- ANASAYFA
- No Comment
Cevaba Göre Sorular

Algı, Suç ve Gerçeklik Üzerine
Hukukun temel ilkelerinden biri, “Kanunda açıkça suç olarak tanımlanmayan bir fiil, suç sayılamaz” prensibidir. Bu yalnızca hukuk kitaplarında değil, adalet anlayışının vicdani temelinde de yatar. Buna rağmen kimi zaman toplumda şu mantık hatasıyla karşılaşırız: “Ortada suç olmasa bile, sen suçsuzluğunu kanıtla.” Bu, mantık açısından tersine çevrilmiş bir yargıdır; çünkü suç yoksa suçsuzluğu ispatlama zorunluluğu da yoktur.
Bu durum, toplumların tarih boyunca sıkça kullandığı “çamur at, izi kalsın” yaklaşımıyla yakından ilişkilidir. İddia, delilden önce gelir; algı, gerçeğin önüne geçer. Modern çağda buna algı yönetimi denir. İnsan zihni, gördüğünden çok, duymak istediğini duyar; göz önündeki gerçeği bile bazen fark etmez. Bu, yalnızca bireysel körlük değil, kolektif bir görmeme hâlidir.
Önce Cevap, Sonra Soru
Mantıklı düşünme süreci, sorudan başlar ve cevaba ulaşır. Ancak bazı iletişim biçimlerinde, özellikle siyaset ve medya ilişkilerinde, bunun tersi yaşanır: Önce “istenen cevap” belirlenir, sonra o cevaba uygun soru üretilir. Böylece sorgulama, gerçeği aramak yerine bir doğrulama aracı haline gelir.
Bazen siyasilerin basına bilgi verirken ya da bir kurumun açıklama yaptığı anlarda, taraflı gazetecilerin “soru sormaktan” ziyade “cevabı soru haline getirmeye” çalıştığına şahit oluruz. Bu, gazeteciliğin araştırma misyonunu değil, propaganda işlevini besler. Soru, gerçeği ortaya çıkarmak için değil, önceden kurgulanmış algıyı pekiştirmek için tasarlanır.
Toplum ve Birey Psikolojisi
Bu eğilim yalnızca siyasette değil, bireylerin zihninde de yaşar. İnsan bazen gerçekten gerçeği öğrenmek istemez; çünkü öğrendiği takdirde kendi inancının yıkılacağından korkar. Bu, “cevabı kafasında önceden belirleyip, onu değiştirecek sorudan kaçınma” hâlidir.
Psikolojide bu, kimi zaman “bilişsel direnç” ya da “kült inancı” ile açıklanır. Kimi insanlar bir kişiye, bir ideolojiye veya bir fikre öyle körü körüne bağlanır ki, inandıkları kişinin bizzat itirafına bile kulak asmazlar. Hatta o kişi, “Milletim beni affetsin, yanlış yaptım, zulmettim, yolsuzluk yaptım” dese bile, bu gerçeği kabullenmezler. Çünkü kabullenmek, kendi içlerindeki inanç binasının yıkılması anlamına gelir.
Böyle insanlar için gerçeğin söylenmesi yeterli değildir; zihinleri, inandıkları cevap ile uyumlu olmayan hiçbir şeyi kabul etmez. Bu yüzden denmiştir ki:
“Uyuyanı uyandırmak kolaydır, ama uyuyor numarası yapanı asla.”
İşte bu tavır hem hukuksuzlukları hem de yanlış algıları kalıcı kılar. Sorular, gerçeği bulmak için değil, zaten var olduğuna inanılan cevabı güçlendirmek için sorulduğunda; toplum, gerçeği gören değil, kendi hikâyesini dinleyen bir topluluk hâline gelir.
Toplumsal Hafıza ve Algının Sistemleşmesi
Toplumsal hafıza, çoğu zaman yaşanan olayların gerçeğiyle değil, onlara yüklenen anlamlarla şekillenir. Tarih, gerçeklerin değil, inançların arşivine dönüşür. İnsanlar, “Ne oldu?” sorusundan çok “Nasıl hatırlamak istiyoruz?” sorusuna cevap verir. Bu seçici hafıza, bireysel ve toplumsal düzeyde, gerçeği çarpıtmanın sistemli bir aracına dönüşür.
Modern çağda sosyal medya, bu mekanizmayı katmerli hâle getirmiştir. Haber ve bilgi, çoğu zaman doğruluğundan bağımsız şekilde dolaşıma sokulur; algı gerçekliğin önüne geçer. İnsanlar, doğruluğunu araştırmak yerine, kendi inançlarına uygun içerikleri paylaşır. Böylece yalan, doğrunun yerini almaz ama gerçeğin algısı olarak toplumun zihnine kazınır. Siyaset, medya ve sosyal psikoloji bu döngüyü sistematik hâle getirmiştir: Algı yaratılır, gerçek çarpıtılır ve sorgulama ihtiyacı azaltılır.
Bu süreç, bireysel vicdan ile toplumsal norm arasındaki gerilimi de artırır. Gerçeği savunan kişi yalnızlaşır, hatta hedef haline gelir. Oysa hakikat, tarafsız ve bağımsızdır; ne sağa ne sola ait değildir. İnsanlar bunu anlayamadığında, adalet ve doğruluk sürekli olarak manipülasyonun gölgesinde kalır.
Mağara Alegorisi ve Hakikat
Platon’un mağara alegorisi bu durumu çarpıcı bir şekilde özetler: İnsanlar, gölgeyi gerçek sanırlar; gerçeğe çıkmak isteyen azınlık ise çoğunluk tarafından yanlış ve tehlikeli olarak görülür. Mağaranın duvarındaki gölgeler, bizim günümüzde sosyal medya, propaganda ve manipüle edilmiş bilgi kaynaklarıdır. İnsanlar gölgeleri gerçeğin kendisi sanır ve gölgeleri sorgulayanları düşman olarak görür.
Bu alegori, bireysel bilinç ile toplumsal algı arasındaki uçurumu da gösterir. Birey gerçeği gördüğünde, hem kendi inançlarını hem de toplumun kabul ettiği normları sorgulamak zorunda kalır. Bu süreç, çoğu kişi için rahatsız edici ve çoğu zaman kabul edilemezdir.
Benzer şekilde, Kant’ın akıl eleştirisi ve Hegel’in tarihin bilinç gelişimi üzerine düşünceleri de, birey ile toplum arasındaki gerçeğin ve algının çatışmasını anlamamıza yardımcı olur. Kant’a göre insan aklı, yalnızca deneyimle doğrulanabilen bilgiyi kabul eder; ancak toplum çoğu zaman deneyimlenmemiş, önceden kurgulanmış bilgiyi gerçek olarak dayatır. Hegel ise toplumsal bilincin, bireysel bilinçten önce ve bazen ona rağmen şekillendiğini belirtir.
“Gerçeği susturamazsın; ama görmek istemeyen, kendi göz kapaklarını mezar taşı gibi taşır.”