adalet – Hukuk Penceresi https://hukukpenceresi.com Zulüm karanlığına ışık saçan pencere Sun, 21 Jan 2024 03:31:57 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hukukpenceresi.com/wp-content/uploads/2022/06/indir-150x150.jpeg adalet – Hukuk Penceresi https://hukukpenceresi.com 32 32 SÜREÇ NASIL BİTERSE, TAM ANLAMIYLA KAZANILMIŞ OLUR. https://hukukpenceresi.com/surec-nasil-biterse-tam-anlamiyla-kazanilmis-olur/ https://hukukpenceresi.com/surec-nasil-biterse-tam-anlamiyla-kazanilmis-olur/#respond Wed, 24 Aug 2022 21:50:28 +0000 https://hukukpenceresi.com/?p=8804 Yaşadığımız ve her anlamda sosyal ölüm olarak nitelendirilebilecek bu süreç günümüz teknolojisinin sağladığı imkanlar sayesinde neredeyse tüm detayları ile tarihin hard diskine kaydedilmekte.   Örnekleri farklı olmakla birlikte yaşanılanların ne hissettirdiğini, bizzat yaşadığı için çok iyi anlayacak insanlara seslendiğimin bilincindeyim.

Şunu sizin gibi bende kesin olarak biliyor ve inanıyorum ki; Bu süreç öyle ya da böyle bitecek. Bundan emin olmamın en önemli nedeni, evrensel kuralların aksine devam ediyor olması. Bu noktada evrensel kurallardan ne kastettiğimi birkaç örnek vereyim. Mesela kimse sonsuza kadar yüksek sesle bağıramaz. O yüzden şu an sadece diğer sesleri bastıracak kadar bağırabilenlerin bunu sürekli yapabileceklerine inanmak varoluş mantığına aykırı bir kabul olur. Ancak ne zaman ve nasıl kısmı tamamen bir kader planı olduğu için o kısım ne haddim ne de bu yazının konusudur.

Ancak bu süreçte yaşananlardan çıkarılacakların yepyeni bir ülke hatta dünya inşası için çok önemli olduğunu düşünenlerdenim. Bu sürecin sonunda bizden şahsen alınan ve uğruna ömür tükettiğimiz, meslek, sosyal statü, maaş gibi imkanların yanında toplumsal onurumuzun iadesi tabii ki bir kazanımdır ve bu süreçte kaybedilen hayatlar hariç diğer telafi edilebilecek tüm hasarlar telafi edilmelidir. Ancak bunlar olduğunda sabah tıraşımızı olup/ fönümüzü çekip, takım elbiselerimizi/döpyeslerimizi giyip işimize gittiğimizde sürecin artık tam anlamıyla geride kalacağını düşünmenin, affınıza sığınarak bencillik olacağını ve sürecin bize kazandırdıklarını inkar etmek anlamına geleceğini düşünüyorum.

Mesleklerimiz ve yaşamlarımız bizi daha büyük bir ideale taşıdığında anlam kazanır. Örneğin bir süre yapmama imkan tanınan hakimlik mesleği açısından bakalım. Mesleğe döndüğümde bu ülkede bizden yıllar sonra yargı ile ilgili bir programda kürsüye çıkıp bir konuşma yapması gereken bir meslektaşımın artık “Berlin’de yargıçlar var” ritüeline ihtiyaç duymayacağı memleketinden ve adı Ahmet, Mehmet , Ayşe, Fatma olan  ve kimisi toprağın altında kimisi de toprağın üzerinde ak saçları ve yüzlerine yansıyan gururla kendisine dinleyen insanlardan  örnekler verebileceği bir hizmet ve adalet anlayışına sahip olmak artık bir ideal değil yaşanılanlardan sonra bir yükümlülük olmalıdır.

O günler geldiğinde Yahudi toplumunun ikinci dünya savaşı sonrası gösterdiği “never again” (bir daha asla) kararlılığını göstermek ve bu konuda somut adımlar atmak gereklidir. Hatta” bir daha asla” politikasının o topluma yaşatılanların bir daha yaşatılmamasını sağlamak anlamına geldiği düşünüldüğünde, bunun da ötesine geçerek toplumun mağdur olan kesimlerinin bunu tekrar yaşamamasını sağlama garantisinin ötesine geçilmelidir.  Bunu düşünmenin bile söz konusu olmayacağı, hukuk, insan hakları ve adalet temelli bir toplum inşası kaderin kendisine bu konuda bir şeyler yapma fırsatı tanıyacağı her mağdurun hedefi olmalıdır.

Cezaevi günlerinde meslektaşların çay sohbetlerinde yaptıkları empati dolu konuşmaları hatırlarım. Bir savcı şöyle demişti mesela “bana tahliye talepleri gelirdi ben hafta sonu veya tatil olduğunda onlara hemen cevap vermezdim. Şimdi bunun talep eden için ne olduğunu daha iyi anlıyorum. Ya da tutukluların özellikle kadın tutukluların çocuklarına yönelik mesela ceza evlerinde üniversitelerin pdr bölümleri ile işbirliği ile kreşler açılıp hem öğrencilerin burada staj yapmalarının sağlanması hem de çocukların daha iyi ve cezaevi ortamını en az hissettirebilecek şekilde bakılmasının sağlanmasına ilişkin fikirler havada uçuşurdu çünkü orada olanların bazılarının eşleri de tutukluydu.

Belki de kader, önce yaşadığı toplumu sonra belki de çok daha geniş bir coğrafyayı değiştirebilecek ve gerçek anlamda hukukun üstünlüğü ve insan haklarına dayalı bir medeniyet inşası için elini taşın altına koyabilecek nitelik ve özveriye sahip insanları sözlerden çok daha etkili bir yolla eğitiyordur. Bunların yoksunluğunu hayatında acı çekerek yaşayan insanların, bu değerleri salt okuyan ve dinleyenlerden çok daha sahiplenici olacağı kanıksanamaz bir gerçektir.

Bu değerlerin temellendirdiği bir toplumun inşası noktasında mağduriyet yaşayan farklı insanların farklı sebepleri olabilir. Bu sebeplerin hepsine saygılıyım. Yeter ki varılan sonuç bu değerlerin inşasına hizmet edecek bir hayatı o insanlara yaşatmak olsun. Şahsım adına kendince dindar olmaya çalışan bir insan olarak, Adalet ve ahlak gibi dinin son durağı olan hedeflerin toplumumuzda ve İslam coğrafyasında bu kadar küçümsenmesi ve yok sayılması canımı acıtan bir durum olmuştur hep. Ama bizzat yaşamımda bu değerlere sahip olmayanların yapabileceklerini yaşayarak görünce, Bu değerlerin inşasına hizmet edecek bir kalan ömür yaşamanın, haddimi aşacağım ama aynı zamanda dini bir vecibe olduğunu düşünüyorum.

Toplumun özellikle dindar kesimini, bir elin parmaklarını aşmayan ve çoğu yirminci yüzyılda Ortadoğu coğrafyasında oluşturulan sembollerle samimiyetsizce kontrol edilmesini bir daha asla mümkün kılmayacak bir eğitim sisteminin inşası gerekmektedir.  Örneğin insan hakları daha ilk okulda ders olarak gerçekten uzman akademisyen hakim savcı ve avukatlar tarafından anlatılmalıdır. Toplumun temel değerinin insan olduğu, tüm nitelemelerden arındırılmış çıplak insan olduğu, bayrak, vatan gibi değerlerin, insana verilen değer ile anlam kazanacağını bu topluma anlatmak, ama ne olursa olsun anlatmak nihai bir hedef olmalıdır.

Bu süreçte mağdur olan insanlardan en azından tanıdıklarım “ideallerim var ömrümden uzun” diyebilecek karakterde insanlardır. Çünkü idealleri ömrü ile dolayısı ile şahsı ile sınırlı insanlar kanımca varoluşu anlayabilme fırsatını kaçırmışlardır.

Belki de süreçten teklif ettiğim şekilde bir sonuç çıkarıldığında, biz ama daha çok bizden sonraki nesiller,  tıpkı Demokratik Avrupa toplumlarında olduğu gibi (örneğin Almanya) Anayasası devleti değil insanı yücelten “insan onuru ihlal edilmez bir değerdir “ cümlesi ile başlayan ve bunu oluşturduğu devlet sistemi ile de hissettiren bir ülkede yaşama şansına kavuşmuş olacağız. Kanımca bu fırsatın kaçırılması tarihi bir fırsatın kaçırılması anlamına gelecektir.

Umarım bu basiret gösterilir ve böylece, yitirilen yaşamlar dahil kaybedilen her şeye değer ve karşılığında kazanılan insan hakları odaklı, hukukun üstünlüğüne dayalı, demokratik toplum, ödetilen bedelin ağırlığını hatırlayarak, temel değerlerinin kıymetini bilen ve onları korumaya kararlı bir toplum olur.

 

 

]]>
https://hukukpenceresi.com/surec-nasil-biterse-tam-anlamiyla-kazanilmis-olur/feed/ 0
28 ŞUBAT DAVASI GÖLGESİNDE „ADALET“ https://hukukpenceresi.com/28-subat-davasi-golgesinde-adalet/ https://hukukpenceresi.com/28-subat-davasi-golgesinde-adalet/#respond Sun, 22 Aug 2021 16:56:52 +0000 https://hukukpenceresi.com/28-subat-davasi-golgesinde-adalet/ [ad_1]

Bazı emekli askerlerin yargılandıkları 28 Şubat davası uzun bir yargılama sürecinden sonra Yargıtay tarafından karara bağlandı. Asker sanıkların bir kısmı hakkında hükmün kesinleşmesi nedeniyle mer’i hukuka göre yakalama emri infaz edilince tartışmalar başladı.

Tartışmalar iki ana fikir etrafında dönüyor.

Birinci grup; adil bir yargılama yapılmadığını, 80 yaş ya da üstü insanların tutuklanmasının vicdanları rahatsız ettiğini söylüyor. Sadece bu genel karşı duruş değil, -mahkum edilen sanıklar ve müdafileri dahil- bu düşüncede olanlar ayrıca; iddianameyi yazan savcının örgüt üyesi olduğunu, başka davalardan mahkum edildiğini, aslında bu davada da tıpkı diğer davalar (kozmik oda davası kastediliyor) gibi devlet sırlarının ifşa edildiğini, belgelerin tahrif edildiğini, dolayısıyla böyle bir savcının iddianamesine dayalı bir davanın kökten hükümsüz olduğunu iddia ediyorlar.

Başka bir grup ise iki temel gerekçe etrafında birleşiyor. İlki; 28 şubatın bir darbe olduğu, buna bağlı olarak verilen mahkumiyetin de tutukluluğun da normal olduğu fikridir. İkincisi ise; günümüzde özellikle cemaat mensubiyeti ve kürt siyasetiyle ilgili davalarda çok daha vahim adaletsizlikler olduğu halde ses çıkarmayanların emekli askerler için ağladığını söylüyorlar. Örnek olarak, mal varlıklarına el konulmadığını, işkenceye maruz bırakılmadıklarını, haklarında yeterince delil bulunduğu ve müebbet hapis cezası aldıkları halde haklarındaki hüküm kesinleşene kadar tutuklu yargılanmadıklarını, oldukça esnek bir yargılama süreci yaşadıklarını söylüyorlar.

İçinde bulunulan koşullar, sahip olunan fikri arka plana göre bu argümanların bir veya bir kaçına sahip olunabilir ve her biri için de gerekçeler ileri sürülebilir. Her bir fikir sahibi de aslında „Adalet“ ekseninde düşündüğünü söylüyor. Bu düşüncelerden birini, bu güne kadar süregelen alışkanlıklarla tartışmaya devam edecek olursak insanlık için de, adaletin kendisi için de değişen hiç bir şey olmayacak. Sonuçta birisi kazanacak, diğeri kaybedecek. Kazanan, kaybedene ağır haksızlıklar yapacak ve bu böyle sürüp gidecek.

28 Şubat gibi bir dava üzerinden adeta bir adalet anlayışı, ceza muhakemesi bağlamında „adil yargılanma  hakkı“ sınavından geçiyoruz.

Yukarıda yer alan iki görüş çerçevesinde her bir argümanı benimsemek ve kuvvetle gerekçelendirmek mümkündür. „Evet 28 Şubat bir darbeydi ve darbeciler yargılanmalıdır“ denilebilir. „Yaşlı insanların hapsedilmesi vicdani değil“ denilebilir. „Mahkum olan askerlere ağlayanlar çok daha vahim hukuksuzluklar karşısında kör ve sağırdırlar“ denilebilir. „Savunmalarında bile kendilerini orada tutan iradeye değil, kendini ifade etme imkanı olmayan bir savcıya yüklenerek kirli rejimin dilini kullanıyorlar“ denilebilir… Eminim ki hukuksuzlukları iliklerine kadar hissetmiş herhangi bir insanın, duyulduğunda söylenecek söz bırakmayacak çok daha etkili ve içten sözleri vardır…

Ancak adalet bambaşka bir şey.

Bir davanın adil olması, sadece mevcut yasalarda suç olarak tanımlanan bir maddeye uygun eylemle suçlananı yargılamak değildir. Önemli olan yargılanırken mahkeme salonlarının adeta bir mücadele alanına dönüşebilecek kadar esnek olmasıdır. Eğer taraflar için eşit koşullar yoksa, her türlü fikir ve delil mahkeme salonunda taraflar ile mahkeme arasında gidip gelmiyorsa, diyalektiğin yolu sonuna kadar açık değilse, dahası bir tarafın psikolojik ya da maddi avantajları gölgesinde yürütülüyora, adil yargılama yapılmıyor demektir. Mahkemeyi oluşturan süjeler adeta birer robot gibi, başkalarının kontrolünde ve gölgesinde, onları temsilen yer alıyorsa orası mahkeme değildir. Gücün verdiği motivasyon adalete götürmez. Yargılananın, suçlananın usulen ve şeklen kendini güvende hissetmediği, hatta sahip olduğu haklar itibariyle daha avantajlı hissetmediği ortam adalet üretmeye elverişli değildir.

Şimdi bu koşullar altında tekrar bakmak lazım. Balyoz davası gibi daha somut delillerin olduğu, daha yakın döneme ait ve anayasal düzen bakımından daha büyük tehlike potansiyeli oluşturan bir dosyada beraat kararı veren bir sistem 28 Şubat davasında neden mahkumiyet kararı veriyor? Açıkça suç işlendiği halde, sırf soruşturmayı yürüten savcıların cemaat aidiyetine atıfla binlerce dosyada beraat kararı verilirken burada neden aynı husus görmezden geliniyor. Hatta bizzat Savcı Mustafa Bilgili’nin karşısına, yapmış olduğu kozmik oda soruşturması devletin sırlarını ifşa, belge uydurma gibi gerekçelerle suçlama olarak çıkartılırken, hemen hemen aynı nitelikteki bu davada iddianamesi neden kıymetlendiriliyor?

Çünkü bu dava, günümüz Türkiyesini idare eden güç odaklarından birinin emniyet subabı olarak tuttuğu bir davaydı. Amaç adalet değil, bugün iş tuttuğu kesimin olası bir oyun bozanlığına karşı sopa olarak kenarda tuttuğu bir davaydı. Bunu yaparken de 28 Şubat sürecinden kalan yapay kinlerini yeniden canlandırmak ve destekçilerini konsolide etmek suretiyle  ikinci bir avantaja ulaşacaklarını hesaplamışlardır. Bu nedenle 28 Şubat adıyla anılan davayı, verilen kararın niteliğinden çok, o karara götüren motivasyonla değerlendirmek gerekir.

Sonuç olarak; adalet ve adil yargılanma başka, mahkemelerin vekalet savaşı vermesi başkadır. Birincisinde bazen yanlış karar verilse bile yargılama adil olabilirken, ikincisinde karar ne olursa olsun yargılamanın adil olmasından bahsedilemez.

Bugünün gerçek mağdurları adil yargılanmanın önemini iliklerine kadar hissetmezlerse, mağduriyetlerine ilaveten karnelerine Türkiye’nin diğer kesimleri gibi „kendine demokrat“ ya da „kendine müslüman“ notu haricinde bir şey yazdıramazlar.

Adalet mevhumunun öneminin idrakinde olmak, hak aramaya engel değil, aksine hak arama motivasyonunu artıran bir şeydir. Hakikatleri gerçek mahkeme salonlarında herkesin yüzüne çarpa çarpa savunmanın verdiği haz alındığında, adil yargılamanın önemini herkes takdir edecektir.

[ad_2]

]]>
https://hukukpenceresi.com/28-subat-davasi-golgesinde-adalet/feed/ 0
MAKYAVELİST HUKUKÇU https://hukukpenceresi.com/makyavelist-hukukcu/ https://hukukpenceresi.com/makyavelist-hukukcu/#respond Wed, 10 Jun 2020 23:16:18 +0000 https://hukukpenceresi.com/makyavelist-hukukcu/ Hukukçunun bilerek alet olduğu zulme (adaletsizliğe) ilişkin sığındığı ezeli mazereti, çoğunluğun (yani kamunun) menfaati adına katlandıkları bir yük olduğu yönünde. Tek tesellisi, vesile olduğu hukuksuzluğu son kez yapıyor olma ümidi.

Tüm dinlerin ortak emri: Zulmetmeyeceksin. Ancak Batı ve onun tarihinden ve inanç köklerinden doğup bizi de istila eden “maddecilik” fikri ve bu düşünceyi temel alan ideolojiler, sefil çıkarları ve hırsları uğruna zulmü adeta araçsallaştırıp meşrulaştırdılar. Batı’nın bu yaklaşımı Goethe’nin “ya örs olacaksın, ya çekiç” sözleriyle adeta levhalaştırılıp alenilik kazandı.

Doğu kültürü insana zulmü yasaklamış, dünyanın bütün zenginliklerinin tek bir insanın kanına karşılık gelmeyeceğini kodlarına işlemiştir. Hiçbir şekil ve şartta, bilinçli olarak irtikâp edilen zulüm bu kültürün köklerinde kendisine meşru bir dayanak bulamaz.

Avrupa’nın tarihi adeta bir kıyım kronolojisi. Machiavelli’ye göre, “mecbur kalınınca kuvvet haktır”. Mecburiyet halini tanımlayacak olan da insanın kendisi; yani onun hırsları ve çıkarları.

İdareciler, aktüalitenin, grup çıkarlarının veya kısır görüşlerinin tesiriyle bazı kötülükleri kendilerine hak telakki edebilirler.

Varlık nedeni idare edenleri, yani devletin ve onun sağladığı olanakları kötüye kullanabilecekleri denetlemek olan yargı mensuplarının, zulmün mücavir alanına dahi ayak basmaları düşünülemez.  Atacakları ilk adımları ile üzerlerindeki efsun bir anda kalkar, esfel-i sâfilîne yuvarlanırlar. Zira gayesi adaleti tesis ve tahkim ederek daimiliğini sağlamak olan yargı, hedefine ulaşmak adına vasıta olarak zulmün hiçbir çeşidinden ve türevinden faydalanamaz.

Faydacı bir mantıkla zulmü ehveni şer gören bir hâkim, bu yöntemi önce kaçınılmaz bir meşru müdafaa hali kabul edip kullanır; sonra en iyi ve kolay yolun bu olduğuna kanaat getirerek sıradanlaştırır ve kurumsallaştırır. Takip edilen böylesi bir yöntem ve yaklaşım, kısa veya orta vadede yargıyı yok oluşa sürükler.

Hukukun asıl gayelerinin ya ikinci plana itilerek ya da göz ardı edilip yok sayılarak, araçlarının kutsanıp süslenmek suretiyle uygulama yapılmasını “hukukçu makyavelizm’i” olarak adlandırabiliriz. Başka bir anlatımla bu kavram ile hukuki bilginin (vasıtaların), hukuki hikmetlere (amaçlara) ulaşmak için bir basamak olarak kullanılmayıp, ya kullananın kendisinin veya başka kişi ya da grupların iktidarına “meşru” zemin hazırlamak için uygulanması anlatılmaktadır.

Bir ideal uğrunda fikri ve bedeni mücadele veren insanların cesur olmaları elzemdir. Bununla tüm sıkıntı ve felaketlere göğüs gerip onlarla mücadele gücü ve azmini içlerinde hissedebilirler. İçinde cesareti barındırmayan yavan bir bağlılık hissi sadece köksüz itaatten başka bir anlam taşımaz. “İtaat” duygusuyla “ideal” hedefe hizmet edileceğini düşünenler daima kendilerine, tabi olacakları bir efendi ararlar. Bu arayışın temelinde kolaycılık ve tembellik; amaçladıkları “idealin” usul ve ilkelerini içselleştirmeme, onlara inanmama yatar. Zamanla “itaat” duygusu, kişisel bir varoluşun temelini oluşturup, bireysel menfaatlerin kutsanması ile sonuçlanır. Kendi menfaatleri uğruna, faydası olacağını düşündüğü bir “efendiye” itaat etmeyi vazife addeder. Hangi makam ve mevkide bulunursa bulunsun cesur olmayan insanlar, inandıkları ideoloji ve davalarına en çok zarar verenlerdir. Hukuku araçsallaştırarak basitleştiren makyavelist hukukçu, her daim bir efendinin kapısına kul olarak zillet yaşamış; daha iyi bir efendi bulduğunda öncekini değiştirmekten ar etmemiştir.

Makyavelist bir hâkimin sorunu, gerekli bilgiye sahip olmamasında değil, hukuki hikmeti, gayeyi özümsememiş olmasında ve bu tür bir değeri hayatının merkezine oturtamamasındadır. Hukukun gayesi meşru yollardan giderek adaleti tesis edip, hakikate ulaşma çabasıdır. Böylece bireyin mutluluğu ve huzuru temin edilmiş, toplumsal barış ve güvenlik tamir ve tahkim edilerek güvence altına alınmış olacaktır.

]]>
https://hukukpenceresi.com/makyavelist-hukukcu/feed/ 0