- ANASAYFA
- No Comment
NIETZSCHE’NIN IZDIRAP YOLU VE BEN

Dr. Hasan Dursun
(Bu yazı 11.11.2016 Cuma günü, tutsak bulunduğum Silivri 6 Nol Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda yazıldı)
Stefan Zweig’in Nietzsche ile ilgili tanımlamalarını, ona dair vurgularını okuduğumda, memleketin ortak dehasını oluşturan, ortak bir kaliteyi ve değeri ifade ettiklerini düşündüğüm, eğitimli ve üretken insanlarının önemli bir kısmının son dönemde yaşadıkları mağduriyetleri aklıma geldi.
Bir dahi olan Nietzsche, 56 yıllık kısa yaşamı boyunca sürekli okumuş, döneminde rağbet görmemesine ve alaka gösterilmemesine aldırmadan eserlerini meydana getirmiştir. En yakınları dahi yazdıklarını okumamış, fikirlerini anlamaya çaba göstermemişler; yavaş yavaş ondan uzaklaşmışlardır. Dehasının çıldırtıcı aydınlığına inat, onu, zekâsının korkutucu karanlığıyla yalnız bırakmışlardır.
Hayatının son 10 yılını, kendini anormal kabul eden inanların teşhis ettikleri şekilde “deli” olarak yaşamıştır. Hele son yılları tam bir ızdırapla geçmiştir Nietzsche ’nin ve nihayet 25 Ağustos 1900 tarihinde tüm insanları akıllarıyla baş başa bırakarak ayrılmıştır aramızdan.
Nietzsche, ızdırap çekmeyen ve acı hissetmeyen insanları, bilmemenin ve idrak etmemenin verdiği huzurla yaşamını idame ettiren hayvanlara benzetir. Zira bilmeyen, soramaz; soramayan isteyemez; isteyemeyen bir canlının bozulacak bir psikolojik varlığından da bahsedilemez. “Bilginin her türü ıstıraptan gelir. Sefahat, duraklamak ve geriye bakmamak eğilimindedir, oysa acı hep nedenleri sorar. İnsan ağrılarda incelir”.
“(Nietzsche) Zihninde ürettiği fikirlerle Tanrıyı yok etmiş ve onunla birlikte inananları da kaybetmiştir”, der, Zweig. Yani herhangi bir akıl, düşünceleri ile “başkalarının” taptığı ve Tanrısallaştırdığı putları devirdiğinde, sadece putları kırmak, onlara zarar vermekle kalmaz, onun kul ve kölelerini de kaybeder, kendisine karşı düşmanlaştırır.
Yaklaşık 5.000 hâkim ve savcı, insanlığın ortak paydası olan “saf vicdanları” dinleyip hareket ederek, kendi dışındakilerin kutsal bildiklerine karşı hukuki yetki ve sorumlulukları çerçevesinde bir tür saldırı gerçekleştirdiler. Kullanılan kavramlar ortak olsa da, “özgür bir birey” olan hakim/savcılar ile, “kul” olanların bunlara yüklediği anlamlar tamamen farklıydı. Bir tarafın herkes için istediği temel hak ve özgürlükleri, diğer taraf sadece “efendileri”, “sahipleri” ve “kendi mahallesindekiler” için uygun buluyordu. Bir taraf mağdur veya failin kişisel özelliklerine bakmadan sadece “suç” olana suç demesine karşın, diğerinin suç işleme özgürlüğü tanıdığı, suç oluşturan fiillere baştan hukuksal meşruiyet bahşettiği dokunulmaz, ayrıcalıklı bir grubu vardı.
Ülkemizde yaşanılan olağanüstülüklerin temel nedeni yukarıdaki iki farklı anlayışın, yani “birey” ile “kulun” savaşıdır. İlk taraf, bilmenin doğal sonucu olarak, acıyı, ızdırabı ve mücadeleyi iyilik ve güzellik için kendine rehber edinmişken; diğeri, kul olmanın neticesi konforun bahşettiği rehavet ile zahiren mutlu ve huzurlu gözüken sahte bir yolu seçmiştir. İlk taraf dünyayı kaybetme uğruna kendisinden fedakârlıklarda bulunurken; ikinci taraf, dünyalığını elde etmek için kendisini var eden değerlerini takas için kullanmaktan çekinmemiştir.
Birçok hukukçu meslektaşım benim gibi son yıllarda ağır mağduriyetler yaşadı. Sadece hukukçular değil, “kul” olup esir olmaktansa, “birey” kalıp özgürleşmeyi seçen on binlerce masum insan doğrudan ve milyonlarcası ise dolaylı olarak çeşitli ağırlıkta hukuksuzluklara maruz kaldılar.
Kendim ve acılarına tanıklık ettiğim ve düşüncelerine dokunabildiğim hukukçu meslektaşlarım adına şunu söyleyebilirim ki, çoğumuz ayırdında olmadan çok büyük ve mesuliyet gerektiren bir yükün altına girdiğimizi, yürüdüğümüz yolun görünür ve görünmez sayısız engel ve tuzaklarla dolu olduğunu, temel ilkelerin gösterdiği yolda yürürken birçok arkadaş ve dostumuzun arkada kalıp, etrafımızı saran çölün giderek genişlediğini içimiz burkularak çok sonradan farkettik.
Kocaman bir vahada azınlıkta kalmak zaman zaman sabrımızı zorluyor, umudumuzu kırıyor. Başlangıçta yanımızda olan dostların önemli bir kısmı daha yolun başlangıcında terk ettiler bizi; geride kalanlarından bir bölümü ise sonraki türlü engellere takılıp kaldılar; ya geri döndüler ya da yollarını değiştirip başka yönlere saptılar. Ayrılanların her biri beraberinde bizlerden de bir şeyler götürdüler; yaraladılar kalbimizi, zaman zaman ümitsizlik girdabına ittiler bizi.
Asıl içimizi burkan ve acımızı artıran ise bize kurulan tuzaklara göz yuman, hatta kimi zaman bizatihi faili ve iştirakçisi olan, varidatlarımızı yağmalamayı başlayan ve bunu aldığı fetvalarla kendini hak gören dostların varlığı.
Yol uzun, hava sıcak ve yakıcı. Her adımda pişiyoruz, piştikçe olgunlaşıyoruz. Geride bıraktığımız anlamsız yükler ruhumuzu hafifletiyor; çektiğimiz her acı özgür kılıyor zihnimizi ve vicdanımızı. Ancak bu yaşananlar bedenleri yordu.
Her adımla uzaklaşıyoruz terk ettiklerimizden; her geçen an yabancılaştırıyor bizi onlara, onları bize. Zaman zaman dönüp seslenmek istiyorum geridekilere, ancak onlar çoktan yok olmuşlar, çıkmışlar görüş ufkumuzdan. Sesimi duyurmak imkansız.
“Kimse, cezasını çekmeden ‘var olan var olmayan’ gibi korkunç soyutlamalara el uzatamaz; onlara dokununca insanın kanı yavaş yavaş donmaya başlar” diyor Nietzsche. Önceki meslek yaşamında hiçbir bedel ödemeyen, herhangi bir yaptırıma tabi tutulmayıp, kahkahalarla hayatını devam ettiren bizler, cahilce ve çocukça bir hevesle “hak” dağıtma davasının ücretli “zalim” askerleri olduk; riyakârca tavırlar takınarak Peygamber postunu hak ettiğimiz zehabına kapıldık, yaptığımız işin kutsiyetine aldanıp kendimizi doğuştan “kutlu” saydık, başkalarını da buna zorla kabul ettirmenin yollarını aradık.
“Zamane çocuğu” olan ben şimdi daha iyi anlıyorum, “ceza”nın en büyük muallim olduğunu ve ona talebe olmanın da göründüğü kadar kolay olmadığını.