HUKUKİ MÜCADELEDEKİ SAVUNMA STRATEJİSİ, ULUSLARARASI MEKANİZMALARIN SEÇİMİ VE AİHM KARARLARININ ELEŞTİRİSİNE İLİŞKİN BİR DEĞERLENDİRME

HUKUKİ MÜCADELEDEKİ SAVUNMA STRATEJİSİ, ULUSLARARASI MEKANİZMALARIN SEÇİMİ VE AİHM KARARLARININ ELEŞTİRİSİNE İLİŞKİN BİR DEĞERLENDİRME

Bu yazıda, dokuz yıldır devam eden hukuksuzluk ve zulme karşı gerek yurt içi ve gerekse de yurt dışında yürütülen hukuki mücadeleye yönelik eleştirilere ilişkin değerlendirmelere yer verilmiştir.

Bahse konu eleştirilerin üç hususta yoğunlaştığı gözlemlenmektedir:

1. Yargılamalardaki savunma stratejisinin yanlış kurgulandığı,

2. Uluslararası mekanizmaların seçiminde isabetsiz davranıldığı ya da BM mekanizmalarının yeterince kullanılmadığı ve,

3. AİHM’in Büyük Dairesi tarafından verilen Yalçınkaya kararı ile bu kararın devamı niteliğindeki Demirhan ve diğerleri kararlarının bir kazanım olmaktan ziyade kayıp ve tuzak olduğu yönündeki düşünceler.

Her türlü yapıcı eleştiri ve öneri, bu zorlu hukuk mücadelesini güçlendirmek adına kıymetlidir. Bu nedenle, mücadeleye katkı sunan her birey, hukukçu ve sivil toplum kuruluşu, eleştirilerden azami derecede faydalanmalı; savunma stratejilerini ve yöntemlerini hem iç hukukta hem de uluslararası alanda sürekli gözden geçirmeli ve geliştirmelidir. Ancak, yapıcı olmaktan uzak, mücadeleyi yürütenleri töhmet altında bırakan, temelsiz ve karalayıcı söylemlerden özenle kaçınılmalı; bu tür yaklaşımlara asla prim verilmemelidir.

I. HUKUKİ MÜCADELEDEKİ SAVUNMA STRATEJİSİ VE ULUSLARARASI MEKANİZMALARIN SEÇİMİNE YÖNELİK ELEŞTİRİLERE İLİŞKİN DEĞERLENDİRME

1. Yargılamalardaki Savunma Stratejilerine Yönelik Eleştiriler

Türkiye’de devam eden yargılamalardaki savunma stratejisinin yanlış kurgulandığına ilişkin eleştiriler hakkında şu hususların belirtilmesinde fayda vardır;

Türkiye’de 15 Temmuz sonrası on binlerce insan hakkında yapılan soruşturma ve kovuşturmalar hukuk ve adalet ilkelerinden uzak bir şekilde yürütülmüştür. Bu süreçler, geniş bir kitleyi hedef alarak, ceza usul kanunlarının zorunlu prosedürlerini hızla tamamlayıp mahkûmiyet kararları çıkarma ve görünürde bir yargılama süreci işletirken bireyleri temel haklarından yoksun bırakma amacı gütmüştür. Mahkemelerin bu yaklaşımı, kişilerin savunma strateji veya argümanlarını büyük ölçüde etkisiz kılmaktadır. Her türlü savunma, kişi aleyhine sonuç doğurma riski taşımaktadır. Bununla birlikte, bu yargılamalarda ortak bir savunma stratejisi ya da yönlendirilmiş bir söylem geliştirilmemiştir. Herkes, kendi davasında uygun gördüğü şekilde, ya bireysel olarak ya da avukatları aracılığıyla savunmasını yürütmeye çalışmıştır.

2. Uluslararası Mekanizmaların Seçimi ve Kullanımı

a. AİHM’e Başvurunun Gerekçesi ve Eleştiriler

Uluslararası mekanizmaların seçiminde isabetsiz davranıldığı ya da BM mekanizmalarının yeterince kullanılmadığı yönündeki eleştirilerin somut bir temeli bulunmamaktadır. İç hukukta, ilk derece mahkemelerinden Anayasa Mahkemesi sürecine kadar zorunlu aşamaları tamamlamak zorunda olan kişiler açısından, hak ihlallerinin tespiti ve mağduriyetlerin giderilmesinin tek yolu uluslararası hukuka başvurmaktır.

Bu bağlamda AİHM, 15 Temmuz mağduriyetleriyle ilgili olarak harekete geçmekte çok yavaş kalması; etkinliği açıkça sorgulanan iç hukuk yollarını hâlâ etkiliymiş gibi değerlendirmesi ve böylece bireylerin haklara erişimini zorlaştırması; başvuruların topluca incelenmesi yoluyla hak ihlallerinin gerçek boyut ve çeşitliliğini perdelemesi; filtraj aşamasında aşırı seçici uygulamalara giderek hak kayıplarına yol açması; yerleşik içtihatlarını çoğunlukla başvurucular aleyhine olacak şekilde uygulaması; ağır hak ihlallerini tespit ettiği davalarda ise Türkiye Hükümeti’ne karşı ya hiç ya da sembolik düzeyde tazminat ve yargılama gideri yükleyerek ihlallere zımnen onay vermesi gibi birçok nedenle eleştirilmektedir. Bu yönüyle Yüksel Yalçınkaya kararı önemli ve iyi bir karar olsa da; her yönüyle kusursuz ve eleştiriden muaf bir karar değildir.

b. BM Mekanizmalarına Başvuru ve Çok Boyutlu Mücadele

AİHM yerine Birleşmiş Milletler mekanizmalarına başvurulması ya da bu mekanizmaların daha etkin kullanılmasına yönelik eleştirilere gelince;

Uluslararası insan hakları mücadelesinde yalnızca tek bir mekanizmanın kullanılmasıyla başarıya ulaşmak çoğu zaman mümkün değildir. Bu nedenle mücadeleyi çok boyutlu yürütmek esastır. Ancak herkesin bu düzeyde kapsamlı bir mücadeleyi yürütecek kaynağı ya da teknik bilgisi olmayabilir. Bu sebeple profesyonel destek alınarak sürecin en etkin biçimde sürdürülmesinde fayda vardır.

Daha somut bir ifadeyle, kişiler bazı şikâyetler bakımından yalnızca AİHM’e başvurabilecekleri gibi bazı durumlarda BM sözleşmelerine dayalı mekanizmaları tercih edebilirler. Her mekanizmanın kendine özgü başvuru koşulları ve yolları vardı. Bu nedenle, insan hakları mücadelesine öncülük eden sivil toplum kuruluşları ve hukukçuların stratejik davranarak girişimlerini buna göre yönlendirmeleri gerekir. 15 Temmuz sonrasında yapılmaya çalışılan da tam olarak budur.

c. AİHM’e Kitlesel Başvuru ve Yeniden Yargılama

Kitleler düzeyinde başvuru yapılmasına imkân tanıyan AİHM’e bireysel başvuruda bulunulması, hem doğal hem de olması gereken bir yöntemdir. Yeniden yargılamaya yol açabilecek hak ihlali iddiaları açısından da AİHM’e başvuru en makul ve etkili yoldur. Bu nedenle mağdurlar haklı olarak kitlesel şekilde AİHM yolunu tercih etmektedir ve etmeye devam etmelidir. Bu doğru olan yöntemdir.

d. BM Mekanizmalarının Sınırlılıkları ve Stratejik Kullanımı

Bununla birlikte, stratejik dava takibinin bir gereği olarak bazı dosyaların BM sözleşme organları nezdindeki komitelere taşınması da gereklidir. Aynı şekilde, Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu gibi BM Özel Prosedürlerinin kullanılması da önem taşımaktadır. Ancak, bu mekanizmalar kitlesel başvuru kabul etmeye ve incelemeye uygun değildir. Bu nedenle dikkatli ve stratejik biçimde kullanılmalıdır. Çünkü, bu mekanizmalar çok sınırlı insan kaynağıyla çalışmakta olup, başvurular başvuru yapılan ülkenin dilinde çalışan hukukçular tarafından değerlendirilmemektedir.

Somutlaştırmak gerekirse: İnsan Hakları Komitesi’nin de aralarında bulunduğu dokuz BM sözleşme organı adına bireysel başvuruları inceleyen “Petitions Unit” (Bireysel Başvurular Birimi) bünyesinde yaklaşık 25 insan hakları uzmanı görev yapmaktadır. Bu 25 kişi, tüm sözleşme organlarına ve ilgili sözleşmelere taraf tüm ülkelerden gelen bireysel başvuruları işlemekte ve incelemektedir. Keyfi tutuklamalar Çalışma Grubu’nda ise 2-3 insan hakları uzmanı görev yapmaktadır. Bu kişiler ülkelerin tamamından gelen başvurulara bakmaktadır.

İşte bu nedenledir ki, İnsan Hakları Komitesi’nin Türkiye aleyhine bugüne kadar, 9 yılı aşkın süredir yalnızca 4 karar vermiştir. Bu kararlardan biri kabul edilemezlikle sonuçlanan Yusuf Bilge Tunç başvurusudur ve bu başvuru AİHM’in kabul edilemez bulduğu bir davanın ardından yapılmıştır. Diğer üç karar; Gökhan Açıkkollu, Mukadder Alakuş ve Malezya’dan kaçırılan öğretmenler olan İsmet Özçelik, Turgay Karaman ve İ.A. kararlarıdır. Yani, bilinenin aksine yurt dışındaki öğretmeler ve kaçırılan kişilerle ilgili BM başvurusu yapılmış ve en üst organ olan İnsan Hakları Komitesinden de ihlal kararı çıkmıştır.

Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu, 15 Temmuz sonrası yaşanan mağduriyetlerle ilgili olarak Türkiye hakkında 24 karar vermiştir. Son dönemde verdiği kararlarda, bir yandan tutuklamaların ayrımcılık saikiyle yapıldığını not ederken, diğer yandan bu tutuklamaların belli koşullar altında insanlığa karşı suç teşkil edebileceğine hükmetmiştir.

Çalışma Grubu, son zamanlarda halihazırda bu mağduriyetlerle ilgili yeterince karar verdiğini düşünmekte ve başvuruculara, başvurularının bireysel başvuru prosedürü çerçevesinde incelenmeyeceğini; ileride toplu ihlal mektubu usulü kapsamında değerlendirmeye alınabileceğini bildirmektedir. Ancak, Çalışma Grubu’nun içtihadını oluşturmadığı yeni ihlal alanlarına ilişkin başvuruların —özellikle kişilerin özgürlüklerinin kısıtlanmaya devam ettiği durumların— Çalışma Grubu’nun dikkatine sunulmasında fayda vardır. Başka bir ifadeyle, Çalışma Grubu mevcut durumda personel sıkıntısı nedeniyle devam eden tutukluluklarla ilgili karar verirken, diğer başvuruları incelememektedir. Akın Öztürk kararının kısa sürede çıkarken diğer başvurulardan bu nedenle karar çıkmamaktadır.

Bu sebeple, İnsan Hakları Komitesi ve BM Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu ile diğer antlaşma organları kullanılırken stratejik bir çerçevede hareket edilmeli; kitlesel başvuruların yanı sıra daha önce içtihat konusu edilmemiş alanlarda Komite’ye ve Çalışma Grubu’na bireysel başvurular yapılmaya gayret edilmelidir. Hâlihazırda yapılan da tam olarak budur.

e. BM Organlarının Çalışma Pratiği ve STK Raporlarının Rolü

Türkiye’de mağdurlara yönelik gerçekleşen her türlü hak ihlali iddiası ile ilgili farklı ve çok sayıda başvuru Komite önünde hâlen derdesttir. Bu başvuruların pek çoğunda replik ve düplik aşamaları tamamlanmış; Komite’nin bunları takvime alarak karar vermesi beklenmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki, BM organları AİHM gibi sürekli faaliyet gösteren ve düzenli olarak toplanıp karar alan yapılar değildir. Yılda ortalama dört kez gerçekleştirdikleri oturumlarda bir araya gelmekte ve bu oturumlarda bireysel başvuruların yanı sıra ülke inceleme raporlarının kabul edilmesi gibi birçok konuda müzakere yaparak karar almaktadırlar.

Bu organlar nezdindeki insan hakları mücadelesinin bir diğer önemli ayağı da, 15 Temmuz sonrası mağduriyetlerin ülke incelemeleri sırasında STK raporları yoluyla Komitelerin gündemine getirilmesidir. Bu yöntem sadece Türkiye incelemesinde değil, diğer ülkelerin incelemelerinde de etkin şekilde kullanılmaktadır. Türkiye’nin Komiteler önündeki inceleme döngüsü 2024 yılı içerisinde tamamlanmıştır.

Bu incelemelere STK’lar tarafından sunulan onlarca raporla katkı sağlanmış; 15 Temmuz mağduriyet başlıklarının her birinin Komitelerin açıkladığı Sonuç Gözlem Raporlarına girmesi temin edilmiştir. Komite gözlemlerine giren bu hususlar, ileride bireysel başvuruların incelenmesi sürecinde Komite içtihadının temelini oluşturmaktadır. Yine, İnsan Hakları Konseyi önündeki şikâyet mekanizması ve Özel Raportörlere şikâyet bildirimleri de etkin şekilde kullanılmaktadır.

Özetle, insan hakları mücadelesi çok yönlü olarak sürdürülmekte olup, dikkatli bir stratejiyle çeşitli insan hakları mekanizmalarının en etkili şekilde kullanılması büyük önem taşımaktadır.

3. BM Organlarının Yetki Alanı ve Gerçekçi Beklentiler

Bazı çevrelerce, Birleşmiş Milletler sözleşme organlarına (Komiteler) başvurulması hâlinde, bir yapı ve oluşumun silahlı terör örgütü olmadığı yönünde açık ve bağlayıcı bir tespit yapılacağı ve bu yolla herkesin masumiyetinin ilan edileceği şeklinde beklenti ve düşüncelerin dile getirilmektedir. Ancak bu tür yaklaşımlar, uluslararası insan hakları mekanizmalarının yetki alanları ve işlevsel sınırları bakımından gerçekçi bir temele dayanmamaktadır.

BM sözleşme organları da dâhil olmak üzere tüm uluslararası insan hakları mekanizmaları, esasen bireylerin devletler tarafından işlenen insan hakları ihlallerine karşı korunmasını amaçlayan denetim yapılarıdır. Bu organların görevi, bir bireyin başvurusu üzerine belirli bir olayda devletin uluslararası yükümlülüklerini ihlal edip etmediğini değerlendirmektir. Bu çerçevede, Komiteler ne bir yapının terör niteliğine dair nihai ve bağlayıcı bir karar verir, ne de cezai sorumluluğa ilişkin mahkeme benzeri bir hüküm tesis eder.

Bu mekanizmalar, özellikle adil yargılanma hakkı, kişi özgürlüğü ve güvenliği, ayrımcılığa karşı koruma gibi temel haklar bağlamında ihlal tespiti yapabilir ve ilgili devlete bu ihlalleri gidermeye yönelik tavsiyelerde bulunabilir. Ancak söz konusu tespitler, cezai sorumluluk açısından bir kişinin suçlu ya da masum olduğunu belirleme yetkisi taşımaz. Aynı şekilde, bir yapının terör örgütü olup olmadığına ilişkin siyasi ya da hukuki nitelikte kapsamlı ve bağlayıcı bir değerlendirme bu mekanizmaların yetkisi dışındadır.

Dolayısıyla, BM Komitelerine bireysel başvurular yapılması, önemli bir hak arama yoludur ve insan hakları ihlallerinin tespiti açısından anlamlı sonuçlar doğurabilir. Ancak bu başvurular üzerinden, kolektif bir hareketin niteliğine ya da tüm bireylerin mutlak masumiyetine dair “tescil” beklentisi oluşturmak, uluslararası insan hakları hukukunun doğasına ve bu mekanizmaların yapısına uygun değildir.

II. YALÇINKAYA VE DEMİRHAN KARARLARI BAĞLAMINDA AİHM KARARLARINA YÖNELİK ELEŞTİTİLERE İLİŞKİN DEĞERLENDİRME

1. Yalçınkaya ve Demirhan Kararları “Kayıp” Ya da “Tuzak mıdır?

Yalçınkaya ve onu izleyen Demirhan Grubu kararları, Türkiye’de 15 Temmuz sonrası yürütülen “örgüt üyeliği” yargılamaları açısından tarihi bir dönüm noktasıdır. Bu kararların, “tuzak” veya “kayıp” olarak nitelendirilmesini, hem hukuki gerçeklikten hem de kararların içeriğinden uzak bir yaklaşım olarak görüyorum.

a. AİHM’in Yetki ve İnceleme Sınırı: Örgüt Kabulü Tartışması

Yalçınkaya kararında en çok tartışılan konulardan biri, Mahkeme’nin Yargıtay’ın “örgüt kabulü”nü onaylayıp onaylamadığıdır. Kararın 243. paragrafında açıkça belirtildiği üzere, AİHM’in bir hareketin veya oluşumun “terör örgütü” olup olmadığına karar verme yetkisi yoktur. Bu tür bir değerlendirme, ulusal mahkemelerin ve özellikle Yargıtay’ın yetki alanındadır. AİHM’in görevi, ulusal mahkemelerin bu tür kabullerinin başvurucunun bireysel mahkûmiyetine nasıl yansıdığını ve bunun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) özellikle 7. maddesi (kanunilik ilkesi) açısından insan haklarına uygun olup olmadığını değerlendirmektir.

AİHM, kararın hiçbir yerinde Cemaatin “silahlı terör örgütü” olup olmadığına dair bir tespit veya değerlendirme yapmamış, Yargıtay’ın örgüt kabulüne ilişkin içtihatlarını (örneğin §161, §247, §248) özetlemiş, ancak bu içtihatların doğruluğu veya yanlışlığı hakkında bir hüküm kurmamıştır. Mahkeme, Yargıtay’ın Başer/Özçelik kararına da doğrudan atıf yapmamış, bunun yerine genel içtihatların özetlendiği paragraflara yer vermiştir. Bu yaklaşım, AİHM’in ulusal mahkemelerin örgüt kabulünü onayladığı veya reddettiği anlamına gelmez; Mahkeme, sadece iç hukuktaki uygulamanın öngörülebilirliğini ve bireysel mahkûmiyetin insan haklarına uygunluğunu denetlemiştir.

b. Başvurucunun 7. Madde Kapsamındaki İddiaları ve AİHM’in İncelemesi

Başvurucu Yalçınkaya, AİHM’e yaptığı başvuruda, özellikle AİHS’nin 7. maddesinin ihlal edildiğini ileri sürmüştür (§250). İddialar iki ana başlıkta toplanabilir:

Başvurucu, üzerine atılı eylemlerin gerçekleştiği dönemde Cemaatin “silahlı bir terör örgütü” olarak kabul edilmediğini, bu nedenle geçmişe dönük olarak bu hareketin terör örgütü sayılmasının hukuka aykırı olduğunu savunmuştur.

Başvurucu, ilgili kanunların (TCK 314/2 ve TMK) geniş bir şekilde yorumlanarak, esasen yasal olan eylemleri nedeniyle mahkûm edildiğini ve bu geniş yorumun öngörülemez olduğunu, dolayısıyla kanunilik ilkesinin ihlal edildiğini ileri sürmüştür.AİHM, bu iddiaları incelerken, Türk hukukunda “silahlı örgüt üyeliği” suçunun yasal dayanağını ve bu suçun unsurlarının ne şekilde tanımlandığını değerlendirmiştir. Kararın §§243-250 arasında, AİHM’in yaklaşımı şu şekildedir: Mahkeme, TCK 314/2’nin, özellikle TMK ve Yargıtay içtihatlarıyla birlikte değerlendirildiğinde, ilke olarak, bir bireyin hangi eylem ve ihmallerin kendisini cezai olarak sorumlu kılacağını bilmesini sağlayacak açıklıkta olduğunu belirtmiştir (§249). Ancak, bu tespit, AİHM’in örgüt kabulünü onayladığı anlamına gelmez; sadece yasal düzenlemenin varlığını ve öngörülebilirliğini değerlendirmeye yöneliktir.

AİHM’in asıl eleştirisi, örgüt kabulünün kendisine değil, bu kabulün başvurucuya uygulanmasında öngörülebilirlik ve bireysel sorumluluk ilkelerinin ihlal edilmesine yöneliktir. §271’de, ulusal mahkemelerin başvurucunun somut durumunda suçun iç hukuktaki yasal tanımı kapsamında aranan bilgi ve kastın varlığını tespit etmeye çalışmaksızın, TCK ve TMK’nın ilgili hükümlerinin geniş yorumlanması yoluyla otomatik ve varsayıma dayalı şekilde cezalandırılmasını AİHS’in 7. maddesine aykırı bulmuştur.

c. Kararın Pratik ve Sistematik Etkisi: Sadece ByLock Değil, Tüm Yargılamalar İçin Evrensel Standart

Yalçınkaya kararı, görünürde ByLock delili bağlamında adil yargılanma hakkı ve suçta ve cezada kanunilik ilkesinin ihlalini incelemiş gibi görünse de, esasında ortaya koyduğu ilkeler yalnızca bu uygulamayla sınırlı değildir. Kararda benimsenen ölçütler ve hak ihlali tespitine dayanak yapılan hukuki analiz, benzer nitelikteki tüm davalarda izlenmesi gereken evrensel standartları içermektedir. Mahkemelerin, her somut davada suçun maddi ve manevi unsurlarını ortaya koymaksızın mahkûmiyet kararı vermesi, Yalçınkaya kararında açıkça eleştirilen uygulamalardan biridir (§§243-250, §271).

Bu bağlamda, Türkiye’de hâlihazırda görülmekte olan ya da kesinleşmiş pek çok dava, AİHM’in ortaya koyduğu içtihat doğrultusunda yeniden değerlendirilmeye muhtaçtır. Bu kararlar sayesinde, çok sayıda mağdurun davasının yeniden açılması ve iç hukukta beraatle sonuçlanması ihtimali kuvvetle muhtemeldir. Kararın etkisi, sadece bireysel başvurular açısından değil, aynı zamanda Türkiye’deki yargı pratiğinin uluslararası insan hakları standartlarına uyumunun denetlenmesi açısından da büyük önem taşımaktadır.

d. Kararların “Tuzak” Olduğu Yönündeki İddialar ve Gerçeklik

Yalçınkaya ve Demirhan kararlarının bir “tuzak” veya “kayıp” olduğu yönündeki görüşler, ciddi ve hukuki açıdan temellendirilmiş değerlendirmelere dayanmamaktadır. Aksine, bu kararlar, sistematik hak ihlallerine karşı uluslararası hukukun verdiği güçlü bir yanıttır. AİHM’in kararda uzun uzun mevzuat hükümleri ve mahkeme kararlarına yer vermesinin sebebi, başvurucunun mahkûmiyetinin yasal dayanağının olup olmadığını ve bu dayanağın öngörülebilirliğini incelemektir. Eğer AİHM, iddia edildiği gibi örgüt kabulü yapsaydı, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi’nin en önemli kararlarına ayrıntılı şekilde yer verdikten sonra 6. ve özellikle de 7. maddeden ihlal vermezdi.

AİHM’in kararı, Türk yargısının uluslararası hukukun makul sınırlarını aşan yorumlarına karşı bir denetim ve denge mekanizması işlevi görmektedir. Rejimin bu kararları itibarsızlaştırmak amacıyla bağlamından koparması, dosya özelinde sınırlı kararlar gibi lanse etmesi ya da Türk yargısının uluslararası hukukun makul sınırlarını aşan yorumlara yönelmesi, bu kararların hukuki etkisini ortadan kaldırmaz. Uluslararası hukuk mekanizmaları, bu tür girişimlerin ötesinde, normatif ilkeleri temel alarak değerlendirme yapan bağımsız yapılardır.

e. Uluslararası Hukuk Mücadelesinin Önemi ve Kararların Stratejik Değeri

Yalçınkaya ve devamındaki kararlar, yalnızca bireysel kazanımlar değil; aynı zamanda sistematik hak ihlallerine karşı uluslararası hukukun verdiği güçlü bir yanıttır. Bu kararlar, mağdurlar için iç hukukta ve uluslararası düzeyde etkili bir mücadele alanı açmaktadır. Uluslararası hukuk mücadelesi, kuşkusuz sabır ve stratejik kararlılık gerektiren uzun soluklu bir süreçtir. Ancak mevcut koşullar altında, 15 Temmuz sonrası mağdur edilen bireylerin ellerinde bundan daha etkili ve meşru bir araç bulunmamaktadır.

f. Yalçınkaya ve Demirhan Kararlarının Gerçek Değeri

AİHM’in Yalçınkaya ve Demirhan kararları, Türkiye’deki “örgüt üyeliği” yargılamalarında kanunilik ve öngörülebilirlik ilkelerinin ihlal edildiğini tespit eden, ulusal yargının keyfi ve genişletici yorumlarına karşı uluslararası insan hakları standartlarını hatırlatan, bireysel ve sistematik düzeyde etkili sonuçlar doğurabilecek nitelikte kararlardır. Bu kararlar, mağdurlar için bir “tuzak” değil, aksine hem iç hukukta hem de uluslararası alanda hak arama mücadelesinin en güçlü dayanaklarından biridir. AİHM, ulusal mahkemelerin örgüt kabul kararlarının doğruluğunu veya yanlışlığını değerlendirmek gibi bir görevi olmadığını, bu tür değerlendirmelerin ulusal yargının yetki alanında olduğunu açıkça belirtmiştir. Ancak, mahkûmiyetin dayandığı yasal düzenlemelerin ve içtihatların öngörülebilirliği ve bireysel sorumluluk ilkeleri açısından Sözleşme’ye uygunluğunu denetlemiştir.

Yalçınkaya ve Demirhan kararları, Türkiye’deki yargılamaların uluslararası hukuk standartlarına uygunluğunun denetlenmesinde ve mağdurların hak arama mücadelesinde bir milat niteliğindedir. Bu kararların etkisini kırmaya ve gücünü azaltmaya yönelik söylemler, hukuki gerçeklikten uzaktır ve mağdurların hak mücadelesinden vazgeçmesi için bir gerekçe oluşturmamalıdır. Aksine, bu kararlar, sistematik hak ihlallerine karşı uluslararası hukukun verdiği en güçlü ve meşru cevaptır.

2. AİHM Parmak ve Bakır Kararında Yaptığı Örgüt Kabul Kararına İlişkin Değerlendirmeyi Neden Yalçınkaya’da Yapmamıştır? Cemaatle İlgili Örgüt Kabul Kararını Hukuka Uygun mu Bulmuştur?

a. Parmak ve Bakır Kararında AİHM’in Örgüt Kabulüne Yaklaşımı

AİHM, Parmak ve Bakır/Türkiye kararında, bir yapının terör örgütü olarak kabul edilmesinin hukuki dayanağını ve bu kabulün AİHS’in 7. Maddesi açısından öngörülebilirliğini doğrudan incelemiştir (§§ 67-77, 81-85, 89-91, 98-101). Bu dosyada, BPKK/T adlı yapının ilk kez terör örgütü olarak kabul edildiği bir yargılama söz konusuydu ve mahkemeler, “manevi cebir” gibi Türk Ceza Kanunu’nda (TCK) ve Terörle Mücadele Kanunu’nda (TMK) yer almayan bir kavrama dayanarak mahkûmiyet kararı vermişlerdi (§§ 72-75, 81-85). AİHM, şiddet veya cebir unsuru olmadan, kanunda olmayan bir kavramla örgüt kabulü yapılmasını hukuka aykırı bulmuş ve bu nedenle 7. maddeden ihlal kararı vermiştir (§§ 98-101). Burada AİHM’in temel gerekçesi, örgüt kabulünün ilk defa ve hukuki temelden yoksun şekilde yapılması ve başvurucuların da bu hususu açıkça şikâyet konusu yapmış olmalarıdır (§§ 81-85, 89-91).

b. Yalçınkaya Kararında Farklılık: Örgüt Kabulü Tartışmasının Kapsam Dışı Kalması

Yalçınkaya/Türkiye kararında ise durum farklıdır. Yalçınkaya dosyasında başvurucu, Cemaat mensubiyetinden, ByLock kullanımı, Bank Asya hareketleri ve sendika üyeliği gibi delillerle mahkûm edilmiştir (§§ 13-19, 155, 161, 247-251). Ancak burada Cemaatin “silahlı terör örgütü” olarak kabulü, ilk defa Yalçınkaya’nın yargılandığı dosyada değil, Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin 24 Nisan 2017 tarihli ve Ceza Genel Kurulu’nun 26 Eylül 2017 tarihli kararlarıyla yapılmıştır (§ 155, § 251). Yani, Yalçınkaya dosyasında örgüt kabulü yeni bir hukuki tartışma konusu değildir. Ayrıca, başvurucu da başvurusunda örgüt kabulünün hukuka aykırı olduğu yönünde bir şikâyette bulunmamış, esas olarak eylemlerinin gerçekleştiği dönemde Cemaatin terör örgütü olarak kabul edilmediğini ve bu nedenle geriye dönük uygulamanın kanunilik ilkesini ihlal ettiğini ileri sürmüştür (§§ 250-251).

AİHM, Yalçınkaya kararında örgüt kabulünün hukuka uygunluğunu tartışmamış, çünkü bu konu başvurunun kapsamı dışında kalmıştır (§§ 243, 247-251). Mahkeme, yerleşik içtihat gereği, başvurunun kapsamı dışında kalan bir konuda re’sen inceleme yapmaz. Bunun yerine, Yalçınkaya’nın mahkûmiyetine esas alınan delillerin (ByLock, banka, sendika) otomatik ve varsayıma dayalı şekilde değerlendirilmesini, suçun manevi ve maddi unsurlarının ortaya konmamasını eleştirmiş ve 7. madde ihlali tespitini bu noktadan yapmıştır (§§ 243-250, 271).

c. Yalçınkaya Kararında Ulusal İçtihatların Rolü ve AİHM’in Yaklaşımı

AİHM, Yalçınkaya kararında, Cemaatin silahlı örgüt olarak kabul edildiği Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin 24 Nisan 2017 tarihli kararını ve Ceza Genel Kurulu’nun 26 Eylül 2017 tarihli onama kararını, Yalçınkaya’nın mahkûmiyetine dayanak olarak gösterilen ulusal içtihatlar arasında özetlemiştir (§§ 155, 161, 247-248, 251). Ancak Mahkeme, bu kararların doğruluğu ya da yanlışlığı hakkında herhangi bir değerlendirme yapmamış, yalnızca ulusal yargının bu içtihatları esas aldığını ve bu içtihatların başvurucuya nasıl uygulandığını incelemiştir. Yani, AİHM, silahlı örgüt kabulüne ilişkin ilk kararı doğru kabul edip bu kararı esas almamış; sadece ulusal mahkemelerin bu kararı nasıl uyguladığını ve bunun başvurucunun haklarına etkisini değerlendirmiştir.

d. Yalçınkaya Başvurusunda İncelenen Temel Hususlar ve 7. Madde İhlalinin Gerekçesi

Yalçınkaya başvurusunda AİHM’in incelediği temel hususlar, başvurucunun mahkûmiyetine esas alınan delillerin (ByLock kullanımı, Bank Asya hesap hareketleri, sendika üyeliği) tek başına ve otomatik biçimde örgüt üyeliği için yeterli sayılıp sayılmayacağı, yargılamanın adil olup olmadığı ve kanunilik ilkesinin ihlal edilip edilmediğidir (§§ 243-250, 271). Mahkeme, özellikle ulusal mahkemelerin suçun manevi ve maddi unsurlarını bireysel olarak ortaya koymadan, varsayıma dayalı ve şablon gerekçelerle mahkûmiyet kararı vermesini eleştirmiştir. Bu nedenle, Yalçınkaya kararında 7. madde ihlali, örgüt kabulünün hukuka uygunluğundan değil, mahkûmiyetin dayandığı delillerin değerlendirilmesindeki öngörülemezlik ve otomatiklikten kaynaklanmıştır.

e. Parmak ve Bakır ile Yalçınkaya Kararları Arasındaki Temel Fark ve Tutarlılık

Sonuç olarak, Parmak ve Bakır ile Yalçınkaya kararları arasında temel fark, başvuruların kapsamı ve yargılamaların özgünlüğünden kaynaklanmaktadır. Parmak ve Bakır’da, örgüt kabulü ilk defa ve hukuka aykırı şekilde yapılmış, başvurucular da bu hususu açıkça şikâyet konusu yapmışlardır (§§ 81-85, 89-91, 98-101). Yalçınkaya’da ise, örgüt kabulü önceden yerleşik hale gelmiş, başvurucu bu konuda şikâyetçi olmamış ve AİHM, mahkûmiyetin dayandığı delillerin değerlendirilmesindeki otomatikliği ve öngörülemezliği eleştirmiştir (§§ 243-250, 271). Bu nedenle, iki karar arasında çelişki veya tutarsızlık yoktur; fark, başvurunun kapsamı ve dosyanın özgünlüğünden kaynaklanmaktadır.

f. Yargıtay’ın İlk Örgüt Kabul Kararının Uluslararası Hukuk Açısından Denetimi ve Olası Sonuçlar

Yargıtay’ın 24 Nisan 2017 tarihli ilk “örgüt” kabul kararının hukuka uygunluğu ise, ancak bu karara doğrudan konu olan Metin Özçelik ve Mustafa Başer’in başvurusunda AİHM tarafından ayrıntılı şekilde incelenebilir. Çünkü bu karar, doğrudan bu iki hakim hakkında verilmiş ve Cemaatin silahlı örgüt olarak kabulüne dayanak teşkil etmiştir (§ 155, § 251). Eğer Metin Özçelik ve Mustafa Başer, AİHM’e başvurduklarında, Yargıtay’ın bu kararının hukuka aykırı olduğunu, yargılamada kanunilik ve adil yargılanma ilkelerinin ihlal edildiğini ileri sürerlerse, AİHM bu başvuruda hem örgüt kabulünün hukuki dayanağını hem de yargılamanın usulüne uygunluğunu doğrudan ve ayrıntılı biçimde inceleyebilecektir. Özellikle, Yargıtay’ın 15 Temmuz’dan sonra gerçekleşen olayları, sanıkların yargılandığı döneme geriye dönük olarak monte etmesi, CMK 225’e aykırı şekilde yargılama yapması ve gerekçesiz karar vermesi, AİHS 6 ve 7. maddelerinin ihlali sonucunu doğurabilir. Dolayısıyla, bu ilk örgüt kabul kararının uluslararası hukuk açısından denetimi, ancak bu karara doğrudan konu olan bireysel başvurularda mümkün olabilecektir.

3. AİHM, Yalçınkaya ve Demirhan Kararlarında Mahkemelere “Yeni Bir Deliller Ekleyerek” veya “Ek Gerekçe Yazarak Mahkumiyet Kararı Verebilirsiniz mi” Demiştir?

a. AİHM’in Mesajı: Suçun Unsurlarının Bireyselleştirilmiş ve Şüpheye Yer Vermeyecek Şekilde İspatı Zorunluluğu

Bu soruya evet cevabı verebilmek mümkün değildir. Zira bu kararların en önemli mesajı, ceza yargılamasında ispatı gerekenin yalnızca bir “kriter” veya “delil” değil, suçun hem maddi hem de manevi unsurları olduğudur. AİHM, mahkemelerden “biraz daha gerekçe yazın” ya da “yeni delil bulun” diye ihlal vermemiştir; asıl mesele, suçun unsurlarının, özellikle de manevi unsurun, bireyselleştirilmiş ve şüpheye yer vermeyecek şekilde ortaya konulması gerekliliğidir. Mahkemelerin, suçun unsurlarını varsayım ve otomatik kabullerle değil, somut, kişiye özgü ve tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde ispatlaması zorunludur. AİHM’in kararlarında vurguladığı gibi, bu unsurların varlığına dair hiçbir dosyada gerçek anlamda bir araştırma yapılmamış, yapılanlarda da bu unsurların tespiti mümkün olmamıştır.

b. Suçun Maddi ve Manevi Unsurları Yargılamalarda Karşılanmamıştır

Örgüt üyeliği suçunun maddi unsuru, kişinin hiyerarşik yapıya dahil olması ve bu kapsamda dış dünyaya yansıyan, cebir ve şiddet içeren örgütsel faaliyetlerde bulunmasıdır. ByLock kullanmak, Bank Asya’da hesap hareketi, sendika veya dernek üyeliği gibi fiiller, tek başına veya birlikte, ne yoğun, ne çeşitli, ne de sürekli bir örgütsel faaliyet olarak kabul edilemez. Ayrıca, bu fiillerin hiçbiri cebir-şiddet içermemekte ve dış dünyaya yansıyan bir suç teşkil etmemektedir. AİHM, bu tür kriterlerin suçun maddi unsuru yerine ikame edilmesini, otomatik ve varsayıma dayalı mahkumiyet olarak nitelendirmiş ve açıkça ihlal kararı vermiştir. Ancak asıl kritik unsur, manevi unsurdur: Kişinin örgütün nihai amacını, yani darbe teşebbüsünü bilmesi ve gerçekleşmesini istemesidir. Dokuz yıldır yürütülen on binlerce yargılamada, hiçbir dosyada, hiçbir tanık beyanında, hiçbir somut delilde, bir kişinin darbe teşebbüsünü bildiği ve istediği ortaya konulamamıştır. Tanık beyanlarının tamamı soyut, genellemeye dayalı, bireyselleştirilmemiş ve daha önemlisi hiç birisi suç teşkil etmeyen hususlardır. Hiçbir tanık, hiçbir sanık hakkında “darbe teşebbüsünü biliyordu ve gerçekleşmesini istiyordu” dememiştir. Bu saatten sonra da, geçmişe dönük olarak bu unsurun ispatı, hayatın olağan akışına ve delil mantığına aykırıdır. Zira, darbe teşebbüsünden aylar önce kapatılan ByLock’tan, ya da yasal bir faaliyetten, bir kişinin darbe teşebbüsünü bildiği ve istediği sonucu çıkarılamaz. Manevi unsurun ispatı, sadece varsayım ve ihtimalle değil, somut, bireyselleştirilmiş ve şüpheye yer vermeyecek şekilde yapılmalıdır ki, bu da mevcut dosyaların hiçbirinde mümkün değildir.

c. ByLock’un Delil Olarak Kullanılabilir mi?

ByLock’un delil olarak kabulü için ise, öncelikle AİHM’in ihlal gerekçelerinin karşılanması gerekir. Ancak mevcut durumda bunun yapılabilmesi mümkün değildir. Çünkü ByLock, hem hukuka aykırı şekilde ele geçirilmiş, hem de veriler üzerinde savunma makamına inceleme yaptırılmamıştır. ByLock sunucusu, CMK’nın 134. maddesine göre değil, 2937 sayılı MİT Kanunu’na göre, adli yardımlaşma (istinabe) yapılmadan, mahkeme kararı olmadan ve hangi yöntemlerle elde edildiği dahi açıklanmadan ele geçirilmiştir. Elde edilmesi sırasında alınmış bir mahkeme kararı yoktur ve açıkça 134. maddeye aykırıdır. Ayrıca, ham verilerin tamamı ya da en azından başvurucuyla ilgili kısmı savunmaya verilmemiş, “size gönderdiklerimizle yetinin, zira size hiçbir veriyi inceletmeyeceğiz” denilmiştir. AİHM, verilerin güvenliği nasıl sağlandı, neden mahkeme kararı yok, neden istinabe yapılmadı, neden veriler savunmaya verilmedi gibi sorulara cevap verilmediğini tespit etmiş ve bu eksikliklerin giderilmesinin artık mümkün olmadığını açıkça ortaya koymuştur. Usulün esastan önce geldiği ceza yargılamasında, bu kadar temel usul eksiklikleri giderilmeden, ByLock’un delil olarak kabulü ve esasa geçilerek mahkumiyet kararı verilmesi hukuken imkansızdır. Yani, ByLock verilerinin hukuka uygun incelenmeden ve hukuka uygun elde edildiği ortaya konulmadan, bu delile dayanılarak mahkumiyet kararı verilemez.

d. AİHM’in İhlal Gerekçelerinin Mahiyeti ve Sonucu

AİHM’in ihlal gerekçeleri sıradan ve basit değildir; “biraz daha gerekçe yazın” ya da “yeni kriterler bulun” şeklinde karşılanabilecek eksiklikler değildir. Asıl sorun, suçun unsurlarının bulunmamasıdır. Hiçbir dosyada, ne maddi ne de manevi unsurun varlığına dair gerçek bir araştırma yapılmamış, yapılsa bile bunların tespiti mümkün olmamıştır. Mahkemeler, suçun unsurlarını varsayım ve otomatik kabullerle, delil olabilecek hususları suçun unsuru yerine ikame ederek mahkumiyet kararı vermiştir. Oysa, AİHM’in açıkça belirttiği gibi, suçun unsurları ortaya konulmadan, varsayım ve otomatik kabullerle ceza verilemez. Bu nedenle, mevcut yargılamalarda, CMK’nın 223/2-a maddesi gereğince, yüklenen fiilin kanunda suç olarak tanımlanmamış olması nedeniyle herkesin beraat etmesi gerekmektedir. AİHM’in ortaya koyduğu standartlar karşısında, mahkemelerin direnmesi hukuken sürdürülebilir değildir; usul ve esas yönünden bu kadar ağır eksikliklerin olduğu bir ortamda, adil yargılanma ve kanunilik ilkesi gereği beraat dışında bir sonuç mümkün değildir.

4. Yeniden Yargılanma Talepleri “Boşa Çekilen Kürek” midir?

a. Umutsuz Söylemlerin Hukuk ve İnsan Hakları Gerçekliğiyle Bağdaşmaması

AİHM’in Yalçınkaya ve Demirhan kararları sonrasın; “ihlal çıktı da ne oldu?”, “yeniden yargılama talep etseniz ne değişecek?”, “insanlar yine yargılanmaya devam edecek” gibi umutsuz ve küçümseyici söylemler dikkat çekmektedir. Bu tür yaklaşımlar, hem hukuki gerçeklikten hem de insan hakları mücadelesinin ruhundan uzaktır. Öncelikle, AİHM’in 6. ve 7. maddeden verdiği ihlal kararlarının anlamı, yargılamaların hiçbir şekilde adil yapılmadığı, daha da önemlisi, kanunda yazan suçun unsurları dahi oluşmadan, yani olmayan suçlar varmış gibi uydurularak insanların cezalandırıldığıdır. Bu, sadece bireysel bir hak ihlali değil, sistemik ve yapısal bir adalet krizinin tescilidir. Hukukun asgari standartlarının olduğu bir ülkede, AİHM’in bu kadar ağır ve temel haklara ilişkin ihlal kararı verdiği bir dosyada, yeniden yargılama yapmak, o dosyaya bakan hakimler için bir utanç vesikasıdır. Çünkü bu ihlaller, yargılamanın baştan sona hukuka aykırı yürütüldüğünü, delil değerlendirmesinin, savunma hakkının, suçun maddi ve manevi unsurlarının tespitinin hiçbir şekilde yapılmadığını, kısacası adaletin temel ilkelerinin çiğnendiğini göstermektedir.

b. Asıl Eleştirinin Yöneltilmesi Gerekenler ve Yeniden Yargılanmanın Hukuki Mücadeledeki Yeri

Burada asıl eleştirilmesi gereken, AİHM’in ihlal kararı vermesi değil, bu ihlale sebep olan ve ardından da ihlal kararının gereğini yerine getirmeyen yargı mensuplarıdır. Yani, hem sistemik hak ihlallerine yol açan, hem de AİHM’in açıkça ortaya koyduğu standartlara rağmen bu ihlalleri gidermeyen hakim ve savcılardır. Mağdurlar için yeniden yargılanma elbette psikolojik ve maddi olarak zorlu bir süreçtir; ancak hukuki mücadele açısından bu yolun sonuna kadar zorlanması gerekmektedir. Çünkü AİHM’in “sistemik yargı sorunu” tespit ettiği her dosyada, bu kararlar gerekçe gösterilerek yeniden yargılanma ve beraat talep edilmelidir. Bu, mağdurların değil, sistemik bir soruna neden olan yargı mensuplarının utancıdır. Hakkınız verilmiyorsa, yapılması gereken, bu haksızlıklara neden olanların insafını beklemek değil, hakkınızı almak için mücadele etmektir.

c. Yeniden Yargılanma Taleplerinin Toplumsal ve Psikolojik Etkisi

Unutulmamalıdır ki, daha birkaç yıl öncesine kadar, mahkemelerde avukatlar dahi cesurca savunma yapamazken, bugün hem avukatlar hem de mağdurlar, AİHM’in ihlal kararlarını gerekçe göstererek açıkça ve cesurca savunma yapabilmektedir. Bu, 9 yıldır sürdürülen hukuki mücadelenin ve kararlı direnişin bir sonucudur. AİHM’in verdiği ihlal kararları, sadece bireysel başvurular için değil, tüm yargı sistemi için bir dönüm noktasıdır. Bu kararlar, yargılamaların uluslararası insan hakları standartlarına uygun yürütülmesini zorunlu kılmakta, mahkemelerin keyfi ve otomatik mahkumiyet uygulamalarına son vermesini gerektirmektedir. Yeniden yargılama talep etmek, sadece bireysel bir hak arayışı değil, aynı zamanda sistemik bir adalet mücadelesidir. Her bir mağdurun, AİHM kararlarını gerekçe göstererek beraatini talep etmesi, hem kendi hakkını araması hem de yargı sisteminin düzelmesi için atılmış önemli bir adımdır.

d. Umutsuz Söylemlerin Hak Arama Mücadelesine Etkisi

Bu noktada, “yeniden yargılanma talep etseniz ne olacak, yargılanıp durmaktan bıkmadınız mı?” gibi küçümseyici ve umutsuz söylemler, mağdurların hak arama mücadelesini değersizleştirmekte ve adalet arayışını baltalamaktadır. Oysa ki, hukukun ve insan haklarının asgari düzeyde işlediği bir ülkede, AİHM’in 6. ve 7. maddeden verdiği ihlal kararları, yargılamaların tamamen geçersiz ve hukuka aykırı olduğunun tescilidir.

e.Yeniden Yargılanma Taleplerinin Önemi

Kısaca, AİHM’in verdiği ihlal kararlarının gereğini yerine getirmek, sadece mağdurların değil, tüm toplumun adalet duygusunun ve hukukun üstünlüğünün gereğidir. Bu mücadeleyi küçümsemek, umutsuzluğa kapılmak ya da hak arayışını değersizleştirmek, ne vicdanen ne de hukuken kabul edilemez. Asıl yapılması gereken, AİHM kararlarını gerekçe göstererek, her bir mağdurun hakkını araması, yeniden yargılanma ve beraat talebinde bulunması ve bu mücadeleyi kararlılıkla sürdürmesidir. Bu, sadece bireysel bir hak arayışı değil, aynı zamanda toplumsal adaletin ve hukukun yeniden inşası için atılmış önemli bir adımdır.

5. AİHM’in Yalçınkaya ve Demirhan Kararında Tazminata Hükmetmemesi, Artık Tazminat Alınamayacağı Anlamına mı Gelmektedir?

a. Tazminat ve Masrafa İlişkin Yalçınkaya ve Demirhan Kararları Arasındaki Farklar

AİHM’in Yüksel Yalçınkaya kararında tazminat hükmetmeyip yargılama giderlerine hükmetmesi; buna karşılık Demirhan ve Diğerleri kararında ne tazminata ne de masraf ödenmesine hükmetmemesi, hem hukuki hem de mağdurların adalete erişimi açısından izahı mümkün olmayan bir husustur. Yalçınkaya kararında, Mahkeme, başvurucunun yaşadığı manevi zararlar için tazminat talebini reddetmiş, ancak ulusal ve uluslararası düzeyde yapılan yargılama giderlerinin makul bir kısmının ödenmesine karar vermiştir. Demirhan ve Diğerleri kararında ise, başvurucuların başvurularını Yalçınkaya kararından önce yapmış olmalarına ve benzer şekilde karmaşık, belirsiz bir hukuki ortamda ciddi emek ve masraf harcamış olmalarına rağmen, ne manevi tazminat ne de masraf ödenmesine hükmedilmemiştir. Bu durum, özellikle Demirhan kararındaki muhalif görüşte de vurgulandığı gibi, AİHM’in kendi içtihadı ve adaletin gereğiyle çelişmektedir.

b. Demirhan Kararında Tazminat ve Masraf Ödenmemesinin Gerekçesi ve Eleştirisi

AİHM’in Demirhan kararında tazminat ve masraf ödememesinin gerekçesi, dosyanın “tekrarlayan başvurular” kapsamında değerlendirilmesi ve ihlal tespitinin başlı başına yeterli bir giderim olarak görülmesidir. Ancak bu yaklaşım, özellikle Türkiye’de ByLock ve benzeri delillerle binlerce insanın özgürlüğünden, mesleğinden ve itibarından olduğu bir ortamda, mağdurların yaşadığı gerçek ve somut zararları göz ardı etmektedir. Yalçınkaya kararında dahi, sadece yargılama giderleri ödenmiş, manevi tazminat verilmemiştir. Demirhan’da ise, başvurucuların başvurularını Yalçınkaya’dan önce yapmış olmalarına rağmen, hiçbir giderim öngörülmemiştir. Oysa, başvurucuların yaşadığı özgürlük kaybı, toplumsal damgalanma, meslekten ihraç ve ekonomik kayıplar gibi zararlar, salt ihlal tespitiyle telafi edilemeyecek kadar büyüktür. Ayrıca, başvurucuların başvurularını yaparken katlandıkları masraflar da, AİHM’in Varnava ve Diğerleri/Türkiye gibi kararlarında vurguladığı üzere, “zorunlu olarak” ortaya çıkan ve karşılanması gereken giderlerdir.

c. Tazminat ve Masraf Ödenmemesinin Mağdurlar ve AİHM’in Koruma İşlevi Açısından Sonuçları

Bu noktada, AİHM’in tazminat ve masraf ödememesine ilişkin kararı cidid bir eleştiriyi hak etmektedir. Zira, sistemik ve yaygın ihlallerin yaşandığı, binlerce insanın mağdur olduğu bir ortamda, sadece ihlal tespitiyle yetinmek, mağdurların adalete erişimini ve tazminat hakkını zayıflatmakta, hatta caydırıcı etki oluşturabilmektedir. Özellikle Türkiye gibi, AİHM kararlarının iç hukukta uygulanmadığı (o da şimdilik), Anayasa Mahkemesi’nin dahi ihlal kararlarını çoğu zaman reddettiği bir ortamda, mağdurların tek gerçek giderim yolu AİHM’in az da olsa verdiği tazminat ve masraf ödemesidir. Bu nedenle, Demirhan kararında tazminat ve masraf ödenmemesi, hem mağdurların adalet duygusunu zedelemiş hem de AİHM’in sistemik ihlallere karşı etkin bir koruma mekanizması olma işlevini zayıflatmıştır.

d. Tazminat Hakkının Devamlılığı ve İç Hukuktaki Yansımaları

Bununla birlikte, AİHM’in tazminat vermemesi, mağdurların tazminat hakkının tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmez. Aksine, AİHM’in 6. ve özellikle 7. madde kapsamında verdiği ihlal kararları, iç hukukta yeniden yargılama ve beraat kararlarının önünü açmakta, bu sayede mağdurların hem maddi hem de manevi tazminatlarını talep etme hakkı doğmaktadır. Her ne kadar günümüzde Türk mahkemeleri bu ihlal kararlarını uygulamakta ayak direse de, AİHM’in verdiği ihlal kararları, iç hukukta beraat ve iade-i itibar süreçlerinin önünü açacak ve mağdurların haksız mahkûmiyetleri, meslekten ihraçları ve diğer zararları için tazminat talep etmelerinin yolunu açık tutacaktır. Tazminat hakkı, sadece AİHM’in vereceği miktarla sınırlı değildir. Asıl önemli olan, AİHM’in verdiği ihlal kararlarının iç hukukta etkili şekilde uygulanması ve mağdurların tam anlamıyla zararlarının giderilmesidir. Dediğimiz gibi, şimdilik kararlar tam anlamıyla uygulanmasa da bu sürdürülebilir değildir ve bu kararlar mutlaka uygulanacaktır.

e. Tazminat Meselesinin İhlal Kararlarındaki Yeri ve Değeri

Sonuç olarak, AİHM’in tazminat ve masraf ödememesi eleştirilmeyi hak eden bir eksikliktir ve mağdurların adalete erişimini zayıflatmaktadır. Ancak, AİHM’in tarihinde verdiği en ağır ve kapsamlı ihlal kararları olan Yalçınkaya ve Demirhan kararlarının asıl önemi, 6. ve özellikle 7. madde kapsamında sistemik ihlalleri tespit etmiş olmasıdır. Tazminat verilmesi elbette mağdurlar açısından önemlidir; fakat bu kararların asıl değeri, binlerce insanın yeniden yargılanmasının ve beraatinin önünü açacak olması, mağdurların maddi ve manevi tazminat haklarının iç hukukta daima canlı kalmasını sağlamasıdır. Bu yönüyle, tazminat meselesi bir nevi tali bir mesele olarak kalmakta, asıl önemli olanın AİHM’in 7. madde gibi en ağır ve önemli maddeden ihlal vermesidir. Bu kararların gereği yapldıktan sonra, tazminat hakkı da otomatik olarak doğacaktır ve mağdurların bu konuda endişe etmesine gerek yoktur.

6. AİHM Kararlarının İç Hukuktaki Etkisi ve AİHM Kararlarının Uygulanmamasının Sorumlusu Kimdir?

a. Yalçınkaya Kararı Sonrası Türkiye’deki Yargı Pratiğinde Gözlenen Değişim

Yalçınkaya kararı sonrası Türkiye’deki yargı pratiğine ilişkin “karar uygulanmıyor, insanlar hâlâ cezalandırılıyor” şeklindeki eleştiriler haklı olsa da özellikle mahkemelerin ve Yargıtay’ın son dönemdeki kararları dikkate alındığında durumun tam bşyle olmadığı da görülmetedir. Zira Yalçınkaya kararı öncesinde, ne surette olursa olsun ByLock kullanım iddiası, Bank Asya hesap hareketleri ve sendika üyeliği gibi deliller, mahkumiyet için otomatik gerekçe olarak kullanılırken; karar sonrasında, mahkemeler kriter kabul edilen hususlar nedeniyle beraat kararı vermekte, bunlara dayanarak verilen mahkumiyet kararlarındaki bozma ve verilen beraat kararlarında da önemli bir atış gözlenmektedirer. Her ne kadar mahkemeler kararlarında doğrudan “Yalçınkaya” ismini anmasalar ve kararın gereklerini yerine getirmeseler de, pratikte bu kararın etkisiyle beraat kararlarının arttığı ve mağduriyetlerin giderilmeye başlandığı bir gerçektir. Bu gelişme, her gün acaba kararım onanır mı diye korkuyla bekleyen mağdurlar açısından son derece önemlidir ve AİHM’in kararlarının somut etkisinin bir göstergesidir.

b. AİHM Kararlarının Uygulanmasında Asıl Sorumluluk Ulusal Mahkemelerdedir

Burada asıl eleştirilmesi gereken, AİHM’den önce tarafı olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun olarak verilen ihlal kararlarını uygulamayan mahkemelerdir. AİHM’in görevi, başvuruları inceleyip ihlal tespit etmek ve kararlarını açıklamaktır; bu kararların zorla icrası veya uygulanmasını sağlamak ise AİHM’in yetki alanı dışında olup, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin sorumluluğundadır. Nitekim, Yalçınkaya kararının uygulanmasını izleme süreci Bakanlar Komitesi nezdinde başlamış ve Avrupa’daki sivil toplum kuruluşları da bu süreci yakından takip ederek, kararın uygulanmadığına dair düzenli bildirimlerde bulunmaktadırlar. Bu noktada, Bakanlar Komitesi’nin sistemik sorun vurgusuyla, siyasi saiklerden uzak şekilde, kararın gereğini yerine getirmesi için takibini sıklaştırması gerekmektedir.

c. AİHM’e Yönelik Eleştiriler ve Doğru Mücadele Yöntemleri

Dolayısıyla, AİHM kararlarının uygulanmadığı gerekçesiyle AİHM’i, kararlarını ve işleyişini eleştirmek ve “AİHM hükümetle işbirliği yapıyor, mağdurlara tuzak kuruyor, AİHM’e gitmeye gerek yok” gibi söylemler üretmek, hukuki gerçeklikle bağdaşmadığı gibi mağdurların hak arama mücadelesine zarar vermektedir. Asıl yapılması gereken, AİHM kararlarının uygulanmasını sağlamak için kamuoyu baskısı oluşturmak, Avrupa’daki muhatapları doğru ve etkili şekilde bilgilendirmek ve uluslararası mekanizmaları harekete geçirmektir. Bu yönde atılacak adımlar, hamasi söylemlerden çok daha etkili olacak ve mağdurların haklarının korunmasına gerçek katkı sağlayacaktır. Kısaca, AİHM kararlarının etkisi sadece mahkeme salonlarında değil, kamuoyu ve uluslararası platformlarda da takip edilmeli; eleştiriler, gerçek muhataplarına, yani kararları uygulamayan ulusal yargı organlarına yöneltilmelidir.

7. Türkiye’de Savunma Yapmanın Zorluğu ve Yapılan Savunmalara Saygı Duyulması

a. Savunma Yapmanın Zorluğu ve Koşulları

Türkiye’de özellikle son yıllarda, “örgüt üyeliği” gibi ağır suçlamalarla karşı karşıya kalan bireyler için savunma yapmak, yalnızca hukuki bir hak olmaktan çıkmış, aynı zamanda ciddi bir cesaret ve direnç gerektiren bir mücadeleye dönüşmüştür. Yasal ve anayasal hakların dahi kimi zaman suçlama konusu yapılabildiği, sosyal medya paylaşımlarından banka hareketlerine, sendika veya dernek üyeliğinden çocukların okul tercihlerine kadar pek çok unsurun delil olarak kabul edildiği bir ortamda, bireylerin kendilerini özgürce ve tam anlamıyla savunabilmeleri son derece güçleşmiştir.

b. Savunmaların Kişiselleşmesi ve Suçsuzluk İspatı

Bu koşullarda savunma yapan insanlar, çoğu zaman yalnızca kendilerini değil, ailelerini de koruma kaygısıyla hareket etmekte; savunmalarını kişiselleştirmek ve “suçsuzluklarını” ispat etmeye çalışmak zorunda kalmaktadırlar. Çünkü mevcut yargı pratiğinde, en sıradan ve yasal faaliyetler dahi “örgütsel faaliyet” olarak değerlendirilebilmekte, insanlar sosyal çevrelerinden, işlerinden, hatta özgürlüklerinden olma riskiyle karşı karşıya kalmaktadır. Bu nedenle, savunma hakkını kullanmak, yalnızca hukuki bir süreç değil, aynı zamanda psikolojik ve toplumsal bir mücadeleye dönüşmektedir.

c. Savunma Hakkının Kullanımında Yaşanan Zorluklar ve Toplumsal Etkiler

Savunma yapmanın bu kadar zor olduğu bir ortamda, bireylerin mahkeme salonlarında sergiledikleri çaba, çoğu zaman hayatta kalma ve itibarlarını koruma mücadelesidir. İnsanlar, üzerlerine yöneltilen ağır suçlamalar karşısında, kendilerini ve yakınlarını korumak için savunmalarını kişiselleştirmekte ve suçsuzluklarını ispat etmeye çalışmaktadırlar. Bu, bir tercih değil, mevcut baskı, tehdit ve belirsizlik ortamının zorunlu bir sonucudur. Ayrıca, savunma hakkının etkin kullanılamadığı, avukat bulmanın dahi zaman zaman zorlaştığı, toplumsal damgalanmanın ve ekonomik kayıpların yaygın olduğu bir ortamda, bireylerin yaşadığı travma yalnızca mahkeme salonuyla sınırlı kalmamakta, hayatın her alanına sirayet etmektedir.

d. Zor Şartlarda Yapılan Savunmalara Saygı Gösterilmesinin Gerekliliği

Bu nedenle, bu zor şartlar altında yapılan savunmalara saygı göstermek, adaletin ve insan haklarının gereğidir. Her bireyin, kendini ve ailesini koruma içgüdüsüyle hareket ettiği, baskı ve korkunun hâkim olduğu bir ortamda, savunma hakkını kullanabilmek başlı başına bir cesaret örneğidir. Savunmaların şekli ya da içeriği ne olursa olsun, bu çabanın arkasında yatan temel motivasyonun, insanların suçsuzluklarını ispat etme ve adalet arayışı olduğu unutulmamalıdır. Bu mücadeleye saygı göstermek, hem hukukun hem de toplumsal vicdanın gereğidir.

e. Uluslararası Mahkemelerin ve İnsan Hakları Mekanizmalarının Saygınlığının Korunması

Elbette, mahkemelerin kararları ve yargı süreçleri eleştirilebilir; hukuki standartlara uygunlukları sorgulanabilir. Ancak bu eleştirilerin somut gerekçelere dayanması, hukukun ve insan hakları mekanizmalarının saygınlığını gözetmesi gerekir. Dayanaksız suçlamalar, özellikle ulusal ve uluslararası insan hakları mekanizmalarının veya mahkemelerin saygınlığına yönelik ithamlar, ne mağdurlara ne de topluma bir fayda sağlar. Aksine, adalet arayışını ve hukukun üstünlüğü mücadelesini zayıflatır. İnsan hakları mekanizmalarının ve mahkemelerin saygınlığı, toplumsal adaletin ve bireysel hakların korunmasında temel bir güvencedir. Bu nedenle, eleştirilerde yapıcı ve gerçekçi olmak, hukukun üstünlüğünü ve adaletin tesisi için en doğru yoldur.

 

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir