ZAMAN VE OYUNCULAR FARKLI, MEKAN VE SENARYO AYNI: MOTOR

ZAMAN VE OYUNCULAR FARKLI, MEKAN VE SENARYO AYNI: MOTOR

1980’li yıllardan önce giyilen parkalar ve postalların sembolik bir anlamı vardı. Bunları üzerlerinde taşıyanlar muhalifti ve giysileri onların bayrağıydı. Aynı şekilde saç ve sakalların şekli ve uzunluğu, iç dünyalardaki “deruniliği” örten bir perdeydi. Hatta çoğu sadece ve sadece bu bayrak ve perdelerden ibaretti; geride kalan kısımları derin bir boşluk ve karanlıktı.

Günümüz yargısı o günlerde yaşanan travmalardan hiç kurtulamadı.

O tarihlerden sonra, önceki muhalifler giyimlerinde ve tıraş sitillerinde sureten değişiklik yaptılar. Ancak çoğu cübbelerinin içine giydiler parkalarını, tatillerde şekil verdiler saç ve sakallarına, bunlarla fotoğraf çektirip seyrettiler kendilerini duvarlarda ve aynalarda.

Devletin pençesinden emin imtiyazlı bir azınlık ile aykırı ve özgür istisnai ruhlar rahatça ve sırnaşıkça giyinip kuşanabildiler urbalarını.

“Muhalifler”, kıl ve tüylerini özgürce sergileme hayalleri kurarak fırsat kolladılar hep, siperlerinde.

Gün geldi, iktidar değişti zahiren; ezilen muhaliflere gün doğdu. Fırladılar saklandıkları siperlerden alanlara, bıyıklarını fora çektiler dudaklarına girmemecesine. Bir anda sayılarının çokluğu şaşırttı karşı cenahtakileri. Ancak korkmadılar. Zira halen muhkem kaleleri vardı ve orada huzurlu ve güvendeydiler.

Siperden, kendilerine üflenen “sur” ile fırlayanların gözleri kamaştı önce. Uzun zamandır karanlıkta kalan birinin aydınlığa kavuştuğundaki garipliğini yaşadılar bir bir. Acemiydiler. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Hınçla saldırdılar gösterilen ilk hedefe. Adına “Balyoz”, “Ergenekon” vs. dediler. Bunlar “harici” düşmanlardı.

Sonra “dâhili” olanlara yöneldiler ve içlerindeki “hainleri” temizlediler, inlerine girip tüm varidatlarını yağmalayarak.

Şu anda savaşı kazanmış olmanın huzurunu ve “Mehdi ordusunun” neferi olmanın gururunu yaşıyorlar.

Ancak ilk gündeki göz kamaşıklığını halen üzerlerinden atamadılar. Bundan mütevellit nerede mevzilendiklerini ve ne yaptıklarını müdrik değillerdi. Sanki bir tür geçici körlük yaşıyorlardı. Aydınlık içinde körlüğü tecrübe ediyorlardı. Yönlerini bulmak, silahlarını doğru hedefe doğrultmak için komutlara ihtiyaçları vardı. Arkalardan, zihinlerinde yarattıkları bir imgeye ait “sesi” takip etmeye karar verdiler. Kördüler ve güvenecekleri bir rehbere muhtaçtılar. Yıllardır zihinlerinde yoktan var ettikleri, yanlarında hissedip aşina oldukları bir “sesti” bu. Tereddüt etmeden ve söylenenleri tartmadan saldırdılar gösterilen hedeflere. Aralarındaki “aykırı” seslere kulak asmadılar, ısrarcı olanları da “hain” ilan edip hemen infaz etmenin yollarını arayarak arındılar.

Bu anlattıklarım kurgu değil, 80’lerden önce sergilenen bir senaryonun yeni figüranlarla yeniden sahneye konulmasından ibaret bir “oyun”. Bu filmi daha önce görenler, sonunda yaşanan acıları hatırlayıp, bunların yeniden tekrarlanmasından ürküyor ve figüranların hazin sonunu düşünüp içleri burkuluyor.

Sahnedekiler rollerine kendilerini o kadar kaptırmışlar ve sergiledikleri karakterle o derece bütünleşmişler ki, oyunun hiç bitmeyeceğini, sahneden hiç inmeyeceklerini vehmediyorlar.

Ekrandan izlenen bir filme müdahale edemeyen bir izleyicinin hüznünü, acizliğini ve de sonucu belli filmin yönetmence nasıl nihayete erdirileceğinin heyecanını ve merakını yaşıyorum bu günlerde.

80’li yılların öncesini ve sonrasını tecrübe etmeyip kenardan izleyen, kâh gülüp kâh kederlenen, ancak olaylara fiilen ve fikren müdahil olmayanlar, eksik kalan derslerini alıyorlar sanki.

Evet, kendilerini muhafazakâr olarak niteleyenler “devlet (güç, iktidar)” ile imtihan oluyorlar. Onunla cebelleşip, onu alt etmeye ve ehlileştirmeye çabalıyorlar. Öncekiler gibi, ona sahibi olduklarını düşünüp gururlanıyorlar. Güzelliği, cilvesi, nazı ve şuh bakışıyla taliplilerini büyüleyip teslim alan “devlet”in; Medusa misali, kendisine âşık olan yiğitleri nasıl taşlaştırdığını düşünüp akletmiyorlar. Çünkü okumuyorlar; tarihin bir döngüden ibaret olduğunu görüp ondan ibret alıp ders çıkartmıyorlar.

Medusa’ya sahip olmanın ve onun esaretinden kurtulmanın yegâne yolu, onun büyüsünden korunmak, yüz güzelliğinde ve gözlerinde kaybolmamaktır.

 

(Bu yazı 20.11.2016 tarihinde, tutsak olduğum Silivri Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda yazıldı)

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir