdır.” der.[1] 12 Ekim 2014 tarihli HSYK seçimlerinden sonra Türk Yargısına egemen olan “Yargıda Birlik Hareketi (Derneği)”, Goebbels’in bu sözünün vücut bulmuş hali, yaşayan somut bir örneği olmuştur. 17-25 Aralık 2013 tarihli rüşvet ve yolsuzluk operasyonlarından sonra Gülen Hareketi’ni düşman ilan […]

KİRLİ POLİTİKALARIN HİZMETKÂRI OLARAK YARGIDA BİRLİK DERNEĞİ yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>

Hitler’in propaganda bakanı Joseph Goebbels günlüklerinde “Yargı devlet hayatının efendisi olamaz, devlet politikasının hizmetkârı olmalıdır.” der.[1] 12 Ekim 2014 tarihli HSYK seçimlerinden sonra Türk Yargısına egemen olan “Yargıda Birlik Hareketi (Derneği)”, Goebbels’in bu sözünün vücut bulmuş hali, yaşayan somut bir örneği olmuştur.

17-25 Aralık 2013 tarihli rüşvet ve yolsuzluk operasyonlarından sonra Gülen Hareketi’ni düşman ilan ederek, Devletin bütün kurumları ve yandaş medyasıyla birlikte Gülen Hareketi’ni “yok etmek” üzere savaş açan Erdoğan, Ağustos 2014’te Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Gülen Hareketi’ni “terör örgütü” olarak Kırmızı Kitap’a[2] koyduracağını açıkladı. Yapılan periyodik toplantılar sonrasında MGK’da bu konuda karar aldırdıktan sonra da “Yargı bundan sonra Kırmızı Kitaba göre karar verecek.” dedi.[3] Böylece Erdoğan’ın “paralel yapı ile mücadele” adı altında başlattığı süreç, yani Gülen Hareketi’ni bitirmeye yönelik karar, işlem ve uygulamalar, “Devletin milli güvenlik siyaseti” kapsamında yürütülmeye başlandı.

Bu süreçte en önemli görevi, Hükümetin girişimleri ve desteğiyle “Yargıda Birlik Platformu” adı altında örgütlenen yargı mensupları üstlendi. 27 Mart 2015’te dernek statüsü kazanan “Yargıda Birlik Hareketi”, “platform” olarak harekete geçtikleri ilk andan itibaren, siyasi iktidarla aynı söylem birliği içerisinde Gülen Hareketi’ni kendileri için de “düşman” ilan etti ve “Bu mücadelede Devletimizin yanındayız, yürütme ile uyumlu çalışıyoruz” mesajı verdi.[4] Bütün söylem ve eylemleriyle, Devlet politikasının, yani “Devletin milli güvenlik siyasetinin” hizmetkârı olduğunu gösterdi.

YBD’nin, siyasi iktidar tarafından kurulması, desteklenmesi, iktidar ile birlikte hareket etmesi, bağımsız ve tarafsız bir yargı örgütü olmadığının göstergesidir. Bununla birlikte, YBD’nin tarafsız olmadığını gösteren, en az bunun kadar önemli bir başka olgu daha bulunmaktadır. O da şudur: YBD, “Gülen Hareketi karşıtlığı/düşmanlığı” temelinde örgütlenmiş bir yargı örgütüdür. “Yargıda Birlik Hareketi”, toplumun bir kesimini, siyasi iktidar ile birlikte “düşman” kabul eden ve bu “düşmana” karşı, kin, nefret ve intikam duyguları besleyen ve bunu her söylemlerinde açık veya zımni şekilde dile getiren yargı mensuplarının oluşturduğu bir yapılanmadır. Buna ilişkin kanıtlardan bazılarına göz atalım:

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın “Yargıda Birlik’i biz birçok hâkim ve savcıyla birlikte kurduk. FETÖ’yü yargıdan temizledik.” sözleriyle,[5] YBP’nin Adalet Bakanlığı organizasyonu olduğunu ve Gülen Hareketi’ne karşı faaliyet yürüttüklerini açıkça itiraf etmiştir. YBD kurucu üyesi Harun Kodalak ve Yargıtay üyesi Abdullah Yaman, YBP’nin Adalet Bakanlığı koordinesinde “Gülen Cemaati’ne karşı” kurulduğunu açıklamışlardır.[6] Yine YBP sözcüsü Abbas Özden, HSYK seçimleri öncesi verdiği röportajda, “kendilerinin paralel yapıyla mücadele etmek için oluşturulmuş bir birlik olduğunu” ifade etmiştir.[7]

Adalet Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı ve YBD dönem Başkanı Musa Heybet, 19.06.2017’de Erzurum’da yaptığı konuşmada, “Hâkim ve savcıların bu yapıya karşı …bir araya gelmeyi başardığını, biran önce bu yapının tasfiye edilmesine inandıklarını” söylemiştir.[8] YBD yöneticileri, YBD mensubu HSYK üyeleri ve hâkim-savcılar, bütün toplantılarında bu hususu tekrar etmişler ve “bu mücadelede devletin yanında olduklarını” belirtmişlerdir.[9]

YBD Başkanı Birol Kırmaz, 16 Kasım 2015 tarihli basın toplantısında, “HSYK’nın paralel yapı ile mücadele konusundaki çalışmalarını takip ettiklerini, ancak bu çalışmaların yeterli olmadığını, bu çalışmaların, daha etkin, verimli olması konusunda hemfikir olduklarını ve bu konunun takipçisi olduklarını” belirtmiştir.[10]  YBD dönem Başkanı Musa Heybet, 13 Eylül 2017’de AA muhabirine yaptığı açıklamada, “FETÖ sanıklarının duruşmalardaki ‘inkâr ve mağduriyet’ söylemlerine aldanmamak gerekiyor. Mağduriyet algısı ihanetin perdelenmesi için yapılmış özel çalışmadır. Tüm bunlar yargılamaları aksatmaya yöneliktir. Hâkimlerimizin bu çabaları soğukkanlı karşılayabildiklerini gözlemliyoruz. Bu çok önemlidir.” şeklindeki konuşmuştur.[11] Gülen Hareketi’ne yönelik soruşturma ve davaları yakından takip etmek ve ilgilileri Gülen Hareketi aleyhinde yönlendirmek, bu davalardaki sanık savunmalarına itiraz edip, karşı argümanla bu savunmaları boşa çıkarmaya ve bu konuda hâkimleri yönlendirmeye çalışmak, ancak taraflı (hasım) olmakla açıklanabilir ve bütün bunların, bağımsız ve tarafsız olması gereken bir yargı derneğinin amaç ve faaliyeti kapsamında olması düşünülemez.

Avrupa Yargıçlar Birliği 15 Temmuz darbe girişimi sonrasındaki kitlesel ihraçlar üzerine ihraç edilen hâkim-savcılar ve aileleri için bir insani yardım fonu oluşturmuştur.[12] Ancak YBD, bu girişimi “teröre yardım” olarak niteleyerek tepkiyle karşılamış ve Avrupa Yargıçlar Birliği yöneticilerinin hukuk ve tarih önünde sorumlu olacakları uyarısı yapmıştır.[13] YBD’nin söz konusu cevabı verdiği tarihte (Kasım 2016), ihraç edilen hâkim-savcılar hakkında “terör suçundan” kesinleşmiş bir karar yoktur, hatta henüz dava bile açılmamıştır. Bu açıklama, YBD’nin, Gülen Hareketi’ne karşı tamamen taraflı ve hasmane bir tutum sergilediğinin kanıtlarından birisidir. O kadar ki YBD, hukukun en temel ilkelerinden olan masumiyet karinesini bile görmezden gelmiştir.

“Yargının bağımsızlığının ve tarafsızlığının tam olarak sağlanması” vadeden YBD, Erdoğan’ın; “AİHM kararı bizi bağlamaz”, “İlk derece mahkemesi (AYM kararına karşı) kararında direnebilirdi”, tutuklama/tahliye konusunda “bunları bırakamayız”, “talimatlarını da verdik”; AKP’li bir vekilin “Yasama da bizde, yürütme de bizde, yargı da bizde”[14] gibi yargıya müdahale içeren sözler karşısında veya verdikleri kararlar nedeniyle hâkimlerin görev yerlerinin değiştirilmesi, açığa alınması gibi HSK kararlarına karşı hiçbir şekilde ses çıkarmayan YBD, Avrupalı kurumların “Gülen Hareketi” ismini kullanmalarından rahatsız olmuş ve buna yönelik açıklamada bulunmuştur. YBD dönem Başkanı ve İstanbul C.Başsavcıvekili Cumali Karakütük, 06 Aralık 2016’da yaptığı açıklamada, açılan iddianamelerden söz ederek (henüz yargı kararının bulunmadığını da bildiği halde), “Darbe yapmaya kalkışmış bir terörist örgütü, meşru bir yapı olarak gösterme gayretiyle ‘Gülen Hareketi’ demek suretiyle hukukun karşısında aklamak gibi bir işe soyunuyorlar.” diyerek Avrupalı kurumları suçlamıştır.[15]

Yine, bağımsızlık ve tarafsızlık şartlarını taşımaması nedeniyle Avrupalı yargı örgütlerince kabul görmeyen ve hükümet yanlısı bir örgüt olarak tanınan YBD, Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV) Başkanı Murat Arslan’a, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi tarafından yargının bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğüne desteği konusundaki kalıcı hizmetleri nedeniyle Vaclav Havel İnsan Hakları ödülü verilmesini de “hakkında FETÖ üyeliğinden dava açıldığı” gerekçesiyle kınamıştır.[16]

Bütün bunlar, YBD’nin ne derece “tarafgir” bir örgüt olduğunu göstermektedir. Siyasi iktidarın “düşman” ilan ettiği Gülen Hareketi, YBD’ye göre de bir “düşman”dır ve düşman olarak muamele görmelidir; bu nedenle de insan haklarından faydalanması düşünülemez. YBD’nin Gülen Hareketi’ne yaklaşımı, nefret ve düşman hukukundan öte değildir. Düşman ceza hukukunda, “kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi”, “masumiyet karinesi”, “şüpheden sanık yararlanır ilkesi”, “savunma hakkı”, “tabii hakim ilkesi”, “yargı bağımsızlığı”, “suç ve cezanın şahsiliği” gibi hukukun temel ilkeleri askıya alınabilir. YBD’li yargı mensuplarının siyasi nitelikteki bu davalarda uygulaması da bu yönde olmuştur.

YBD facebook hesabından yaptığı 12 Ekim 2020 tarihli basın açıklamasında tüyler ürperten ifadelere yer vermiş, bir yargı örgütünden ziyade “paramiliter” bir yapılanmanın, ya da sokak çetesi ve mafya vari bir yapının tercih edebileceği bir dil kullanmıştır. Açıklamasında YBD, henüz devam eden davalar ile ilgili, davaya bakan yargı mensuplarını baskı altına alacak net ifadelerde bulunmuş, ihraç edilen ve yargılamaları devam eden yargı mensuplarını “terör unsurları” olarak niteleyip, kuruluş amaçlarının bunları “ortadan kaldırmak” olduğuna yer verilebilmiştir. Yine YBD açıklamasında, yürütmenin başında yer alan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı “önderi” olarak kabul edip, yaptıkları mücadeleyi! onun talimatı ile gerçekleştirdiklerini itiraf edebilmiştir. Kendilerini ve üyelerini “milli” kabul eden Dernek gözünde, kendilerinden olmayan yargı mensupları “hain, düşman, ajan, işbirlikçi”dir. YBD, “Yargıda birlik derneği (platformu), Fetullahcı Terör Örgütü ile mücadelede önemli görevler üstlenmiş, bu günde devam eden mücadelenin temel taşlarını, omurgasını oluşturmuştur” ibarelerine yer vermek suretiyle, 2014 yılından bu güne kadar, derneğe üye olan veya olmamakla beraber onun amaçları doğrultusunda çalışan yargı mensuplarının, Anayasa ve yasa hükümlerini hangi motivasyonla yok sayarak, düşman ceza hukuku ilkeleri doğrultusunda kararlar verdiklerinin anlaşılmasına açıklık getirmiştir.

Özetle YBD, Devleti yöneten siyasi iktidarın Gülen Hareketi’ni karşı oluşturduğu politikanın, yani “Devletin milli güvenlik siyasetinin” hizmetkârı olmuş ve bütün söylem ve eylemleriyle bunu kanıtlamıştır. Böylece YBD egemenliğindeki Türk Yargısı, siyasi iktidarın yönetiminde bir soykırım silahına dönüştürülmüştür.

Bağımsız yargı, uyuşmazlık konusuyla bir ilişkisi olmayan, taraflara karşı herhangi bir önyargısı bulunmayan ve herhangi bir tehdit altında bulunmayan üçüncü kişi konumunda olmak zorundadır. Hiçbir hâkimin, toplumda yer alan kişiler, gruplar, yasal veya yasa dışı oluşumlar hakkında doğrudan hedef alarak hasmane açıklamalar yapması ve onları mücadele edilmesi, yok edilmesi gereken kişiler olarak görmesi, ilan etmesi ve bu amaçla birlik oluşturması söz konusu olamaz. Aksi halde o hâkimin, genelde topluma karşı ve özelde de düşman gördüğü kesime karşı tarafsızlığından söz edilemez.

Oysa YBD üyeleri, “paralel yapı” iddialarına karşı, ilk andan itibaren uyuşmazlığın bir tarafı olarak yer almış, iktidar ile birlikte hareket etmiş, uyuşmazlığın diğer tarafı olan Gülen Hareketi’ne karşı ön yargıdan da öte ihsas-ı reye varan görüşler ileri sürmek ve hatta daha da ileri giderek “Gülen Hareketi ile mücadele edeceklerini” ilan etmek suretiyle tarafsız olmadıklarını açıkça göstermişlerdir. YBD’yi “yargı örgütü” olarak gösteren tek olgu, üyelerinin “yargı mensubu” sıfatı/kimliği taşımalarıdır. Bağımsızlık ve tarafsızlık şartlarını taşamamasının yanı sıra, tarafgirlik, nefret ve düşman hukuku anlayışından kurtulamayan YBD’nin, bağımsız ve tarafsız bir yargı örgütü olarak kabulü mümkün görülmemektedir.

 

 

[1] YBD’nin HSYK seçimini kazanmasına çok sevinen ve “Yargının altın çağını yaşadığını” söyleyen Ergenekon Davası sanıklarından Vatan Partisi lideri Doğu Perinçek, benzer şekilde; “Hukuk siyasetin köpeğidir.” demişti.

[2] Anayasa’nın 118. maddesindeki tabirle “Milli Güvenlik Siyaseti”, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Milli Güvenlik Kurulunca belirlenir ve tavsiye olarak Cumhurbaşkanına (16 Nisan 2017 tarihli referandumla yapılan değişiklik öncesinde Bakanlar Kurulu’na) bildirilir. MGK kararları, kamuoyunda “Kırmızı Kitap” olarak bilinen ve “Gizli Anayasa” olarak da tabir edilen, mahiyetini TBMM üyelerinin dahi bilmediği gizli bir belge olan “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”ne kaydedilir. Bu kararlar Cumhurbaşkanı tarafından değerlendirilir ve gerekli karar ve tedbirler alınır.

[3] http://www.aksam.com.tr/siyaset/paralel-yargiya-karsi-tutuklamalar-surecek/haber-404841

http://www.habererk.com/siyaset/erdogandan-u-donusu/15294

[4] Çok sayıda örnekten bkz: https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/yargida-cemaate-karsi-yeni-ittifak-64117

https://m.star.com.tr/guncel/paralel-isyani-yargida-birlik-platformu-getirdi-haber-873991/

https://www.yenisafak.com/gundem/hsykda-paralel-rahatsizligi-641658

https://www.milliyet.com.tr/gundem/hsyk-seciminde-gozler-cemaatte-1915720

http://www.cnnturk.com/turkiye/hâkim-ve-savcilar-iftarda-bulustu-devletin-yanindayiz

[5]https://odatv.com/amp/aleviler-alinmiyordu-09101920.html?__twitter_impression=true

[6] YBD kurucu üyesi ve dönemin Ankara C.Başsavcısı Harun Kodalak ve Dönemin Adalet Bakanlığı Müsteşarı Birol Erdem’in YBP’nin nasıl kurulduğuna ilişkin beyanları için bkz: Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin İlk Derece Mahkemesi sıfatıyla verdiği 2019/11 E, 2021/5 K. Sayılı kararı.

https://www.sozcu.com.tr/2019/gundem/adalet-bakanligi-eski-mustesari-birol-erdeme-fetoden-dava-acildi-5344176/

Abdullah Yaman’ın “Tanıklık Etmek” başlıklı yazısına dair bkz: http://www.karar.com/yazarlar/elif-cakir/yargi-camiasinin-vicdanini-rahatsiz-eden-gozalti-4235

[7] https://t24.com.tr/haber/yargida-birlik-cemaat-yar-savi-ele-gecirdi-bizim-listemizde-solcu-alevi-milliyetci-ve-dindarlar-var,270124

https://www.turkishnews.com/tr/content/2014/09/09/ev-imamini-hsyk-uyesi-yaptilar/

[8] https://www.haberler.com/feto-nun-yargi-icerisindeki-gucu-2014-te-kirildi-9748531-haberi/

[9] http://www.cnnturk.com/turkiye/hâkim-ve-savcilar-iftarda-bulustu-devletin-yanindayiz

http://aa.com.tr/tr/turkiye/baska-yerden-talimat-alanlarin-bu-ulkeye-verecek-hicbir-seyi-yok/589828

http://adaletgundemi.net/haber/4252/adalet-bakanligi-mustesar-yardimcisi-heybet-hakim-/

http://adaletgundemi.net/haber/4437/yargida-birlik-dernegi-baskani-birol-kirmaz-terorl/

https://www.haberturk.com/yerel-haberler/haber/8518024-yargida-birlik-derneginin-nusaybin-ziyareti

[10] https://www.haberler.com/yargida-birlik-dernegi-basin-toplantisi-7881445-haberi/

[11] https://www.aa.com.tr/tr/15-temmuz-darbe-girisimi/magduriyet-algisi-ihanetin-perdelenmesi-icin-ozel-calismadir/908987

[12] https://www.sabah.com.tr/avrupa/2016/11/7/fetocuhain

[13] https://www.sabah.com.tr/avrupa/2016/11/16/fetocu-hâkimlere-yardim-suctur

http://adaletgundemi.net/haber/5379/yargida-birlik-dernegi-basin-aciklamasi/

http://www.haberturk.com/yerel-haberler/haber/10069858-ybdden-uluslararasi-yargiclar-birligine-tepki

[14] http://www.hurriyet.com.tr/galip-ensarioglu-agzimdan-kacirmadim-40083231

[15] http://aa.com.tr/tr/turkiye/yargida-birlik-dernegi-baskani-karakutuk-fetoyu-aklamak-gibi-bir-ise-soyunuyorlar/700048

[16] https://www.aa.com.tr/tr/turkiye/yargida-birlik-dernegi-akpmnin-feto-sanigina-odul-vermesini-kinadi/934103

KİRLİ POLİTİKALARIN HİZMETKÂRI OLARAK YARGIDA BİRLİK DERNEĞİ yazısı ilk önce Hukuk Penceresi üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://hukukpenceresi.com/kirli-politikalarin-hizmetkari-olarak-yargida-birlik-dernegi/feed/ 0