- ANASAYFA
- No Comment
Diktatörlük ve Meşruiyet Arayışı
Diktatörlük, yalnızca baskı aygıtlarıyla ayakta duran bir yönetim biçimi değildir; aynı zamanda sürekli bir meşruiyet krizinin içinde debelenen bir iktidar halidir. Çünkü mutlak gücün olduğu yerde hukuk zamanla ya askıya alınır ya da iktidarın ihtiyaçlarına göre eğilip bükülür. Başlangıçta “istisna” diye sunulan uygulamalar, giderek kalıcı hale gelir. Kanunsuzluklar sıradanlaşır; yetmezse kanunlar uydurulur. Ancak paradoks şuradadır: Bu adaletsizlikleri, bir süre sonra, onları yapanlar bile içine sindiremez.
Diktatörlüklerin en büyük açmazı budur. Güç, korku ve zor yoluyla elde tutulabilir; fakat meşruiyet zorla üretilemez. İçeride susturulan muhalefet, bastırılan medya ve işlevsizleştirilen yargı, iktidara kısa vadede alan açar. Uzun vadede ise iktidarın kendisini aynada tanıyamadığı bir boşluk yaratır. Çünkü hukuk, sadece toplumu düzenleyen bir mekanizma değil, aynı zamanda yönetenlerin kendilerini haklı hissetmelerini sağlayan bir vicdan dayanağıdır. O dayanak kaybolduğunda, iktidar yalnızlaşır.
Bu yalnızlık, dış dünyayla kurulan ilişkilere de yansır. Diktatörlükler dış baskıdan çekinir; uluslararası alanda tanınma ve kabul görme ihtiyacı artar. Bu noktada meşruiyet, yalnızca ahlaki ya da hukuki bir mesele olmaktan çıkar, stratejik bir ihtiyaç haline gelir. Yaptırımlar, diplomatik izolasyon ve gelecekte hesap verme ihtimali, iktidarın korkularını büyütür. İşte bu yüzden, dış politikada “meşruiyet arayışı” başlar.
Nitekim bu durum, ABD ile Türkiye arasındaki ilişkiler bağlamında da açık biçimde dile getirilmiştir. ABD Başkanı Trump döneminde, Washington ve Ankara arasında uzun süredir sorun olan başlıklara çözüm bulmak için yeni bir yaklaşım benimsendiğini anlatan Büyükelçi Barrack’ın aktardıkları son derece çarpıcıdır. Barrack, Trump’ın şu sözlerini aktarmıştır:
“Başkanımız ‘bundan bıktım, ilişkiler düzeyinde cüretkâr bir adım atalım ve ihtiyacı olanı verelim’ dedi. ‘Tamam Sayın Başkan, neye ihtiyacı var?’ diye sorduğumda ‘meşruiyet’ dedi. Mesele sınırlar, S-400 ya da F-16’lar değil. Mesele meşruiyet.”
Bu ifadeler, meselenin teknik ya da askeri başlıklardan çok daha derin bir yerde durduğunu göstermektedir. Sorun, ne bir silah sistemi ne de bir savunma anlaşmasıdır; sorun, iktidarın uluslararası alanda kendisini kabul ettirme ihtiyacıdır. İçeride hukuku aşındıran, adaleti araçsallaştıran bir yönetim, dışarıda “meşru” görünmeye her zamankinden daha fazla muhtaç hale gelir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD ziyaretleri ve bu ziyaretlerde verilen mesajlar da bu çerçevede okunmalıdır. İç politikada sertleşen dilin, dışarıda yumuşaması; demokratik değerler, ittifak vurguları ve ortaklık söylemlerinin öne çıkarılması bir tercihten çok bir zorunluluktur. Basına yansıyan her “normalleşme” görüntüsü, içeride kaybedilen meşruiyetin dışarıdan telafi edilme çabasını yansıtır.
Ancak meşruiyet, dış başkentlerden ödünç alınabilecek bir şey değildir. Fotoğraf kareleriyle, diplomatik jestlerle ya da geçici uzlaşmalarla kalıcı hale gelmez. Gerçek meşruiyet, hukukun üstünlüğüyle, adaletle ve halkın rızasıyla mümkündür. Bunlar olmadan yürütülen her meşruiyet arayışı, iktidarın kendi krizini ertelemekten öteye geçmez.
Sonuç olarak diktatörlükler, kendi yarattıkları hukuksuzlukların ve adaletsizliklerin altında ezilirler. Kanunları çiğnedikçe ya da kanunu bir silaha dönüştürdükçe, yalnızca toplumu değil, kendilerini de tüketirler. Dış baskı korkusu ve geleceğe dair endişeler, onları meşruiyet arayışına iter. Fakat unutulmaması gereken şudur: Meşruiyet talep edilmez, pazarlık konusu yapılmaz. Meşruiyet ancak adaletle kazanılır.