• Mart 7, 2020
  • No Comment

Yargının İpleri ve Alkışlar (Aklıma Gelenler 5)

Yargının İpleri ve Alkışlar        (Aklıma Gelenler 5)

 

Bir gece vakti Erzurum Adliyesi’nin koridorlarında Nöbetçi Sulh Ceza Hakimi’nin karşısına çıkmak için sıramı bekliyorum. Savcılık, ifadelerimizi aldıktan sonra tutuklanmamız talebiyle bizleri Sulh Ceza Hakimliği’ne sevk etmişti. Hâkim Bey, tutukluğa sevk edilen her şüpheliyi ayrı ayrı sorguya çekiyordu. Sorgusu biten kişiler, tutuklanıp tutuklanmadığını bilmeden duruşma salonundan çıkıyorlardı. Anlaşılan Hâkim Bey, her bir kişi ile ilgili kararını, herkesi dinledikten sonra toplu olarak verecekti.

Açıkçası savcının bana sorduğu
sorular, sürecin nasıl işleyeceğine dair fikir veriyordu zaten. O anlamsız sorular
sonrasında iki yol vardı. Ya benden vaktim çalındığı için özür dilenecekti ve
hayat kaldığı yerden devam edecekti. Ya da tutuklanıp cezaevine
gönderilecektim. O gece kimse benden özür dilemediğine ve üstüne tutukluluğa
sevk edildiğime göre ikinci seçenek daha olası görünüyordu. Sulh Ceza Hâkimi’nin
benden özür dilemesini beklemek de saflık olurdu.

Şaka bir yana hakkımda çoktan
karar verildiği belliydi aslında. Ben sadece cezaevi öncesi elindeki formu resmi
dairelerde dolaştıran bir vatandaş kıvamındaydım. Savcının imzasını aldıktan
sonra, bir de formu hâkime imzalatacaktım. O imza da tamamlandıktan sonra,
cezaevi müdürüne gidip belgeyi teslim edecektim. Kendimi hiçbir şekilde gerçek
bir yargılama faaliyetinin içinde hissetmiyordum.

Hakkımda karar verecek hâkim, eşimi serbest bırakan hâkimdi. Gariptir, eşimi serbest bırakan bu hâkime karşı minnet hissi taşıyordum. Kendisi hakkında büyük bir ihtimalle tutuklama kararı verecek bir hâkime karşı bir insan neden böyle şükran duyardı ki? Bu durumu “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” sözü açıklar herhâlde. Tutuklanma ihtimali bu nedenle beni çok korkutmuyordu. En azından eşim dışardaydı. Açıkçası, o sıralar içimde en fazla 5-10 gün yatar çıkarım rahatlığı da vardı.

Sonunda sıra bana geldi. Duruşma salonuna aldılar beni. Zaten öncesinde tanışıklığımız bulunan bu hâkimle selamlaştık. Eşim hakkında verdiği karar nedeniyle ona teşekkür ettim. Bu karar ona mı aitti, o da ayrı bir konu. Ama bu aşamada sahnede teşekkür edilecek o vardı en azından. Hâkim Bey mesleki kıdem olarak sadece benden değil, hakkında karar vereceği çoğu kişiden daha genç ve tecrübesizdi. Gayret etse de heyecanını ve mahcubiyetini saklayamıyordu. Kontrol onda değildi. Teşbihte hata olmaz. Kervan develerinin, bir sıra dâhilinde düzenli bir şekilde yol almaları için her birinin burnundan bir ip geçirilirmiş. Bu ipten çekildikçe, kervan ilerlermiş. Böylesi bir kervanda en arkadaki yavru deve önde ipi çeken annesine, “anne, ipi çok çekiyorsun, bilsen, burnum çok acıyor” demiş. Annesi de, “yavrum, burnunun acıdığını hiç bilmez olur muyum? Ama neylersin ki, ipin ucu bende değil”, demiş. Elbette, Hâkim Bey’in bir anne şefkati ile hareket ettiğini söyleyemem, ama bir haksızlık yaptığını, kendi burnundan geçen iple arkadakilerin canını yaktığını ve yakacağını biliyordu. Kendi canı da yanıyordu. Neylersin ki, ipin ucu onda değildi. Ben, o gün onun vicdanının sızladığını görebiliyordum. Kürsüde o an o, hür iradesi ile oturmuyordu. O benden önce zaten tutuklanmıştı adeta. Sanki burnuna veya vücudunun farklı yerlerine geçirilen görünmez iplerle yukardan bir kukla gibi hareket ettiriliyordu. Yüzü gülmüyordu, mutlu değildi. Ben savunmamı yaptım. Bir boşluğa seslendim yani. Sesime, ses yoktu. Hâkim, daha sonra kararını açıklayacağını söyledi. Duruşma salonundan çıktım.

Bir süre sonra, gözaltına alındığımız herkes ile birlikte hakkımızda kararın açıklanacağı duruşma salonuna alındık. Hâkim Bey, kara cübbesiyle kürsüde yerini almıştı. Ama yerinde duramıyordu. Bazen oturuyor, bazen kalkıyordu. Kararı açıklarken yaptığı konuşmada ilk şunu söyledi: “Siz dışarıdaki havayı bilmiyorsunuz”. Aslında başka bir şey demesine de gerek yoktu. Her şeyi bu giriş cümlesi ile açıklamıştı. Önündeki dosya içeriğine göre değil, dışardaki havaya göre karar verecekti. Öfkeli kalabalığın önüne bizlerin özgürlüğünü atarak onları sakinleştirecekti. Gerçekten sonradan anlıyorum ki o gün değil tutuklanmak, Erzurum meydanında yakılarak öldürülsek veya idam edilsek genel tablo içinde böylesi bir katliama kimse gıkını çıkarmazdı. Dışarda hava kötüydü. Sağlık kontrolüne bizim önümüzde giden başka bir araç içerisindeki meslektaşlara linç girişimi olmuştu.

Hakim Bey devam etti: “Hakkınızda tutuklama kararı veriyorum. HSYK yazısı var. Ama sizlerin dosyalarının bizzat takipçisi ben olacağım. Bir aya kadar bilgisayar gibi dijital veriler ile ilgili raporlar gelir. O zaman hepiniz serbest kalırsınız”. Henüz ortada olmayan bir raporun içindeki aleyhe delil ihtimaline ve HSYK yazısına istinaden tutuklanmıştık. Artık görünmez dediğim kuklanın ipleri görünür hale gelmişti. Hatta ip değil, bildiğin halatmış kürsüdekini hareket ettiren. Karar ona ait değil. İpi elinde tutan güce ait bir tasarruftu. O an film şeridi gibi gözaltına alındığım andan itibaren tüm adli işlemlerde karşılaştığım figürlerin hepsinin iplerini fark ediyordum şimdi. Aramada, gözaltında, ifadede ve sorguda… Yukardan sallanan ve karşılaştığım o figürleri hareket ettiren o kukla ipleri… Her şey şimdi daha net görülüyordu. Bir yargılama faaliyeti görünümlü, bir kukla gösterisi vardı. Hakim Bey de o an çocukça bizleri teselli etmeye çalışarak veya bizi çocuk yerine koyup avutarak gösteriye renk katıyordu.

İşte o an içimizden biri, bir hâkime
sorulabilecek en zor soruyu soruyordu: “Lütfen bize, bizi neden tutukladığınıza
dair somut bir delil gösterin”.  Zor bir
soruydu. Hâkim Bey sarsıldı, bir süre cevapsız kaldı. Kendisini tutan iplerin
ucundaki kişiler de dahi bir sarsılma oldu. Duruşma salonu ve kürsü sallandı.
Bütün dekor, mizansen ve sahne sallandı. Kuklanın ipleri, bir saatin sarkacı
gibi gidip geliyordu salonda artık. Gösteri tüm gerçekçiliğini yitirdi bu soru
karşısında. Ve Hâkim Bey, yapılabilecek en iyi ve tek şeyi yaptı. Topuk! Evet,
o kara cübbesi havada bir kavis yaptı o dönerken. Hızlıca arkasını döndü ve
kaçtı. Tek bir cevap bile vermeden, öylece arkasına bakmadan kaçtı. Aslında
kaçan o değildi tabi ki. Koca Yargı firar etmişti. Geride kalan bizler ise,
alkışladık. Bir kukla tiyatrosunun finalini alkışlayan izleyiciler gibi, bir
alkış tuttuk bu gösteriye. Giden Yargının ardından hüzünle alkış tuttuk bu
firara. Perde kapanmış ve bizler artık yeni evimiz olan mahpushanenin yolunu
tutuyoruz. Bu hüzünlü kukla gösterisinin ardından, firari Yargının bir gün geri
döneceğini umut ediyoruz.

Bu Yazılarıda Okuyabilirisiniz

Yanlı(ş) Tarih Okumaları

Yanlı(ş) Tarih Okumaları

Taraflı tarih, bir tarihçinin sahiplendiği fikirleri, eğilimleri bilinçli bir şekilde tarihe dayatması, başka bir ifadeyle tarihi verileri bu düşünce ışığında yeniden…
NAİF YARGI(Ç)

NAİF YARGI(Ç)

Önceki dönemde egemen iktidar tarafından “sakıncalı” görülen kişiler fikir ya da düşünceleri nedeniyle soruşturulmuşlar; haklarında iddianameler düzenlenerek yargılanmaları ve hatta mahkûm…
TÜRKİYE’DE ÖTEKİ OLMAK

TÜRKİYE’DE ÖTEKİ OLMAK

Öteki olmak mevcut düzen içinde hakim olanın zıttını ifade eden bir kavram. Benliğin dışsallaştırdığı, yabancı gördüğü ve çoğu zaman ön yargılarla…
KAĞITTAN KAPLAN YARGIMIZ

KAĞITTAN KAPLAN YARGIMIZ

Sivas Sulh Ceza Hâkimliği’nin tutukluluk  halimin devamına dair kararı ile HSYK tarafından verilen benim de ismimin yer aldığı 2847 hâkim ve…

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir